Muhterem Okuyucularımız;
Küfrü hoş gören, küfre kucak açanlar, müslüman halkımıza da küfrü hoş göstermeye çalışıyor ve böylece birçok kimsenin küfrün kucağına düşmesine sebep oluyorlar.
Dikkat ederseniz hıristiyan misyonerler yüzyıllardır hiç bu kadar rahat müslümanların üzerinde ve bilhassa ülkemizde ellerini kollarını sallayarak çalışmamışlardı. Saf, temiz ve nezih halkımıza hoşgörü ve diyalog adı altında yahudi ve hıristiyanlar hoş gösterilmeye çalışıldı.
Müslümanları hıristiyanlaştırma çalışmalarını ve tarihten beri süregelen misyonerlik faaliyetlerini bu ortamda daha rahat yapıyorlar. Sonuçlarını her gün ilgili bakanlıklardan, Diyanet’ten, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden, askerî makamlardan duyuyor, gazetelerden okuyoruz. Emniyet Türkiye’de sekiz milyon bedava incil dağıtıldığını, korsan kilise sayısının hızla arttığını belirledi. Adapazarı-İzmit depreminde Vatikan’ın 13 milyon dolar yardım yaptığı, depremzedelere, arasına 50-100 dolar konularak incil dağıttığı, ikibinbeşyüz depremzedenin hıristiyanlaştırıldığı söylendi. Yine Trabzon’da 60 üniversiteli genci hıristiyan yaptıkları ifade edildi. İslâm’a karşı seksenbeşbin papaz, dörtyüzellibin misyonerin İslâm dünyasında hıristiyanlaştırma faaliyetleri yaptığı Almanya’daki bir gazetede yayınlandı.
Önce dinden imandan uzaklaştırdılar, boğazlarından helâl lokmayı aldılar. Ahlâksızlığı, fuhşiyatı yaydılar. Sahipsiz gençleri kandırdılar.
Biz onları Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a çağırıyoruz. İslâm’ın emir ve hükümlerini önlerine sürüyoruz. Küfür ile iman arasına berzah koyuyoruz. Çünkü onlar karıştırmak, küfrü hoş göstermek istiyorlar. Küfre kucak açıyor, müslümanları küfre teşvik ediyorlar. Allah’a ve Resulullah’a bundan daha büyük ihanet olur mu?
Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın fermanını görmüyorlar:
“Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emanetlerinize de hâinlik etmeyin.” (Enfâl: 27)
Hazret-i Allah; “Allah’a ve Peygamber’ine ihanet etmeyin.” buyuruyor ve diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez.” buyuruyor. (Enfâl: 58)
Dış düşmanın yapamadığı tahribatı bunlar müslümanmış gibi görünüp içerden yapıyorlar. Bu verdikleri zarar çok büyük olduğu için de bu hâle düşüyorlar.
İman ile küfür birbirine düşmandır. Hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür. Diğeri nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Bu yüzden ikazımızı açık, net, kesin, kat’i ve sert yapıyoruz. Allah-u Teâlâ’nın ilâhi hükümlerini, Resulullah’ın beyanlarını ileri sürüyoruz. Kimseyle işimiz, garazımız, kin ve düşmanlığımız yok. Hazret-i Allah’ın dinini yıkmak isteyenlerin, vatanımıza kast edenlerin düşmanıyız. Öteden beri onlara emr-i bil maruf, nehy-i anil münker vazifesini yapmaya çalışıyoruz.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Bu Âyet-i kerime’lere bir bakın:
“Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” (Nisâ: 145)
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın.
Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikun: 4)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Yahudi ve hıristiyanlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.
Fethullah Gülen yahudi ve hıristiyanlarla on yılı aşkın hoşgörü-diyalog toplantıları yapıp, gerek Vatikan’a gidip Papa’yla görüştüğüne, gerek papaza hazret dediğine göre bunlar birbirlerinden hoşnutlar, memnunlar, birbirleriyle dostlar. Âyet-i kerime’ye bir bak, bunların durumlarına bir bak.
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime’ler İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Küfürün tek millet olduğunu” haber vermişlerdir.
Allah-u Teâlâ mümin kullarına İslâm’ın ve müslümanların düşmanı olan yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi yasaklamakta, onların birbirlerinin dostları olduklarını bildirmektedir.
“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
Yahudiler birbirlerinin, hıristiyanlar da birbirlerinin dostlarıdır. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olurlar, ne de hıristiyanlar.
Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir. İçleri dışlarına uygun değildir.
Âyet-i kerime’de:
“Eğer onlara uyarsanız, siz de müşrik olursunuz.” buyuruluyor. (En’âm: 121)
Burada apaşikâr görülüyor ki, onlara meyleden onlardandır. Allah-u Teâlâ onları hidayetten mahrum ettiğini beyan buyuruyor, iman edenlere duyuruyor. Allah-u Teâlâ iman ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki zümre olduğunu beyan buyurmuştur.(Hacc: 19)
Şu küfre meyledenler çok iyi bilsinler ki Allah-u Teâlâ’nın bir anlık azabı, bunların hayatı boyunca küfre çalışmalarına bedeldir. Âkıbetlerini görsünler.
Küfrü hoş gören, küfre kucak açanlar, müslüman halkımıza da küfrü hoş göstermeye çalışıyor ve böylece birçok kimsenin küfrün kucağına düşmesine sebep oluyorlar. Halbuki bu halk bu murdarlığı daha önce böyle hoş karşılamazdı, küffar bu İslâm memleketinde rahatça dolaşıp, milyonlarca incil dağıtamazdı.
Zira Hazret-i Allah nasıl ki küfrü ve küfür ehlini bize murdar olarak tanıtmışsa, bu müslüman halk da küfrü ve küfür ehlini murdar görürdü. Küfrü yaymaya kalkanlara husumetle bakardı.
Şu küfre heves edenler var ya; Hazret-i Allah Kur’an-ı kerim’inde küfrü ve küfür ehlini bize murdar (pis) olarak tanıtmıştır:
“Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.” (Âl-i imrân: 179)
“Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe yükseliyormuş gibi iyice daraltır. Allah inanmayanların üzerine işte böyle murdarlık indirir.” (En’âm: 125)
“O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)
“Müşrikler ancak bir (necis) pisliktirler.” (Tevbe: 28)
Küfrü Hazret-i Allah bize böyle tanıtmıştır.
Bu murdarlığı hoş görenler de murdar olmuyor mu? Zira, kendileri küfrü hoş gördükleri gibi halkı da murdar yapmaya çalışıyorlar.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği Emannâme’nin hutbesinde sözlerine şöyle başlamıştır:
“Hamd olsun O Allah’a ki bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler haline getirdi.
Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz.”
İşte bu ilâhi lütfu idrak edenler böyle söylemiştir ve bununla övünmüşlerdir. Bu bir şükürdür.
Bu nimete küfranlık yapmak ne kadar kötü bir şeydir.
Allah-u Teâlâ yarattığı, yaşattığı halde, yüce Yaratıcı’yı bırakmış, şeytana uymuş.
Nitekim bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
İslâm dini nezafet dinidir. Küfür ise necaset dinidir, pislik dinidir.
Çünkü onlarda hiçbir nezafet yok, taharet yok, abdest yok, gusül yok.
Nezafeti bırakıp murdarı seçene ne dersiniz?
Cennet-i alâ’yı bırakıp cehennemi seçene ne dersiniz?
Nuru bırakıp nârı seçene ne dersiniz?
İmandan soyulup kâfir olana ne dersiniz?
Allah-u Teâlâ iman şerefiyle müşerref, İslâm ile müzeyyen ettiği halde, bu şerefi arkaya atana ve ebedî olarak mahrum olana; Allah-u Teâlâ onları necis olarak tanıttığı halde o safa girene ne dersiniz?
Bunlar bu beyanları arkaya attılar ve küfrü hoş gördüler.
Ve fakat bu diyalog toplantılarının zararı önce müslüman halkımıza ve vatanımıza olmuştur.
Fethullah Gülen Vatikan ziyaretinde: “Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.” demişti. (10.02.1998)
Tahakkuk edişini, gerçekleşmesini arzu ettiği bu misyon; dinlerarası diyalog yoluyla bütün insanları kiliseye döndürme amacı taşır.
Papa’nın yayınladığı genelgede şöyle denilmektedir:
“Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta vahyinin ve sevginin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir...” (Redemistoris Missio: “Kurtarıcı Misyon” Papa Paul ll, Roma 1991)
•
Fethullah Gülen’in Papalık misyonunun bir görevlisi, bir ajanı gibi hareket etmesi akıllara: “Bugüne kadar narcılık için çalıştı, şimdi hıristiyanlık için mi çalışıyor?” sorusunu getiriyor.
Uyan be kardeş! Düşmanını tanı. Bunlar daha evvel de kazancınızdan aldılar ve sizi imanınızdan ettiler. Bir bak ipin ucu kimin elinde. Küfür diyarından kumanda ediyor, küffara yaranmak için peşkeş çekiyor. Din-i İslâm’dan ve güzel vatanımızdan seni mahrum etmek için çalışıyor. Şu amaçlarına dostluklarına bir bak. Dine vatana ihanetlerini gör.
Küfür ve kâfirlere dair bunca Kur’an-ı kerim âyetlerini dinleyip emir ve nehiylerini dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir, ne de iman.
Kalpler hakikati aramak, Hakk’ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
“Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.” (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm’dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
“İşte böyle. Zira onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: ‘Biz bazı işlerde size itaat edeceğiz.’ dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir.” (Muhammed: 26)
Huzeyfe -radiyallahu anh-: “Bugün münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm zamanındakilerden daha kötüdür.” dediğinde: “Nasıl olur?” diye sordular. Bunun üzerine: “O zaman nifaklarını gizliyorlardı, bugün ise âşikâr yapıyorlar.” cevabını verdi.
“Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münâfıkları da bilir.” (Ankebût: 11)
“İbrahimî dinlerde buluşma”, “Üç büyük din” gibi teklif ve tabirler bugünkü hıristiyanlık ve yahudiliğin de hak olduğu düşüncesini doğurarak İslâm’ın hayat bahşeden nimetlerinden mahrum bırakılmış gençlerimizin hıristiyanlığa meyletmesine sebep olmaktadır.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” buyuruyor. (Tevbe: 33)
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise yahudi ve hıristiyanlara cevap veriyor:
“(Yahudi ve hıristiyanlar müslümanlara): ‘Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız!’ dediler. De ki: ‘Hayır! Biz hanif olan İbrahim’in dinine uyarız. O müşriklerden değildi.’” (Bakara: 135)
•
Dikkat ederseniz hıristiyan misyonerler yüzyıllardır hiç bu kadar rahat müslümanların üzerinde ve bilhassa ülkemizde ellerini kollarını sallayarak çalışmamışlardı. Saf, temiz ve nezih halkımıza hoşgörü ve diyalog adı altında yahudi ve hıristiyanlar hoş gösterilmeye çalışıldı.
Şu kesindir ki; diyalog misyonerlik faaliyetidir. 1964 yılında ll. Vatikan Konsilinde bu maksatla “Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası” kurulmuş ve diyalog, hoşgörü yoluyla misyonerlik dönemi başlamıştır. 1973’te sekreterlik görevine gelen Rossano gerçek niyetlerini şöyle dile getirmiştir:
“Diyalogtan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve incil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz...
Bu sebeple diyalog, kilisenin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.” (Bulletin)
1973’te, 1984’te, 1990’da, 1991’de yayınladıkları resmi dökümanlarda diyaloğun, kilisenin misyonunun ayrılmaz parçası, temel unsuru olduğu açıkça ifade edilmiştir.
“Dinlerarası diyalog misyonerliğin bir parçasıdır ve tüm hıristiyanlar tarafından yukarıda ifade ettiğimiz, tanrının misyonu olarak misyonerlik bağlamında ifade edilmelidir.” (Chistians in Dialoque with Men of other faiths)
Müslümanları hıristiyanlaştırma çalışmalarını ve tarihten beri süregelen misyonerlik faaliyetlerini bu ortamda daha rahat yapıyorlar. Sonuçlarını her gün ilgili bakanlıklardan, Diyanet’ten, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden, askerî makamlardan duyuyor, gazetelerden okuyoruz. Emniyet Türkiye’de sekiz milyon bedava incil dağıtıldığını, korsan kilise sayısının hızla arttığını belirledi. Adapazarı-İzmit depreminde Vatikan’ın 13 milyon dolar yardım yaptığı, depremzedelere, arasına 50-100 dolar konularak incil dağıttığı, ikibinbeşyüz depremzedenin hıristiyanlaştırıldığı söylendi. Yine Trabzon’da 60 üniversiteli genci hıristiyan yaptıkları ifade edildi. İslâm’a karşı seksenbeşbin papaz, dörtyüzellibin misyonerin İslâm dünyasında hıristiyanlaştırma faaliyetleri yaptığı Almanya’daki bir gazetede yayınlandı.
Ankara Ticaret Odası’nın yayınladığı rapor da çok önemlidir:
“Başlangıçta hıristiyanlığı yayma amaçlı görülen misyonerlik faaliyetleri etnik ve dini ayrımcılığı körükleyerek, devletin üniter yapısını hedef alıyor...
Misyonerler Türkiye’de elini kolunu sallayarak propaganda yapıyor. Adeta cirit atıyor. Türkiye’de yaşanan ekonomik istikrarsızlıklar ve krizler, bu işin tuzu biberi oldu. Geleceğe umutsuz bakan insanlar, özellikle de genç nesiller kolayca kandırılıyor. Evlere, dükkânlara kadar girip mürid arıyorlar. Ceplerine para koyup gençlerin beyinlerini yıkıyorlar.
Türkiye şu anda tam anlamıyla misyonerlerin istilâsı altında...” (05.06.2004)
Nice müslüman genç para karşılığı veya yurtdışına gitme vaadi ve başka vaadlerle kandırılmaktadır. Türkiye’de birçok eski kiliseler onarılmakta, apartmanlarda kilise evler açılmaktadır.
Hıristiyanlığın gerek katolik, gerek protestan, gerek ortodoks kolu Türkiye’de çok ciddi hıristiyanlık propagandası yapmaktadır. Bilhassa protestanların genişleme, kilise açma, incil dağıtma faaliyetleri, halkı sinsice para, iş vaadiyle kandırma yöntemleri korkutucu boyuttadır.
Önce dinden imandan uzaklaştırdılar, boğazlarından helâl lokmayı aldılar. Ahlâksızlığı, fuhşiyatı yaydılar. Sahipsiz gençleri kandırdılar.
Ey müslüman halk! Siz susuyorsunuz, başınıza bir musibet gelmeden, çoluk-çocuk elden gitmeden uyanın. Gerçekten fitne ve kâfir olanca gücüyle hücum etmekte, dinimize, imanımıza saldırmakta, vatanımıza büyük zararlar vermekte, birlik beraberliğimizi bozup derin yaralar açmaktadır.
•
Alman Welt Am Sonntag gazetesi 30 Mayıs 2004’de Vatikanın gizli raporunu açıklamış “Milyonlar Muhammed’e Karşı” manşetiyle çıkmıştı. Raporda Congregotion Forthe Evangelzation of Peoples adlı örgütün Vatikan tarafından misyonerlik amaçlı kurulduğu, dünyanın değişik bölgelerinde onbinlerce okul, yardım kuruluşu, sivil toplum örgütü adı altında hıristiyanlaştırma çalışmaları yaptığını yazdı. Hazret-i Muhammed’i karalamak, İslâmiyet’i yıkmak için Vatikan’ın bu örgüte milyar dolar yardım ettiğini yazdı.
Raporda asıl dikkati çeken husus, fakir ülkelerdeki müslümanlara bedava sağlık hizmeti verilerek hıristiyanlaştırılmaları, diğer bölgelerde ise (Türkiye’de) hıristiyan-müslüman diyaloğunun desteklenmesi adı altında çalışmalar sürdürülmesi tavsiye edilmektedir. Bu maksatla 65 bin papazın görevlendirildiği, 1 milyon kişinin de hıristiyanlaştırma faaliyetlerine katıldığı, 42 bin okul, 1.600 hastane, 6 bin ilkyardım ekibi, 780 AIDS yardım merkezi ve 12.000 ofis ile hıristiyanlaştırma çalışmalarının devam ettiği belirtilmektedir. Bu raporu okuyunca küfrü hoş görenlerin, hoşgörü ve diyalog adına küfre kucak açmış olduklarını, kimin niyet ve amacına hizmet ettiklerini şimdi anladınız değil mi?
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadîm’i, Beyân-ı hâkim’inde onları bize ne güzel tanıtıyor, açıkça tarif buyuruyor:
“Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imran: 118)
Hıristiyan olmayanlarla diyaloğa girmenin esasında kilisenin asli görevi olan İncil’in mesajını tüm dünyaya yaymak olduğunu bizzat Papa ll. John Paul 24.12.1999 yılında yayınladığı mesajında şu ifadelerle belirtmektedir:
“Birinci bin yılda Avrupa hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda Asya’yı hıristiyanlaştıralım.”
Artık çalışmalarını İslâm ülkelerine yoğunlaştırmışlardır.
Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi aydınlık, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah’ın düşmanıdır, mümin ise Allah’ın dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
İlâhi hükümlere, bunca Âyet-i kerime’lere rağmen diyaloğa devam etmektedirler. Mardin’de küfürle toplantı yaptıklarının aynı günü Papa tüm hıristiyanları müslümanlarla evlenmemeye, eğer evlenirlerse çocukları hıristiyan yapmaya çağırdı. Düşmanlıkları ortada iken, hâlâ onlarla hoşgörü ve diyaloğu görüşmek İslâm’ı ve müslümanları baltalamaktan başka bir şey değildir.
“Doğrusu birçokları bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’âm: 119)
Âyet-i kerime’lere ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine ters hareket ettikleri, nefis arzusunu ilâh edindikleri için şirke düşmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Onu şirkten sen mi koruyacaksın?” buyuruyor. (Furkân: 43)
Bütün insanlar ve cinler Hazret-i Kur’an’ın bir hükmünü, bir harfini inkâr etseler, hafife alsalar, hepsi kâfir olurlar. İsterse emir ya da hüküm Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son nefesinde inmiş olsun. Artık o kesin hükümdür, emirdir.
Âyet-i kerime’de:
“İşte böyle, çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır.” buyuruluyor. (Muhammed: 9)
Bunun içindir ki hak sözleri ve uyarıları kabul etmezler, takip ettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
“Münâfıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2120)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin bildirdiği üzere münâfıklar Asr-ı saâdet’te Abdullah bin Ubeyy bin Selül’ün başkanlığı altında teşekkül etmiş habis bir zümre idi. Bunlar iman ile küfür arasında bir nifak örtüsüne bürünerek hayatlarını korumuşlardır. Fakat Asr-ı saâdet geçtikten sonra iman ile küfür arasında bir nifak merhalesi kalmamıştır. Çünkü bir müslüman gönlünde küfrü gizlemekle “Mürted” olur.
Asr-ı saâdet’te münâfıklar savaş, gazâ gibi birliği icap eden her işte yan çizerlerdi. Fakat görünüşte inandıklarını iddiâ ettikleri için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Uhud ve Tebük seferlerindeki döneklikleri gibi birçok bozguncu hareketlerine rağmen cezâ uygulamadı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- gibi bir kısım Ashâb tarafından bu habis zümrenin topluca yok edilmesi teklif olunduğu halde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bırakınız! ‘Muhammed ashâbını öldürüyor!’ diye ortaya ikinci bir fitne çıkarılır.” buyurdu.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin buyurduğu üzere daha sonra İslâm dini tamamiyle kuvvet bulunca artık iman ile küfür arasındaki nifak maskesi atılmıştır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse nifak, imandan sonra küfür gibidir.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin bir beyanları da şöyledir:
“Zamanımızın münâfıkları Asr-ı saâdet’teki münâfıklardan daha şerlidirler. Çünkü Asr-ı saâdet’teki münâfıklar nifaklarını gizlerlerdi. Şimdikiler bütün bütün açığa vuruyorlar.”
Âyet-i kerime’lerde Kelâmullah’ı işitmekle beraber onlardan faydalanmaktan yüz çeviren, sağır kesilmiş gibi tavır takınan, din-i ilâhî ile alay etmek küstahlığında bulunan ve bu yüzden pek büyük bir felâkete kendisini atan münâfıkların vasıfları ve âkıbetleri beyan buyurulmaktadır:
“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Lokman: 6)
Kendilerini müslüman gibi gösteren münâfıklar saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin sonunu sezdirmeden dini bozmak, insanları Allah yolundan alıkoymak için böyle bir değişmeye girişirler.
Ellerinde hiçbir delil olmadığı halde kupkuru bir laf yığını ile insanları hidayet yolundan saptırmak, Allah-u Teâlâ’nın dosdoğru dininden uzaklaştırmak ve bu yüce Kitab’ın âyetleriyle alay etmek için böyle yaparlar. Hem kendilerini, hem de başkalarını bu boş sözlerle saptırarak ve sapıtarak hayatlarını tüketir giderler. Allah-u Teâlâ’nın dinini alaya almak, O’nun âyetlerini hafife almak ve inkâr etmek kadar büyük dalâlet olamaz.
Nasıl ki onlar Allah’ın âyetlerini ve yolunu hafife almış küçük görmüşlerse, aynı şekilde onlar da ahirette devamlı azaplarla alçaltılacaklardır.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık varmış da işitmiyormuş gibi büyüklük taslayarak sırt çevirir.” (Lokman: 7)
Onlara iltifat etmez, sağır olmadığı halde duymamış gibi davranır, bu âyetleri işitmekten rahatsız olur. Kendi vehim ve zannı ile karşı çıkar, hükmünü kaldırmaya çalışır.
“Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver.” (Lokman: 7)
Âyet-i kerime’de en şiddetli azabı müjdelemek suretiyle onunla alay edilmektedir.
“O bizim âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman, onlarla alay eder, işte öyleleri için alçaltıcı bir azap vardır.” (Câsiye: 9)
Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini küçümseyip kendi zannını hüküm yerine koyan kimselerin azabı hiç şüphesiz ki çok ağırdır. Kelâmullah’tan yüz çevirerek onlarla alay eden kimselerin iman etmeyen kimseler olduklarına delildir.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadîm’i, Beyan-ı Hakimin’de şöyle buyuruyor:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)
Allah onları kahretsin! Ne kötü icraat yapıyorlar!
Görülmemiş kötü işler yapıyorlar.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin!” buyuruluyor. (Münafikûn: 4)
Onlara sorsan: “Biz de müslümanız” derler. Yaptıkları tahribat kâfirinkinden daha beter, daha büyük. Zira kâfirin gayesi belli, ona sokulamazsın ve fakat bu deccaller var ya müslümanmış gibi görünüyorlar, hiçbir kâfirin yapamayacağı tahribatı yapıyorlar.
“İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Bu alış veriş kendilerine kâr sağlamamıştır, doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara: 16)
Biz onları Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a çağırıyoruz. İslâm’ın emir ve hükümlerini önlerine sürüyoruz. Küfür ile iman arasına berzah koyuyoruz. Çünkü onlar karıştırmak, küfrü hoş göstermek istiyorlar. Küfre kucak açıyor, müslümanları küfre teşvik ediyorlar. Allah’a ve Resulullah’a bundan daha büyük ihanet olur mu?
Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın fermanını görmüyorlar:
“Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emanetlerinize de hâinlik etmeyin.” (Enfâl: 27)
Hazret-i Allah; “Allah’a ve Peygamber’ine ihanet etmeyin.” buyuruyor ve diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez.” buyuruyor. (Enfâl: 58)
Dış düşmanın yapamadığı tahribatı bunlar müslümanmış gibi görünüp içerden yapıyorlar. Bu verdikleri zarar çok büyük olduğu için de bu hâle düşüyorlar.
İman ile küfür birbirine düşmandır. Hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür. Diğeri nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Bu yüzden ikazımızı açık, net, kesin, kat’i ve sert yapıyoruz. Allah-u Teâlâ’nın ilâhi hükümlerini, Resulullah’ın beyanlarını ileri sürüyoruz. Kimseyle işimiz, garazımız, kin ve düşmanlığımız yok. Hazret-i Allah’ın dinini yıkmak isteyenlerin, vatanımıza kast edenlerin düşmanıyız. Öteden beri onlara emr-i bil maruf, nehy-i anil münker vazifesini yapmaya çalışıyoruz.
Ve fakat:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
Bunlar Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın indirdiğinden tiksindiler, yüz çevirdiler. Böylece küfür batağına battılar. Hiçbir müslümanın Allah’ın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. “İşittim, itaat ettim” demek zorundadır. Yahudi ve hıristiyanlarla dostluğu yasaklayan bunca Âyet-i kerime’lere rağmen dostluk kuranlara, küfre kucak açanlara, müslümanları küfre teşvik edenlere Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’i hatırlatırız.
Asr-ı saâdet’te iki kimse huzur-u Nebevî’de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen “Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer’e gidelim.” dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen “Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm’a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Böyle mi oldu?” diye sordu, öteki “Evet” dedi. Bunun üzerine “Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın.” diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına kaçtı ve “Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti.” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Ömer’in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım.” buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
“Hayır, öyle değil!... Rabb’in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime’sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Eğer siz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz zamanında yaşamış olsaydınız, hepinizi keserdi.
•
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz’in İslâm’a bağlılığı bütün müslümanlara en güzel bir numunedir.
Onun en büyük muvaffakiyeti, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza etmekteki gayretidir.
Onun dehâ ve dirayeti İslâm birliğinin korunmasında büyük bir âmil oldu. Onun karar ve ısrarı yalnız ve yalnız Hazret-i Allah’ın biricik Habibi -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması sebebiyle idi ve davayı kazandı. O nuru takip ettiği için o kazandı.
Resulullah Aleyhisselâm’ın dâr-ı bekaya intikâlinden sonra bazı kabilelerin başkaldırmaları sırasında üstün bir dehâ gösterdi.
Ayaklanan bu kabilelerin bir kısmı İslâm’dan tamamen ayrılmak, tekrar eski dinlerine dönmek istiyorlar, bir kısmı ise “Biz namaz kılarız fakat zekât vermeyiz” diyorlardı. Birçok yalancı peygamberler de türedi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de dahil olmak üzere birçok müslümanlar “Ey Resulullah’ın halifesi! Onlara biraz yumuşak davran, henüz cahiliyetten tam kurtulamadılar. Namaz kılsınlar zekât vermesinler.” diye bir teklifte bulundular. O ise İslâmiyet’in yıkımına vesile olabilecek olan bu teklifi şiddetle reddetti. “Hayvanı verse, yularını bile vermezse namazla zekât arasında fark gözeten herkesle harp ederim.” buyurdu.
İslâm budur, iman ile nikâhın şakası olmaz. Şakası da ciddi, ciddisi de ciddidir.
İman teslimiyeti gerektirir. Azıcık bir sapma kişiyi İslâm dâiresinden çıkarır.
Küfre kucak açan, müslümanları küfre teşvik edenler şunu iyi bilsinler ki, münâfıkların yeri esfel-i safilin’dir.
Hacc sûre-i şerif’inin 17. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ iman ile küfür arasına berzah koymuş, iman edenleri ayırmış; yahudileri, sâbiîleri, hıristiyanları, mecusileri ve müşrikleri de ayırmıştır. Bu beş zümre dalâlet ehlidir ve küfür yolundadır.
Bunlar ve benzerleri dâima İslâm’a karşıdırlar. İslâm onlara gerçekten düşmandır, onlar da İslâm’a düşmandırlar.
Her ne kadar “Onlar da inanıyorlar.” diye gösterilse de İslâm’a tâbi olmadıkça, İlâhî emirlere ve hükümlere riâyet etmedikçe hiçbir zaman inanmış olamazlar. Günümüzdeki bölücüler de böyledir.
Bunların İslâm dinine ve müslümanlara olan zararı ve tahribatı kâfirlerden daha büyük ve daha beterdir. Çünkü kâfirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Bunların küfrü ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalâleti fark edemeyenler onları müslüman zannederek aldanır, küfür batağına düşer ve dinden imandan soyulurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de dereke derekedir. Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i esfel” cehennem derekelerinin en derininde bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin azaplarından daha şiddetlidir. Zira kâfirler cehennemde, münâfıklar ise “Esfel-i sâfilîn”dedirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedî kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların yalan yere iman iddiâsında bulunduklarını ve yalan yere yemin etmekten sıkılmadıklarını, imandan sonra küfre saptıklarını, kalplerini mühürlediğini, onların sapık olduklarını, küfürde devam ettikçe tevbelerinin kabul edilmeyeceğini beyan buyurmaktadır:
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.” (Münâfikûn: 2)
İnsanları şaşırtıp Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi de onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)
İmanın ulviyetini idrak edemezler. Küfür ile imanı, hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü seçecek, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini sezip bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.
“İman ettikten sonra kâfir olup ve küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imrân: 90)
Siz daha önce müslüman değil miydiniz, nasıl döndünüz. Münâfıkların, bölücülerin adet ve alâmeti olan işler yaptınız!..
Âyet-i kerime’lere bakın!
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
İşte görüyorsunuz ya bu Allah kelâmıdır. Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini size tebliğ ediyorum.
Bunlar şimdi anlamazlar, içine atıldıkları zaman anlarlar. Niçin anlamazlar. Kalpleri döndüğü için ve mühürlendiği için anlamazlar.
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalplerimizi senin taatine çevir.” (Buhârî)
Ey Allah’ım! Bizi iman ziyneti ile süsle, doğru yolda olan hidayet rehberlerinden kıl!
Bu küfrü hoş görenler var ya gerçekten içlerinde kukla çok. İslâm’ı yaşayan hiç yok. Salla başını al maaşını...
Allah’ım Ümmet-i Muhammed’e umumi bir rahmetle merhamet et!..
Zamanında Araplar yahudilerin küfrünü hoş gördüler. Küçücük bir para için yerlerini, yurtlarını, dinlerini sattılar.
Şimdi bütün İslâm âlemi lânet okuduğu gibi kendi torunu bile lânet okuyor. Böyle olmadı mı?
Dikkat buyurursanız, hıristiyanlar için Urfa, Tarsus, Mardin kutsaldır. Ve buralarda para karşılığı yer yurt satın aldıklarını duyarlı gazeteciler dile getirdiler.
İstanbul’da da Eyüp ve Fatih semtlerinde bu şekilde evlerin arsaları alınıp başkalarının üzerine yapıldığını basından okuduk.
Ona keza yahudiler de güneydoğu bölgesinde arsa alıyorlar. Daha evvel Filistin’de yaptıkları gibi.
Ve bu suretle dinimizi ve vatanımızı yıkıcılar var ya; yahudilerin Filistin’e yerleştiği gibi, küffâr da buraya yerleştiği zaman, yerini yurdunu elinden aldığı zaman, sen ekmek bulamayıp kanını döktüğün zaman, senin de torunun sana lânet okuyacak.
Küfrü hoşgörü toplantıları önce Urfa’da sonra Tarsus’ta daha sonra da Mardin’de oldu. Bakalım bundan sonra nereyi seçecek nereyi işaretleyecekler. Bu toplantı mahalleri hıristiyanların kutsal saydığı yerler. Kaldı ki Türkiye’nin her yerinden toprak aldıklarını, mülk edindiklerini biliyoruz. Sinsi sinsi vatanımızı ele geçirmeye çalışıyor, plânlarını tatbik ediyorlar.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Yabancı İşler Daire Başkanlığı’ndan alınan bilgiye göre, şimdiye kadar arazi ve mesken satın alan yabancı uyrukluların toplam sayısı 43 bin 119, taşınmaz sayısı 41 bin 563. Bunun arsa olarak adeti 15 bin 645, yüzölçüm toplamı da 331 milyon 181 bin 350 metrekare. Arsa/arazi+binalı gayrimenkul sayısı 4 bin 461, alanı da 1 milyon 581 bin 781 metrekare, genel olarak alan toplamı ise 334 milyon 917 bin 239 metrekare.
•
Kimisi, bu işin içerisine girmeyip de: “Bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın!” diyor.
Buna âmil olan nedir?
“Ben küfrü hoş görmedim amma hoş görenleri hoş gördüm, kendimi tehlikeye atmamak için onların üzerine gitmeye lüzum görmedim.”
Fakat dini, vatanı tehlikeye giriyor, onu hiç umursamıyor. Bunların imanı suretadır. Bunlar iman etmiş değiller.
Bu gibi kimselerin çocukları yüz dolara imanını değiştiriyor. Zaten imanı olsaydı yüz dolara değiştirmezdi.
Ve fakat zamanında çocuğuna helâl lokma yedirmedi, ahkâmı öğretmedi ve çocuk şimdi memnuniyetle yüz dolara dinini değiştiriyor. Çünkü zaten dini yok.
Bütün bunlara âmil olan da haram lokmadır. Halk haram lokmayı yedi, balık otu yuttu, imanı gitti. Şimdi ne yapacağını o da bilmiyor.
Birisi dindar zamanı, birisi din-i İslâm’dan çıktığı zaman. Yukarıya, öncesine bakılırsa İslâm dininin müdafisi, aşağıya, sonrasına baktığın zaman küfrün müdafisi. İncelendiği zaman her şeyi kolay anlayabilirsiniz.
"Papa yine sahnede...” (Zaman, 22 Nisan 1990).
"Vatikan ve İngiltere Tarsus'u ABD Patrikhane'yi Merkez yapmak istiyor". (Zaman, 17 Haziran 1990).
"Patrikhane entrika peşinde ... İstanbul'a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan kustu: "Patrikhane İstanbul'da mahpusmuş". (Zaman, 18 Haziran 1991).
"Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takıp ediliyor. İslam Dünyası'nda Hıristiyanlık atağı". (Zaman, 31 Ekim 1991).
"...Bizans Hayali: "Bir yıl önce kararlaştırılan ve adım adım hayata geçirilen bu plana göre;
1- Ortodoks dinine mensup Sırp milletinin devleti olan Sırbistan kurulacak.
2- Hıristiyan halkların tarihlerinin, törenlerinin tanınmaları için yoğun faaliyetler yapılacak.
3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hıristiyan ittifakı ile başkentin İstanbul olacağı... Büyük Bizans İmparatorluğu kurulacak". (Zaman, Ekim 1991).
"PKK Hıristiyan işbirliği..." (Zaman, 25 Şubat 1992).
"Maddi vaatlerle diyalog kurdukları çocukların beyinlerini yıkamaya çalışıyorlar". "İşte misyonerlerin merkezi". (Zaman, 24 Temmuz 1992).
"Kiliseden sinsi tuzak; îslamî değerlere saygılı görünerek Müslümanlara Hıristiyanlığı anlatacaklar..." (Zaman, 9 Haziran 1993).
“Patrikten tahrik: Fener patriği 1. Bartholomeos Türk hükümetinin kendilerini yok etme politikalarını güttüğünü iddia ederek ülkemizi ABD ve diğer Batı ülkelere şikayet edeceği tehdidini savurdu.” (Zaman, 28 Haziran 1995)
“Bartholomeos Papa statüsü peşinde” (Zaman, 1 Temmuz 1995)
"Patriğin cihan rüyası: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos; "Rum Fener Patrikhanesi ekümeniktir dedi" (Zaman, 25 Eylül 1995).
"Çift başlı kartal bulunan Bizans bayrakları ile süslenen Patmos Adası'ndaki kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sırp Ortodoksları temsilcisi Eirineos'a plaket verdi". (Zaman, 27 Eylül 1995).
"Patrikhane Lozan'ı zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa Yön. Kur. Başkanı Rahmi Koç"un verdiği yemeğe katıldı". (Zaman, 22 Eylül 1995).
"Vatikan'dan sıcak mesaj... (Zaman/17 Nisan 1996).
"Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar". (Zaman, Ekim 1996).
"Medeniyetler arası diyalog için ilk adım; Fener Rum Patriği Bartholomoes konuşmasının ardından, F. Gülen'e bir hediye takdim etti". (Zaman, 2 Ekim 1996).
"Vatikan'da uzlaşma zirvesi". (Zaman, 9 Şubat 1998).
"F. Gülen Hocaefendi, İslam ve Hıristiyan dünyasını temsilen "Dinlerarası Diyalog" çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarım saat görüştü". Bartholomoes: "Bol ürün bekliyoruz". (Zaman, 10 Şubat 1998).
"Yunanistan'dan gelen 45 delegenin iştirak ettiği toplantıya Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes de katıldı. Patrikten hoşgörü mesajı". (Zaman, 19 Şubat 1998).
"Ehl-i Kitap iftarda. İftara Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes'un yanı sıra, Ermeni Ortodoks Patriği Mutafyan, İstanbul Musevi Hahambaşısı David Aseo... katıldı."
(Zaman, 24 Aralık 1998).
"F. Gülen'in başlattığı diyalog çalışmaları sürüyor. Gülen önceki gün İstanbul'da Yahudi Örgütleri Başkanları Konferans Heyetini kabul etti". (Zaman 10 Mart 1998).
"F. Gülen ile Papa görüşmesi önemli bir olaydır". (Zaman, 12 Nisan 1998).
"Zaman'a özel açıklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birliği İslam Dünyası ile İlişkiler Başkanı..." (Zaman, 30 Kasım 1998).
"Harran'da Semavi Dinleri bir araya getirecek İlahiyat Okulu açılmasının, hoşgörü ve uzlaşmaya katkı sağlayacağı vurgulandı". (Zaman, 15 Şubat 1998)
“Üç büyük semavî dinin temsilcileri bu kudsi ağacın simgesi Hz. İbrahim’in memleketinde ‘Kardeşiz’ mesajını solukladı.” (Zaman, 14 Nisan 2000)
“Hz. İbrahim’in torunları onun adına yapılan sempozyumda devrim yaparak, artık ortak noktaları öne çıkartarak sürekli diyalog kararı aldılar.” (Zaman, 17 Nisan 2000)
İstanbul Gaziosmanpaşa’da Hacımaşlı köyü domuz çiftliğinin sularının ve katı atıklarının 300 mt. mesafedeki Sazlıdere barajına aktığı, çiftlikte beş bin domuz yetiştirildiği ifade edildi. Bu baraj İstanbul’da 10 milyon kişinin su ihtiyacını karşılıyor.
Türkiye’deki domuz çiftliklerinde yılda 3 milyon kilo civarında et üretiliyor. Bu Türkiye’deki kırmızı et (sığır, koyun) üretiminin yarısı. Üretilen domuzlar otellere yemek, fabrika ve marketlere kıyma şeklinde satılıyor. Salam ve sosis yoluyla piyasaya domuz eti sürme en sık kullanılan yöntem.
Neden domuz eti? İki nedeni var:
Birincisi; domuz eti, hıristiyan misyonerlerin İslâm ülkelerinde ve Türkiye’de halkı İslâm’dan koparmak, soğutmak için kullandıkları bir yöntem.
Zira helâl lokmayı kaldırıp haramı sokarak içte fitne ve fesada kapı açıyorlar.
İngiliz ajan ve misyoneri Hampher’e Osmanlı ülkesinde yapacağı faaliyetleri için eline verilen vazifelerine dair kitabın ikinci bölümünde; Müslümanların güçlenmesine neden olan öğeleri yok etme ve onları zayıf kılma hususunda tavsiyelerde bulunulmuştur. Kitap’ta geçen 2. madde çok mucib-i dikkattir.
“İçki, kumar, fesat ve fuhuşu yaymak, domuz eti kullanmayı tevşik etmek. Bu tür faaliyetlerde, yahudi, hıristiyan, zerdüşt gibi azınlıklar birbirleriyle işbirliği yapmalıdırlar. Sömürgeler Bakanlığı, bu çalışmalarının karşılığında hediye ve ikramiyeler verecektir. Bu yolda hiçbir çabayı esirgemiyecektir. Dolayısıyla içki, kumar, fuhuş ve domuz eti yeme gibi dörtlü fesadı her şeyden fazla yayacak kişiler hazırlanmalıdır. İslâm ülkelerinde olan İngiliz memurları her vesileyi kullanarak, para vererek, hediye vererek, gizli veya açık bu fesatların yayılmasına çalışmalılar ve bu işlerde çalışanlar her türlü zarar ve tehlikeden korunmalıdırlar. Diğer taraftan müslümanların, İslâm ahkâmını ayak altına almalarını, Allah’ın emrettiklerine ve nehyettiklerine uymamalarını teşvik etmelidirler. Zira İslâm ahkâmına uymamaları toplumda düzensizlik ve karışıklık yaratacaktır. Örneğin fâizcilik (riba) Kur’an’da şiddetle kınanmış ve büyük günahlardan addedilmiştir. O halde riba ve haram alış verişin yaygınlık kazanmasına çalışılmalı ve böylece birbirinden kopuk ekonomi daha da dağıtılmalıdır. Riba (Fâiz) konusundaki âyetler yanlış tefsir edilmelidir. Şu ilke de unutulmamalıdır ki Kur’an’ın bir emrini dinlememek diğerlerini de dinlememeğe, hiçe saymaya zemin oluşturacaktır.”
Orhangazi’de, Çorlu’da ve Kemerburgaz, Polenezköy, Çatalca, Alemdağ’da domuz üretme çiftlikleri vardır. İzmir, Isparta, Adana, Burdur’da domuz çiftlikleri artmıştır.
İkincisi; domuz etinin dini-imanı olmayan tüccar zihniyetli kişilerce üretilmesi. Bunlar harama helâle bakmaz, paraya bakarlar. Zira domuz üretken bir hayvandır. Cinslerine ve yaşına göre yılda bir, iki bazen de üç kez, her batında 15-20’ye varan yavru dünyaya getirebilir. Bir domuz yılda 2 kez doğum yapsa, her batından 10 yavru yaşasa 20 sene yaşayan domuz 400 yavru verir. Ve yeni doğan domuz 4-5 ayda 100 kiloya ulaşabilir.
150 kg’lık bir domuzdan 75 kg. yağ çıkıyor. Sığır ve koyunda böyle değil. Beslenmesi kolay, cam dışında herşeyi yiyor, dışkı, leş yiyebiliyor. Kilosu da 1-3.5 milyon TL arası ki çok ucuza satılıyor.
Bursa’nın Orhangazi ilçesinde de tonlarca domuz kesiliyor. Bu etler otellere gidiyor, kasaplara gidiyor. Ben bunu sakınanlar için söylüyorum. Sakınmayanlar için sözüm yok. Uyanın, paranızla haram lokma yemeyin.
Hem domuz eti yiyor, hem de doğrudan doğruya haram yiyor da umurunda bile değil. Birçok büyük marketlerde, güzel ambalajlar altında bilmeden aldığımız birçok hayvansal yiyeceklerde domuz ürünleri mevcut olduğu söyleniyor.
Böylece millet zehirlendi. Zaten fâiz ile imanları gitti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin, kendisine iman etmiş bulunduğunuz Allah’tan korkun.” (Mâide: 88)
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Allah-u Teâlâ’nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan! Helâk olan eski kavimler bollukta iken, sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardı. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcut. Onun için böyle bir devir gelmiş değil.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez.” (Buhârî)
İşte o gün bugündür!
Allah-u Teâlâ kesin olarak yasak ettiği halde, Âyet-i kerime’sinde:
“Şeytanın pis, murdar işidir!” (Mâide: 90)
Buyurduğu halde, kadınlar da erkekler de her çeşit içkiyi içiyor, her türlü kumarı oynuyor.
Fâizcilerin cehennemlik olduğu, eğer fâiz terkedilmezse bunun Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne karşı açılmış bir harp olduğu haber verildiği halde fâizle iş görülüyor, hatta fâize “Helâl” diyenler bile çıkıyor.
Halbuki Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde:
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” buyuruyor. (Bakara: 279)
Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emirlerini hiçe sayanlar otomatik olarak küfre girmiştir.
Allah-u Teâlâ nikâhlı yaşamayı meşru kıldığı ve Ferman-ı ilâhî’si olan Âyet-i kerime’sinde:
“Zinâya yaklaşmayın, zirâ o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)
Buyurduğu halde gayr-i meşru yollar tutuluyor, Lût kavminin helâkına mucip olan kötülükler yapılıyor, eşine hayızlı ve nifaslı iken mukarenette bulunanlar çıkıyor.
Evlilikte en mühim şart dinî nikâh olduğu halde, mehir vermek şart olduğu halde, kadının bu meşru hakkı verilmiyor. Mehrin adını bile duymayanlar var. Duysa bile yapmıyor, yapsa bile vermiyor, böylece nikâhsız ömür sürüyor.
Kimisi çocuk olmaması için ilâhî hükmü değiştirmeye çalışarak her türlü çareye başvuruyor, kimisi çocuk daha doğmadan ana karnındayken öldürüp katil oluyor, kimisi de olsun diye her türlü hayâsızlığa ve zinâya râzı oluyor.
Kimisi saçlarını boyuyor, tırnaklarına oje sürüyor, kat olduğu için ve su geçirmediği için cünüp geziyor. Kimisi de saçlarını ondüle yapıyor, düzeni bozulmaması için kafasını yıkamıyor.
Gusül alınmıyor, abdest de öylesine...
“Dinin direği” olduğu halde namaz kılınmıyor. Kılanların yüzde doksanı taharete, istibrâya dikkat etmediği için, abdestsiz namaz kılıyor da haberi olmuyor.
Emr-i ilâhî olduğu halde zekât verilmiyor, öşür verilmiyor.
Haksız yere adam öldürmeler çoğalmış, ticaret ahlâkı bozulmuş.
Adaletle iş yapılmıyor, emanet ganimet biliniyor. Rüşvetin adı hediye olmuş.
Zenginler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın ve şuursuz.
Gönüller hep perişan.
Bu kadar ahlâksızlık içinde imanı korumak çok zor.
Bu şuursuzluk, bilgisizlik, ahlâksızlık; hıristiyanların rahat çalışmasına, halkımız üzerinde tesirli olmasına sebep olabiliyor.
Bütün bunların yanında din adına bölünmeler artık çekilmez olmuş. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Müminler kardeştir.” (Hucurat: 10) ve
“Dine bağlı kalın, dinde ayrılığa düşmeyin!” (Şura: 13) buyurduğu halde müslümanlar fırka fırka bölünmüşler, bu din-i mübini kendi menfaatlerine âlet ediyorlar.
Günümüz insanları Hakk’tan kopmuşlar. Kimi particilerin, kimi türeme imamların, kimi de şeyh zannettiği şeytanların peşinde ve izinde. Kimisi küffara hayran, İslâm’ın yalnız ismini taşıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Deccal’den bahsederken; en büyük fitne diye vasıflandırdılar. Oysa bu din kuran bölücüler deccalden daha beter buyurdular.
Bunun sebeb-i hikmetini size arzedeyim:
Onlar gizliden gizliye allahlık dâvâsında bulundular, dinlerini kurdular. Müslümanlar İslâm’a hasret idi, onları öncü sandılar, onların içyüzlerini bilemediler.
Oysa Cenâb-ı Hakk:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyurduğu halde, onlar bir taraftan imanlarını bir taraftan paralarını topladıkları halde ayılamadılar.
Ve bugün İslâm önderidir diye zannettikleri küfrün önderi oldular, amma biz size bunu zamanında bir bir anlatıyorduk.
Verdiğiniz her kuruştan huzur-u ilâhîde sorulacaksınız.
Zira:
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini önünüze sürüyorduk. Biz bunları kim yapıyorsa kâfirdir derken siz müslüman önderidir diyordunuz. Şimdi gördünüz mü iç durumlarını? Amma biz size bunu çok evvel bildirmiştik.
Bunlar İslâm önderi gibi görünüyordu. Halkı çektiler, çekince imanlarını söktüler, dinlerine dahil ettiler. Halk zaten ortadaydı, imanını kaybetti. Şimdi böyle geziyor. İmanı gitti, parası gitti. Putları kırıldı, ortalıkta kaldılar.
İşte bu nur çıkınca bu putların hükmü kalmadı. Ne keş kaldı ne de keşane!
Bütün bunlara âmil olan bu nur oldu. Biiznillâh-i Teâlâ bu nur ile onları yok etti.
Bir yahudiyi bir kâfiri tanırsın, sakınırsın, amma böylelerini İslâm önderi zannedersin.
Bütün varlığı ile teslim olundu, onlarsa hazır gelmişken hem parasını hem imanını rahat aldı, İslâm namına.
Amma kimin uşağı imiş, kime hizmet ediyormuş.
•
“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş lâfı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır.
Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık varmış da işitmiyormuş gibi büyüklük taslayarak sırt çevirir. Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver.” (Lokman: 6-7)
Fethullah müslüman gibi göründü, takva ehli imiş gibi hareket etti. Biz bunun üzerinde ayrı ayrı parmakla basmıştık. Fakat bu sonki tutumu, banka kurması, din kurup dinine çekmesi ve bunların hepsinden sonra Amerika’ya kaçması “Amerika’nın ajanı olduğu, bu yaptığı işleri bu perde altında mı yapıyormuş?” sorusunu akla getiriyor.
Yani önce müslümanları dinden çıkardı, sonra paralarını aldı, mallarını mülklerini aldı, sonra banka kurarak Hazret-i Allah’a resmen harp ilân etti. Bunlardan sonra da Amerika’ya sığındı, demek ki bunların ajanı imiş.
Ve fakat biz Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere bakarak bunlar hakkında rahat rahat hüküm veriyoruz.
Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Dikkat edin, insanlar dine büyük gruplar halinde giriyorlar ama öyle bir zaman gelecek ki yine büyük gruplar halinde ayrılacaklar.” (Ahmed bin Hanbel)
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: “Bu doğru söylüyor!” deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Türkiye’nin bu anki hâli.
Dinden çıkmak kolay oluyor, çünkü bölücüler önünü kesiyor.
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur ki:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhâkî)
Bu gibi nemelâzımcıların durumu şudur:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) birtakım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hâinliğin zıddı olan emanet veya;
‘Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.’ (Ahzâb: 72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.”(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2039 - İbn-i Mâce: 4053)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar olmuş ve olacak siyasî, içtimâî birçok hadiseleri hususiyetle Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’ne haber vermiştir.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri de emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslup ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.
İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edip; o nur-u mübin’in sönmesiyle de bütün gönüllere umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.
Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.
İşte bunu küçümseyenlerin hâli bu olacak.
Enes -radiyallahu anh- buyurur ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!”
Ben bir gün kendisine:
“Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?” dedim.
“Evet! Kalpler Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir.” (Tirmizî: 2141)
İşte netice bu oldu!
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı, emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı, ilim dinden başka gaye için tahsil edildiği, kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı, mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu, şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu, şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar içildiği ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman; işte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizî: 2308)
Yani siz bu hâle düşerseniz bundan sonrası felâket. Her türlü felâket size gelecek.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Hayber savaşı’nın vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu.
Sonra da:
“Ey Hattab oğlu! Git de: ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ et!’ buyurdu.
Ben de çıktım ve:
‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)
Şehitlik dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı savaşlarda şehit olanlara gıpta ederlerdi. Burada, şehit olanları Resulullah Aleyhiselâm’a haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’sini çok iyi biliyor ve bu ilâhî beyandaki ölümsüzlerden olmak istiyorlardı:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz.” (Âl-i imrân: 154)
Böyle olduğu halde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şehit olduğu haber verilen kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiştir.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşı’na çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ’ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.
Bunun üzerine biz: ‘Ona şehâdet mübarek olsun yâ Resulellah!’ dedik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
‘Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Hayber’de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır.’ buyurdu.
Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: ‘Yâ Resulellah! Bunu Hayber’de almıştım’ dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!” (Müslim: 115)
Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.
Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve borç.” (Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:
‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.
Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1283)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb’ımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın, Ashâb-ı kiram’ın, Selef-i salihîn’in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakim’den bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid’atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî’ye ve feyz-i samedânî’ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ’nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvâllerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suîzan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk’ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Âyet-i kerime’si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
ANCAK RABB’İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)” (Hûd: 118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.
Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
“ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
Rabb’inin: ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!’ sözü tamamen yerine gelmiştir.” (Hûd: 119)
Onlar Allah ve Resul’üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul’ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)
Ümmet-i Muhammed’in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesat zamanında tamamen belli olacaktır.
Eskiden âlim çoktu. Herbiri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise pek azdır.
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
Şeytan ilâhî rahmetten tardolununca, Allah-u Teâlâ’dan kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istemiş ve zannına göre şöyle demişti:
“‘Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.’ dedi.” (İsrâ: 62)
Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu isteğini kabul etti.
“Sen mühlet verilenlerdensin.” buyurdu. (A’râf: 15)
Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
“Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım.” (A’râf: 16)
“Ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’râf: 17)
Bu sözlerini kendi zannına göre söylemiş ve isabet de etmiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.” (Sebe: 20)
Bu uymaları şeytanın gücünden değil, imansızlıklarındandır.
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur.
Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi yoldan çıkaramayacağına dâir Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Bana varan doğru yol işte budur. Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.
Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır.” (Hicr: 41-42)
Bu Âyet-i kerime’lerden açıkça anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cehennemlik olduklarını haber verdiği bu “Yetmişiki Fırka” şeytanın hizmetindedirler.
Bu yetmişiki fırkanın birine sapanların felâketlerini ve cehennemdeki azaplarını görüyoruz. O bir fırkanın da saâdet ve selâmetlerini görüyoruz. Bu ilâhî hükümleri görmüş oluyoruz.
Kimi o bir fırkayı seçer, selâmete erer. Kimi o yetmişiki fırkadan birini seçer felâkete düşer.
Hıristiyanlar, İslâmiyet’in doğuşundan itibaren müslümanlara bir önyargı, kin ile bakmışlar, bunun için de haçlı seferleri adı altında yüzyıllarca seferler yapıp İslâm beldelerine saldırmışlardır.
Tarih hıristiyanların acımasız soykırımları ile doludur. Endülüste o kadar çok müslümanı katletmişlerdir ki, bugün o beldelerde o nesilden bir tane müslüman dahi yaşamıyor.
Savaş ve harp ile müslümanları sindiremeyeceğini anlayan hıristiyan âlemi, birçok hıristiyanın müslüman olmasının önüne geçemeyince, sinsice yollar aramaya başlamış, fitne ve fesat tohumlarını müslümanların arasına sokma gayretine girmiştir.
Binaenaleyh güç kullanma ve soykırım yöntemleri ile müslüman memleketleri istilâ edemeyince hıristiyanlar kaleyi içeriden ele geçirme yolunu tatbik etmişler, misyonerlik faaliyetleri için yeni bir kisve bulmak zorunda kalmışlardır. ll. Konsil’in ürünü olan ve Papalıkça yayınlanan “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Kurulacak Diyalog İçin Yönlendirmeler” isimli kitap incelendiğinde görülecektir ki maksat hıristiyanlara müslümanlara yeni yaklaşım tarzını öğretmektir.
Hermann Stieglecker’in şu sözleri bunun ispatıdır:
“Şimdiye kadar hıristiyanlar, İslâm’a hücum etmek yahut ona karşı kendilerini savunmak için kılıç çektiler. Çoktan beri kılıcı kınına koyduk ve müslümanları, Hıristiyanlığı sevdirmeye yönelmiş bir dini sevdirme gayreti sergiledik; fakat bu kılıcı ve kını imha etmek gerekir ve bizim, Hıristiyanlığı anlatma gayretlerimiz de tamamen gözden geçirilmelidir. Önce Efendimiz (Hz. İsa)’nın bize bıraktığı silah olan sevgiye dönmeliyiz. Müslümanların kalplerine ulaşabilmemiz ancak bununla mümkün olacaktır. Şu halde İslâm dininin inançlarını derinlemesine bilmek ve müslümanın dinî psikolojisini kavramakla işe başlamak gerekir.”
1710 yılında İngiliz sömürgeler bakanlığının emriyle Mısır, Irak, İran, Hicaz ve hilâfet merkezi İstanbul’da casusluk faaliyetlerinde bulunmak ve batı çıkarları adına gizli bilgiler toplamak üzere görevlendirilmiş bir İngiliz ajan misyoneri olan Hampher; “İslâm’ı Nasıl Yok Edelim, Bir İngiliz Ajanının Hatıraları” isimli kitabında İslâm’ı nasıl yıkacaklarını, neler yaptıklarını, bu tarihte beş bin olan hıristiyan misyonerlerinin neler yaptığını, kendisinin Osmanlı devletini yıkmak, müslümanları dinden uzaklaştırmak, fitne ve fesat çıkarmak için nasıl çalışmalar yapıp, tohumlar ektiğini hatıratında yazmıştır.
Öyleki nifak hareketlerinin en azılısı olan Vehhâbi zihniyeti kurucusu olan Muhammed bin Abdulvehhab’ı nasıl kandırıp yoldan çıkardıklarını, nasıl onu İslâm’ı yıkmak, müslümanları parçalamak için kullandıklarını açıkça bir bir anlatmaktadır.
Vatikan’ın, dinlerarası diyaloğu gündeme getirmesinin üç sebebi vardır:
1- Katolik kilisesinin dışa açılmasını, yeni yapılanmalara ayak uydurmasını sağlamak.
2- Hıristiyan kiliseleri arasındaki husumeti gidermek ve yeni bir işbirliği içine girmek.
3- Haçlı seferlerinin ve misyoner faaliyetlerinin hafızalardan silinmeyen kötü izlerini yumuşatmak ve hıristiyanlığı dünya insanına daha sevimli göstermek. Yani diyalog yoluyla misyonerlik...
Binaenaleyh, hıristiyanların, haçlı seferleri ve misyonerlik faaliyetleri denemelerinden sonra, diyalog metodunu gündeme getirmeleri şüphelidir. Yine hıristiyanlık faaliyetlerine devam ettikleri malûmdur.
II. Vatikan Konsili’nde ele alınan bazı konular bu şüpheleri haklı çıkarmaktadır.
Matta incilinde ifade edilen ve hıristiyan misyonerliğinin felsefesini oluşturan (28/18-20) “Bütün insanları hıristiyan yapıncaya kadar kilisenin görevinin devam edeceği” görüşü esas alınmıştır.
Misyoner Rahip Samuel Zwemer de:
“Müslümanları vaftiz etmek için boşuna çabalayıp durmayalım... Başka yollar deneyelim. İslâm ülkelerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hıristiyan adetlerini, hıristiyan bayramlarını, hırıstiyan kültürünü, hıristiyan ahlâkını aşılayalım.” demiştir.
Osmanlı devletinin yıkılmasının sebeplerinden birini oluşturan misyoner çalışmalarının en bariz özelliğini, yine Hampher’den okuyoruz. “Orta halli âileler için yaptığımız okullarda çocuklar eğitmeliyiz. O bölgelerde çok sayıda kilise inşa etmeliyiz. İçki, kumar, fuhuşu öyle yoğunlaştırmalıyız ki, genç nesil İslâm’dan tamamen yüz çevirsin.”
Gördüğünüz gibi hıristiyanlığın kolayca anlatılabilmesi için önce müslüman gençleri İslâm’dan soğutmak, fasit ve bâtıl fikirleri sokmak, haramları yaptırmakla işe başladılar.
“Müslümanların ırkçı, milliyetçi duyguları kamçılanacak, din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı sevgi, saygı, dostane ilişkiler bozulacak (âlimlere iftira etmek gibi) kâfirlerle cihadın vâcip olduğu inancı sarsıntıya uğratılacak.”
“Hazret-i Peygamber’in dinden maksadı sadece İslâm dini değildir. Yahudi ve hıristiyan ve diğer dinlerin takipçileri de müslümandır. zihniyetini yerleştirmek...”
Yani küfrü hoş görmek ve göstermek. Küfre kucak açmak. Bu çalışmaların kaynağının nereden geldiğini görüyorsunuz değil mi? Müslümanları küfre teşvik etmek ne büyük nankörlüktür.
“Müslümanları ibadetlerinden alıkoymak, Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri konusunda şüphe uyandırmak...”
“İslâm’ı karıştırıcı bir din olarak tanıtmak.”
Şu an öyle yapmadılar mı? Terör dini, geri kalmışlığın kaynağı gibi gösterip İslâm’dan insanları soğutmak için bütün batılı devletler elbirlik etmiş çalışmıyorlar mı?
“Âilelere nüfuz ederek âile içi ilişkiler, sömürü kültürüne göre düzenlenecek.”
“Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmesi için olağanüstü çaba sarfetmek.”
Ve daha nice fitne ve fesat yayıcı mevzular ajan misyonerler tarafından bu kitaptan okunup İslâm ülkelerinde tatbik edilmiştir.
Binaenaleyh önce kültür tahribatı yapmışlar, İslâm dini hakkında yanlış fikirler yaymışlar, İslâm’ı şiddet dini göstermişler, geri kalmışlığı İslam’la irtibatlandırmışlar, İslâm’ı ve Peygamber’ini küçük göstermek, ahlâken her yolu deneyerek çöktürmek istemişlerdir.
Bu hâle gelen bir kimseyi daha sonra rahatça hıristiyanlaştırabileceklerinin plânlarını kurmaktadırlar.
Direk hıristiyanlaştırmasalar bile kendi dinlerine kayıtsız, ilgisiz hâle getirebilecek her yolu denemekteler.
Okulları, dil kurumlarını, yardımlaşma faaliyetlerini kullanıp gizli emellerine alet etmektedirler.
Misyonerler; televizyon, radyo kurup işleterek, yayınevleri kurarak, okullar ve dil kursları açarak, ilim adamlarını kullanarak, halkın felâket ve sıkıntılı anlarında yardım adı altında parayı ve makam-mevkiyi kullanarak, meslek örgütlenmeleriyle ve en mühimi de diyalog yoluyla çalışmaktadırlar.
Bütün bu amaçlarına yıllardır halkı dinden, imandan, vatandan soğutarak ulaştılar. Artık alenen hıristiyanlığı anlatıyorlar ve resmen hıristiyan yapma gayretindeler.
Bilhassa protestan hıristiyan misyonerlerinin çalışmaları ciddi tehlike arzetmektedir. Ortadoks ve katolik hıristiyan misyonerleri de hem halkımız hem vatanımız üzerinde sinsice çalışmaktadırlar. Gizli emellerini tatbik etmektedirler.
Ankara Ticaret Odası’nın yayınladığı “Avrupa Birliği’nde Maskeli Balo, Dayatmalar ve Gerçekler” isimli el kitabında:
“Türkiye’de halen 136 bin katolik misyoner, 106 bin Avrupa Birliği misyoneri yoğun şekilde çalışmaktadır.” deniliyor.
Misyonerler istismar metodlarında insanların zor zamanlarını kollarlar; ekonomik, sosyal felâketleri fırsat bilirler. Deprem, yangın, ekonomik kriz gibi durumlar hıristiyanlığı yaymak için uygun ortamlardır ve bu görülmüştür. Adapazarı-İzmit depreminde hıristiyanların çalışmaları, Doğu ve G. Doğu’da kürt vatandaşlarımızın üzerindeki çalışmaları unutulmamalıdır.
Misyonerler; Samsun, Trabzon, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Diyarbakır illerinde çok faaldirler. Bu yerler tarih açısından önemlidir. İzmir, İstanbul, Edirne çalışma alanlarının içindedir.
Protestanlar, Kurtuluş kilisesi aracılığıyla, bilhassa Kore ve Çin asıllı ABD vatandaşları aracılığıyla çalışmaktadırlar. Ankara merkezli çalışıyorlar. Dil ve eğitim faaliyetleri adıyla çalışıyorlar.
Yine prostestanların Hamiler kilisesi de Trabzon ve Rize’de Almanya gibi yurt dışında hıristiyan yaptıkları Türkler’le misyonerlik çalışması yapmaktalar.
Yehova şahitleri, Bahailer’de çalışmaktadırlar.
Misyonerler; bilhassa Alevi ve Kürtler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca ekonomik, sosyal felâket zamanlarında çalışmaktadırlar.
Son zamanlarda hoşgörü ve diyalog yoluyla yahudilik ve hıristiyanlık müslüman halka hoş gösterilip küfre teşvik edilmekte ve misyonerlerin ekmeğine yağ sürülmektedir.
1990’lı yıllarda Trabzon’da 10 hıristiyan varken 2000 yıllarında 10 bin kişinin hıristiyan eğitiminden geçtiği söylenmektedir. Bilhassa üniversitelerde ve kolejlerde etkilidirler.
Ankara Ticaret Odası’nın hazırladığı “Misyonerlik Raporu”nu incelediğimizde, Türkiye’nin misyonerlik faaliyetlerinin hedefi haline geldiğini gördük.
ATO Başkanı Sinan Aygün “AB uyum yasaları misyonerliği hortlattı” dedi.
Yani demek istiyor ki, AB’ne gireceğiz diye bu kâfirlere hoşgörü ile bakıp, genç, saf, temiz, masum insanlarımızı hıristiyanlaştırmalarına göz mü yumalım?.. Bu misyonerlere birşey denmiyor, AB uyum yasaları bunların çalışmalarına müsade ediyor.
ATO Raporu, içler acısı durumu göz önüne seriyor:
“RAPORA GÖRE TÜRKİYE MİSYONERLİK FAALİYETLERİNİN HEDEFİ HALİNE GELDİ.
BAŞLANGIÇTA HRİSTİYANLIĞI YAYMA AMAÇLI GÖRÜLEN MİSYONERLİK FAALİYETLERİ DEVLETİN ÜNİTER YAPISINI HEDEF ALIYOR.
FAALİYETLERİ KARADENİZ VE GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGESİNDE YOĞUNLAŞIYOR.
ÇEŞİTLİ PİKNİK, GEZİ, EV TOPLANTILARI GİBİ SOSYAL FAALİYETLER VE AYİN, KIŞ OKULU, SEMİNER, KONFERANS GİBİ EĞİTİM AMAÇLI ORGANİZASYONLAR İLE SEMPATİZAN KAZANILIYOR.
ATO BAŞKANI AYGÜN: AVRUPA BİRLİĞİ UYUM YASALARI MİSYONERLİĞİ HORTLATTI.
Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından hazırlanan Misyonerlik Raporu Türkiye’nin misyonerlik faaliyetlerinin hedefi haline geldiğini ortaya koydu. Rapora göre başlangıçta hristiyanlığı yayma amaçlı görülen misyonerlik faaliyetleri etnik ve dini ayrımcılığı körükleyerek devletin üniter yapısını hedef alıyor.
Rapora ilişkin ATO’dan yapılan yazılı açıklamada misyonerlik faaliyetlerinin Güney Kore, ABD, İngiltere, Yeni Zellanda, Avusturya, Almanya, İsveç ve Romanya uyruklu mesih inananları denen şahıslar tarafından yürütüldüğü ve Adana, Edirne, İstanbul, Ankara, İzmir, Trabzon, Antalya, Hatay, Bursa ve Samsun gibi illerden yönlendirildiği belirtildi.
Türkiye’de Hristiyan cemaatinin sayısının 50-55 bin olarak tahmin edildiğine vurgu yapılan raporda, misyonerlik faaliyetleri kapsamında 300’den fazla kilise, çok sayıda kitapevi, 1 kütüphane, 6 dergi, onlarca vakıf, yayınevleri, 5 radyo, çok sayıda manastır, 2 kafe, 1 acente, 1 mahfil, 7 şirket, 1 otel, 1 tercüme bürosu, 7 gazete, 1 tarihi eser, 2 müze, 4 harabe, 1 kale, ve onlarca dernek bulunduğu kaydedildi.
Sadece 2003 yılında 190 misyonerlik faaliyetinin tespit edildiği bunun 27’sinin Bahailik faaliyetine yönelik olduğunu ifade edilen raporda, Bahailik faaliyetlerinin Sivas ve Erzincan illerinde, Hristiyan misyonerlik faaliyetlerinin ise Nevşahir, Adıyaman, Adana, Bursa, Diyarbakır ve Mersin illerinde yoğunlaştığı görülmektedir denildi. Raporda ayrıca Türkiye’de Yehova Şahitleri, Bahailik, Protestan, Katolik, Ortadoks, Süryanilik Misyonerlik Faaliyetleri adı altında çeşitli unsurun bulunduğu ifade edilirken bu unsurların faaliyetlerine ilişkin şu bilgiler verildi:
Yehova Şahitleri: Merkezi New York’ta bulunuyor. Sözlü propogandasını gezici vaizlerle sürdürüyor. Taraftarları evleri kapı kapı dolaşarak kitap, dergi, broşür dağıtıyor, seminer, toplantılar düzenliyor. Ülkemizde merkezi İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir, Eskişehir, Antalya, Hatay, Aydın, Kuşadası ve Mersin illerinde ibadet salonları bulunuyor. 1974 yılında İstanbul’da kurulan “Mukaddes Kitap Kursları Derneği” vasıtasıyla faaliyetlerini sürdürüyor.
Bahailik Faaliyetleri: Faaliyetleri Sivas, Erzincan, Hatay, Adana, Gaziantep, Şanlı Urfa-Birecik, Mersin, Edirne ve İstanbul illerinde yoğunlaşıyor.
Protestan Misyonerlik Faaliyetleri: Merkezi Almanya/Schormdorf’ta bulunuyor. Ankara’da kurdukları Türkiye Protestan Kiliseleri Birliği dışında 2000 yılında 19 adet protestan kilisesi açıldığı bildiriliyor.
Katolik Misyonerlik Faaliyetleri: Vatikan tarafından yönlendiriliyor.
Ortadoks Misyonerlik Faaliyetler: 1980’li yıllardan itibaren Doğu Karadeniz Bölgesi’nde suni bir Ortadoks ayrımcılığı yaratma çabası içerisindeler.
Süryanilik Faaliyetleri: Süryanilik faaliyetleri Mardin merkezli olarak yürütülüyor. Kendi kültür gelenek ve göreneklerini yaşatma ve geliştirme hakkı tanınması yönünde faaliyette bulunuluyor.
BAŞKENT’TE ETKİNLER
Rapora göre Ankara’da özellikle protestan topluluğu ve Yahova Şahitleri’nin faaliyetleri yoğunluk kazanıyor. Protestan topluluğunun misyonerlik faaliyetlerini Kurtuluş Kilisesi’ne bağlı Protestan Kiliseleri yürütüyor. Kurtuluş Kilisesi’ne bağlı 10 kilise bulunuyor. Raporda Bala ilçesi Kesikköprü Beldesi’nde her yıl Ağustos ayında öğrencilerin katıldığı bir çadır kampı kurulduğu ve kamp masraflarının bir şirket tarafından karşılandığı belirtiliyor.
Yahova Şahitleri kapsamında misyonerlik faaliyetinde bulunan grubun merkezi de ABD’de bulunduğu belirtilen rapora göre grup, Ankara’da cemaat adı altında bir oluşumla faaliyet yürütüyor, kendilerine yakın olan vatandaşlara kitap ve broşür dağıtmak suretiyle misyonerlik faaliyetinde bulunuyor.
Ankara Protestan Kurtuluş Kilisesi bünyesinde 2003 yılı içerisinde 60 kişinin din değiştirmesinin sağlandığı, 15 kişinin vaftiz edildiği, halen kilisenin 130 kişiden oluşan faal bir grubunun olduğu belirtilen raporda sözkonusu grubun yüzde 10’unun üst düzey grubuna, yüzde 40’ının orta gelir grubuna, yüzde 40’ının dar gelirli gruba mensup olduğu ifade ediliyor.
HEYBELİADA RUHBAN OKULU
Rapora göre, İstanbul’da halen 126 kilise, 4 dergi, 1 kafe, 36 dernek, 7 gazete, 12 internet sitesi, 1 müze, 1 otel, 6 radyo, 6 şirket, 44 vakıf ve 2 yayınevi bulunuyor. Gelir seviyesi yüksek semtlerde sinema, tiyatro, kafe ve benzer eğlence merkezlerinde misyonerlik faaliyetleri kapsamında film gösterileri yapılıyor. İki yayınevi eliyle yurt genelinde Hristiyanlık dinini tanıtıcı ve övücü kitap, kaset, broşür, CD, VCD dağıtımı yapılıyor.
Diğer yandan raporda Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos’a Ekümenik vasfı kazandırmak amacıyla, Ortadoks dünyasının lideri olduğu imajını vermek, toplantı , konferans ve ayinler düzenleyerek kamuoyunun ilgisini Fener Rum Patrikhanesi üzerine yoğunlaştırmak, kendisine rakip olarak gördüğü Moskova ve Kudüs Patrikhanesi’nin yetki alanını kısıtlamak ve Heybeliada Ruhban Okulu’nu açtırmak gayretleri içinde oldukları belirtiliyor.
HEMEN HER İLDE FAALİYETTELER
Raporda, Türkiye’nin diğer illerindeki misyonerlik faaliyetlerinde bulunan unsurlar ise şu şekilde sıralanıyor.
İzmir’de toplam 8 cemaat ya da topluluk,
Hatay’da Protestan Kilisesi, Katolik Kilisesi ve Vakfı, Apostalit İbadet yeri ve Rum Ortadoks Kilisesi,
Adana’da Protestan Kurtuluş Kilisesi,
Nevşehir’de Konstantin Eleni Kilisesi,
Bursa’da Uluslararası Protestan Kilisesi ve 2 sinegog, Osmangazi İlçesi’nde Yahova Şahitlerine ait bir ibadet yeri. İznik ilçesinde Ayasofya Kilisesi,
Mardin’de Süryanilik faaliyetlerinin merkezi olan Deyr-ul Zaferan Manastırı ile Deyr-ul Umur Manastırı,
Adıyaman’da Süryani Kilisesi,
Kayseri’de Melikgazi ve Ağırnas kasabasında bulunan Aziz Prokopios Kilisesi,
Isparta ve Trabzon’da da çok sayıda kilise,
Antalya’da Antalya Uluslararası Kilisesi, İncil Kilisesi, Aziz Pavlus Kültür Merkezi,
Bodrum’da Ortakent beldesinde bir pansiyon,
Niğde’de Bahailik grubuna mensup çok sayıda kişi eliyle,
Düzce’de bir reklam şirketi aracılığıyla,
Çanakkale’nin Gökçeada ilçesinde çok sayıda kilise,
Kocaeli’nde Gölcük ilçesinde bir kadın dayanışma vakfı eliyle,
Edirne’de Bahailere ait El emin evi.
ATO BAŞKANI AYGÜN
Araştırmaya ilişkin değerlendirmelerde bulunan ATO Başkanı Aygün, önemli din merkezleri nedeniyle Türkiye’nin jeopolitik bir öneme sahip olduğunu, bu özelliği ile Türkiye’nin hemen her dönemde misyonerlerin iştahını kabarttığını söyledi.
Misyonerlik faaliyetlerinin Haçlı zihniyetinin bir devamı olarak değerlendiririlmesi gerektiğine dikkat çeken Aygün, son yıllarda misyonerlik faaliyetlerinde gözle görülür bir artış olduğunu dile getirdi. Bu artışın en önemli nedeninin misyonerlerin işlerini kolaylaştıran Avrupa Birliği uyum yasaları olduğunu kaydeden Aygün uyum yasaları misyonerliği hortlattı şeklinde konuştu. Aygün şunları söyledi:
Misyonerler Türkiye’de elini kolunu sallayarak propoganda yapıyor, adeta cirit atıyorlar. Türkiye’de yaşanan ekonomik istikrarsızlıklar ve krizler bu işin tuzu biberi oldu. Geleceğe umutsuz bakan insanlar, özellikle genç nesiller, kolayca kandırılıyor. Evlere, dükkanlara kadar girip mürit arıyorlar. Ceplerine para koyup, gençlerin beyinlerini yıkıyorlar. Türkiye şu an tam anlamıyla misyonerlerin istilası altında. Başkent Ankara’da her köşede örgütlenmişler. Piknik, gezi, ev toplantıları gibi sosyal faaliyetler ve ayin, kış okulu, seminer, konferans gibi eğitim amaçlı organizasyonlar ile sempatizan kazanılıyorlar. Kimse (Siz kimsiniz, ne yapıyorsunuz?) diye soramıyor. Sorulsa bile (Uyum yasaları çıktı) diyorlar. Bu bir işgal değil de nedir? İşgal olması için ille de silahla mı girilmesi gerekiyor? Ellerinde din silahı var, başka silaha ne gerek. Ünlü bir Afrika özdeyişi vardır: Özdeyiş (Hristiyanlık Afrika’ya geldiğinde, Afrikalıların toprakları, Hristiyanların ise incilleri vardı. Hristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua ve ibadet etmemizi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onlar bizim topraklarımızı, biz de onların incillerini almıştık) der. Böyle bir durum Türkiye’de yaşanmasın. Uyanık olalım.”
Ankara Ticaret Odası Raporu böyle. Artık Türkiye’nin nereye gittiğini, nereye götürülmek istendiğini görün.
Şunu da hatırlatmakta fayda var:
Şu anda AB’ne girmek için Heybeliada Ruhban Okulunun açılması da gündeme gelmiştir.
1971 yılında kapatılan bu okulun dinimiz ve vatanımız aleyhindeki faaliyetleri apaçık biliniyor. AB’ne girmek adına açılması yanlışların en büyüklerinden biridir.
Ecdadımız bu son ve ulvî dini -İslâm’ı- yaymak için canını malını feda etmiş iken, “Davamız kuru kavga değil, Allah’ın dinini yaymaktır.” derken, onca hıristiyan ve diğer beldeleri İslâm’a davet adına fethederken, onların bu emanetini küffara mı teslim edeceğiz. Onlar lanet okumazlar mı bize? Bunca şehit, bunca çaba bugünler için miydi? Bize sorsalar onların yüzüne nasıl bakacağız? Hülasa hıristiyanlar var güçleriyle çalışıyorken, biz İslâm için, din için, vatan için ne yapıyoruz? Nasıl çalışmamız icap ediyor? Düşünmeli değil miyiz? Bugün insanlık âlemi küfür deryasında boğuluyor, dalâlet ve masiyet yollarına sapmışlar kurtulamıyorlar.
Bunun içindir ki azimli bir şekilde çok çalışmak gerekiyor. Ola ki bir kişi Allah-u Teâlâ’nın lütuf hidayetine erer.
Bir insan sele kapılmış gidiyor. Merhamet ederek kenara gelip onu kurtarmaya çalışmaz mısınız? Kurtarmazsanız boğulup gidecek. Dalâlet girdabına kapılmış bir insanı kurtarmak, ona da benzemez. Bir insanın ebedî hayatını kurtarmak oluyor. Şöyle düşünürsek bir tarafta can kurtuluyor bir tarafta iman kurtuluyor.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İnsanları Allah’a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve ‘Doğrusu ben müslümanlardanım!’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet: 33)
Görüyoruz ki İslâm düşmanları iman evini yakıyorlar. İman evini kurtarmayalım mı? İmanlar yanıyor kimsenin umurunda değil. Fakat evi yansa hemen koşacak. İmanın ölçüsü buradadır.
•
Başbakanlık eski Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu ise misyonerlerin Türkiye’de ne kadar kilise varsa hepsini ortaya çıkarmaya çalıştığını söyledi. Yazıcıoğlu; “Türkiye’de 86 bin cami varsa 21 bin de kilise var. Dünyanın hiçbir yerinde Müslüman bir ülkede bu kadar kilise yoktur. Avrupa’daki camilerin neredeyse hiçbirinde minare yok. Ezan sesi de yok. Ama Türkiye’de kiliselerde çanlar çalıyor. Niye bizde var, onlarda yok.” dedi.
Türkiye’de 50 bin misyonerin görev yaptığını, amaçlarının Türk milletini parçalamak olduğunu söyleyen Yazıcıoğlu başka bilgiler de verdi:
“Adana’da yeni 38 kilise evi açıldı. Oralarda da ciddi şekilde propagandalar yapılmaktadır. Amaçları Türk milletini parçalamaktır. 11 Eylül’den sonrası 30 bin Amerikan misyoneri de dünya çapına dağılmıştır. Bunların çoğunluğu İslâm ülkelerinde görev yapmaktadır.”
“Osmanlı’nın yıkılmasına baktığınız zaman Avrupa’nın dayatmalarını görürüz. Bu dayatmaların en önemli örnekleri 1839 ve 1856 Tanzimat ve ıslahat fermanlarıdır. Tanzimat ve Islahat fermanları ile AB uyum yasalarını karşılaştırdığınızda pek bir fark olmadığını görürsünüz. Azınlıklara siyasi, etnik ve ticari özgürlükler verilmesi Osmanlı’nın yıkılmasına kadar gidiyor. Azınlıklar meselesinde ne kadar etnik ve mezhep farklılıkları varsa hep ortaya çıkarıldı ve Osmanlı parçalandı, bölündü. AB’nin dayatmalarına baktığınızda bu uygulamaları görüyoruz. Sadece strateji ve oynanan oyunların örtüsü değişti.”
“Türkiye’deki misyoner ve vakıf faaliyetlerinin arkasında Macar Yahudisi ve borsa spekülatörü George Soros’un olduğu” nu açıkladı.
Soros Yugoslavya ve Gürcistan darbelerinin mimarı olarak bilinmektedir. Endonezya ve Malezya ekonomilerine de büyük darbe vuran krizlerin baş aktörüdür.
“Özellikle Karadeniz Bölgesi’nde misyoner faaliyetlerinin ciddi biçimde arttığı” na dikkat çeken Yazıcıoğlu; “Sadece kendi memleketi Trabzon-Çaykara’da 60 kadar üniversiteli gencin hıristiyan yapıldığı” nı açıkladı.
“Soros’tan maddi yardım alan vakıfların Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasi platformlarda raporlar hazırlayarak, bu raporlardaki görüş ve düşünceleri Türk bürokrasisine ve toplumuna empoze etmeye çalıştığını” ifade etti.
•
Hıristiyanların, Türkiye’deki ve İslâm ülkelerindeki faaliyetleri de dahil olmak üzere dünya üzerinde her yıl misyonerlik faaliyetlerine 300 milyar dolar harcama yaptıkları tahmin edilmektedir.
Yurtdışında çalışan işçilerimizin ikinci ve üçüncü kuşak çocukları da maalesef hıristiyanların, misyonerlerin kuşatması altındadır. Bu hususta uyanık olunmalıdır. Anne-babalara çok ciddi görevler düşmektedir.
Hıristiyanlığı yaymak için televizyon, gazete gibi kitle iletişim araçlarının, sinema, tiyatro, müzik gibi sanat faaliyetlerinin ve bilimsel çalışmaların kullanılması tehlikenin boyutlarını büyütmektedir.
Türkiye’mizde ve müslüman ülkelerde her gün ve gece gösterilen film ve programlarda yapılan hıristiyanlık propagandası misyonerlerin verdiği zarardan daha büyük zararlar vermekte, halkımız batı kültürünün ve hıristiyanlığın etkisinde kalmaktadır. Ta ki küçük çocukların dikkatle izlediği çizgi filimlerde bile bu mevcuttur.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kıyamet kopmadan önce vuku bulacak altı alameti sayarlarken birisini şöyle buyurmuşlardır:
“İstisnasız her Arap evine girecek bir fitnenin yayılması.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1313)
Televizyon vesaire, buna mümasil fitneler her eve girdi. Bu vasıtalarla her rezalet yapılıyor.
Bu faaliyetler neticesinde “Amin” yerine “amen” diyenler, yemeğe başlamadan duâ edenler, cenaze arabalarına çiçek atıp alkış tutanlar, yılbaşı, doğum günü gibi hıristiyan adet ve bayramlarını kutlayanlar bir çığ gibi çoğalmaktadır.
•
Ey küfre kucak açanlar! Müslümanları küfre teşvik edenler! Küfrü hoş göstermeye çalışanlar! Bunca açıklamaları gördükten sonra hâlâ küfre yaranmaya çalışacak mısınız? Bunca genç müslüman evlâdın hıristiyan olmasının vebalini nasıl yükleneceksiniz? Bu kötü icraatınızın hesabını mutlaka vereceksiniz.
•
Ey Müslümanlar! Uyanık olun! Küfrü ve kâfirleri hoş görmeyin. Hoş görenleri de hoş görmeyin. Hazret-i Allah’ın; “Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim: 6) Âyet-i kerime’sini unutmayın. Evlâd-ı ıyalinizin bu yüce ve son dini bırakıp boşlukta kalmasına, misyonerlerin kucağına düşmesine sebep olmayın. Onları cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah-u Teâlâ’nın itaat yoluna götürmeye çalışın.
•
“Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide: 16)
•••
Halbuki hıristiyan misyonerlerin amacı halkımızı hıristiyan yapmak,
memleketimizi sömürgeci hıristiyan devletlere peşkeş çekmektir:
Misyoner faaliyetlerinin hangi boyuta geldiğini gösteren bir haber (1 Haziran 2004)
Resulullah Aleyhisselâm’ı karalamak için büyük tertipler hazırlayan bu küfür ehlini hoş görmek, Resulullah düşmanlarına “Hazret” demek, onlarla dost olmak Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmek demektir. Nitekim bu küfrü hoş görücüler hoşgörü toplantılarında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ismini anmadıkları gibi, “Muhammedün Resulullah” demeyenlere rahmet ve merhamet nazarıyla bakılmasını telkin ederek küfre teşvik etmektedirler. (Yeni Şafak, 02.06.2004)
(9 Eylül 1999, Star)
20 Haziran 2004, A. Vakit
8 Haziran 2004, Ortadoğu
1 Mayıs 2004, D.B. Tercüman
2 Haziran 2004 tarihli Y. Şafak gazetesinin manşet haberi
31 Mayıs 2004, Ortadoğu
19 Ocak 2002, Hürriyet
ATO tarafından yayınlanan kitapçığın kapağı ve küffarın gerçek niyetini gösteren delillerin yer aldığı sayfalardan ikisi
Misyoner faaliyetlerinin hangi boyuta geldiğini gösteren 1 Haziran 2004 tarihli D. B. Tercüman Gazetesinin manşet haberinin devamı
18 Kasım 2003, Vatan