“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde böyle buyuruyor, iman edenlere de duyuruyor.
Siz ne diyorsunuz?
Hazret-i Allah iman ile küfrü kesin olarak birbirinden ayırmıştır:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilan etmiş,
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19) buyurarak inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmış, küffarın İslâm’ın ve müslümanların hasmı olduğunu iman ehline duyurmuştur. Nasıl ki küffar İslâm’ın hasmı ise, iman ehli de küfrün hasmıdır. İlâhi hüküm budur.
Nitekim küffar bütün gücü ile İslâm’ın üzerine yöneldiği, İslâm’ın üzerine abanmaya çalıştığı bu günlerde aynı zamanda memleketimizde ve İslâm dünyasında küfrünü yaymak için gizliden gizliye icraatını yürütmeye çalışmakta, müslümanların birlik ve beraberliğini bozmak için elinden geleni yapmaktadır.
Küfrün İslâm’a olan husumetinin iyice ortaya çıktığı, çok büyük zulümlerin yapıldığı bu devirde küfrü hoş göstermeye çalışıp küffarın ekmeğine yağ sürenler de iyi bilinsin onlardandır. Küfür ehline yardımcı olan, küfür ehlinin ajanıdır, küffârın casusudur. Onun namına çalıştığı için onlardandır. Bu böyle bilinmelidir.
Son günlerde “Hoşgörü”, “Diyalog” adı altında bu küfür icraatları bütün hızıyla devam etmektedir. Bu durumu fırsat bilen papazlar yıllardır ulaşamadıkları emellerine kavuşabilmenin umuduyla ellerini ovuşturmakta, birçok gencimiz misyonerlerin tuzağına düşüp din değiştirmekte, harabe halde bekleyen eski kiliselerde ayinler tertip edilmekte, yenilerinin açılması için izin verilmektedir.
Bir taraftan insanımız hıristiyanlaştırılmaya çalışılırken bir taraftan da bu İslâm beldesi hıristiyan memleketi gibi gösterilmeye uğraşılmaktadır. Bu yıkıcı faaliyet -maalesef- idare mevkiindeki bazı zevatça da şuursuzca desteklenmektedir. Fethullah Gülen’in çıkarttığı fitne, akıttığı zehir bir taraftan İslâm’a, bir taraftan vatanımıza çok büyük tehlikeler arzetmektedir.
Biz bunu daha evvel de neşretmiştik.
Ve fakat Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde:
“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)
Gayemiz bu fitneyi söndürmek, fitne çıkaranların başını ezmektir.
Zira Allah-u Teâlâ:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19) buyururken, islâm’ı ve peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa’yı yok farz etmek hangi anlayış, izan ve zihniyetin ürünüdür.
Şeytan da birçok vaatlerde bulunur. İmanı alınıncaya kadar. Bunlar da bu kabildendir.
Zaten Fethullah Gülen çıkardığı bir kitabında bunu açıkça ortaya koymuştur:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel barışa doğru: 131. sh)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle ferman buyuruyor:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.” (Âl-i imrân: 100)
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imrân: 101)
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir hâlet üzerinde bulunmayınız.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve en mükemmel şeklini aldı.
“Allah katında din İslâm’dır. Ancak kendilerine Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i imrân: 19)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)
Bu böyledir, bu Allah-u Teâlâ’nın fermanıdır.
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu bir dindir ve ondan başka hiçbir dini kabul etmemiştir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecektir ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)
İslâm’dan yüz çevirip başka bir din arayan kimse, büyük bir sapkınlığa düşmüştür.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“‘Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.’ diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.” (Şûrâ: 13)
Âyet-i kerime’deki tavsiye, emretmek ve emredilen şey hakkında bütün dikkatleri vererek eğilmek demektir.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz dini ayakta tutmuşlar, ona hizmet etmişler ve insanları hak dine dâvet etmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ı dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur. Allah-u Teâla onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas “Kelime-i Şehâdet”de toplanmıştır. Kelime-i Şehâdet’i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye “İnanmış” mânâsına gelen “Mümin” adı verilir.
İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Bir insanın müslüman olabilmesi için dili ve kalbi ile şehadet getirmesi gerekir. Dili ile söyleyip de kalbi ile tasdik etmedikçe iman kapısından içeriye girmiş olmaz. İman etmiş gibi görünse de müşrik olarak yaşar.
Dili ile inandıklarını söyleyip de kalbi ile tasdik etmeyenler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bedevîler: ‘İman ettik!’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, bâri ‘Müslüman olduk!’ deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.’” (Hucurât: 14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Müslüman olmanın ilk şartı iman etmektir. İman etmek için de önce Kelime-i şehâdet getirmelidir:
“Şüphesiz şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehâdet ederim ki Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve peygamberidir.”
İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah’a ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmekle başlar, imanın altı esası olan;
1- Allah’a
2- Meleklerine
3- Kitaplarına
4- Peygamberlerine
5- Ahiret gününe
6- Kaza ve kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların içinde olanlar “Müminler kardeştirler.” Âyet-i kerime’si mûcibince kardeştirler. İyilikte birleşmişlerdir, yardımlaşma ve takvâ üzerindedirler.
Şâyet bu şartlardan birisi dahi inkâr edilse “Amentü”nün şartları inkâr edilmiş olur. “Amentü”yü inkâr eden kimse, dinden de İslâm kardeşliği hudutlarından da çıkmış olur. Onun imanla İslâm’la hiçbir ilgisi yoktur, küfre kaymıştır.
Kelime-i şehâdet’i kalp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir kimse, bu kapıdan müslümanlık dairesine girmiş olur.
Müslüman olan bir kimsenin “Namaz, oruç, zekât, hacc” gibi İslâm’ın esaslarına uyması lâzımdır. Bunlar ilâhî birer emirdir. Bunlara riayet etmekle Hazret-i Allah’a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ine ümmetlik etmiş olur. Yapmazsa âsi olur, fâsık olur, İslâm dâiresinden çıkmaz.
Bir de şu var ki “Amentü”ye inanmakla beraber bu ilâhî emirlerden birisini bile inkâr etse veya itiraz etse yine dinden çıkmış olur. Ancak, inkâr veya itiraz etmediği takdirde İslâm’ın geniş hudutları dahilinde bulunur.
Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!” (Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ’nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” buyuruyor. (A’râf: 54)
O’nun hükmü karşısında mahlûkun hiç hükmü yoktur.
İmanı ve İslâm’ı kabul etmeyen kimse apaçık kâfirdir. Artık onu İslâm kardeşliğinin içerisine dahil etmek, müslüman demek, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini inkâr etmek demektir.
“Bir kimse müslüman kardeşine fısk ve küfür isnad etmesin. Zira o kimsede bu haller yoksa, sözler sahibine döner.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’i mucibince inanan bir müslümana küfür isnat etmek insanı küfre götürdüğü gibi, iman dairesinde olmayan bir kâfiri iman hudutları içine koymak da insanı küfre götürür. Neden küfre götürür? Karşıdaki alenen küfrettiği halde İslâm dairesine sokmak istediği için, bile bile söylediği için, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları kaldırdığı için.
Onların dediği olsaydı Allah-u Teâlâ’nın; melekler ve peygamberler göndermesine, kitaplar salmasına lüzum kalmazdı.
Bunların inişi, iman ile küfrün ayrılmasıdır.
Onlar ise iman ile küfrü birleştirmeye çalışıyorlar.
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ müminlerin vasıflarını beyan ederken:
“İnkârcılara karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” buyuruyor. (Fetih: 29)
Allah-u Teâlâ müslümanların birbirlerine karşı hoşgörülü olacağını beyan ediyor, inkârcılara karşı değil. Emir ve hüküm budur.
“Yazan, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın!” (Bakara: 282)
Âyet-i kerime’si mucibince hiçbir şekilde yazmaktan, hakikati söylemekten çekinmemiş;
“Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
Âyet-i kerime’si mucibince de hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan ilâhî hükümleri olduğu gibi tebliğ etmeye çalıştım.
“Bu tebliği yapmakla ben de kendimi kurtarmak istiyorum. İlâhî huzura çıktığımda: ‘Onlara karşı ne gibi bir müdahalen oldu?’ denildiği zaman: ‘Yâ Rabbel-âlemîn! Senden korktuğum için, sana sığınarak; elimden geldiği, gücümün yettiği kadar dinden sapanlarla mücadele ettim! Senin dinini, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i seniye’sini zedelemek isteyenlerin üzerine amansızca gittim!’ diyebileyim.
Hiçbir gayemiz ve maksadımız olmaz, fakat hakikati söylemekten de hiçbir zaman geri kalmayız.
Bütün gayem Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Sünnet-i seniye’sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır.
Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerine gözü yumuk bakıyorlar, anlamak bile istemiyorlar. Neden onların gözünü açmayayım?
Bâtıl inançlarla beyinleri bozulmuş, hakikat ile neden onların beyinlerini parçalamayayım?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81)
Eğer ilâhî hükümlere uymazsanız artık suçu kendinizde arayın.”
“Resul’üm! De ki: ‘Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.’ Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i imrân: 32)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde yahudi ve hıristiyanlar hakkında şöyle ferman buyuruyor:
“Yahudiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ dediler.” (Tevbe: 30)
Bu sözleri ile hıristiyanların: “Mesih Allah’ın oğludur.” sözüne bir kapı açmış oldular.
“Hıristiyanlar da: ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur.’ dediler.” (Tevbe: 30)
Başlangıçta bunu söyleyenler bir kısım hıristiyanlar ise de, sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar, hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler.
Hazret-i Allah’ın ilk elçisi Adem Aleyhisselâm’dan itibaren koyduğu “Tevhid inancı”nı, “Ehadiyet” akidesini bozdular ve kâfir oldular.
“‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir.’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17)
O öyle bir Allah’tır ki;
“Doğurmamış, doğurulmamıştır.” (İhlâs: 3)
Zira onlar Allah’a oğul isnat etmekle şirk koşmuş, müşrik olmuşlardır.
Bu iftiralarından dolayı Allah-u Teâlâ’nın ilâhi gazabına maruz kalmışlardır.
Allah-u Teâlâ böyle ferman buyuruyorken, yahudi ve hıristiyan dinlerinin mensupları ile ortak zeminde buluşmak ayrı dinlerden insanları birleştirdi demek, bir de onları kardeş ilân etmek bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmektir.
“Rahman çocuk edindi dediler.” (Meryem: 88)
Bu, hiçbir delilin desteklemediği bir iddiâdır. Bundan daha ileri derecede bir iddiâ bulunamaz.
Bu bakımdan Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız.” (Meryem: 89)
Ölçülemeyecek kadar kötü bir iş yaptınız, son derece çirkin bir söz söylediniz.
“Onlar o Rahman olan Allah’a çocuk iddia ettiler diye, bu sözden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti.” (Meryem: 90-91)
Kâinat bütünüyle, Allah-u Teâlâ’ya karşı söylenen bu sözlerden dolayı öfkeye kapılıyor. O’nun celâline hürmetlerinden dolayı bu derece şiddetli bir noktaya geliyor. Çünkü bütün bu mevcudat Allah-u Teâlâ’yı tevhid yani birleme esası üzerine yaratılmışlardır.
“Halbuki Rahman olan Allah’a çocuk isnat etmek aslâ yakışmaz.” (Meryem: 92)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde hıristiyanların İsa Aleyhisselâm hakkındaki bâtıl inançlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
“‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.’ diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 72)
Allah-u Teâlâ bu gibi vasıflardan münezzehtir.
“Halbuki Mesih onlara demişti ki:
Ey İsrailoğulları, benim de Rabb’im sizin de Rabb’iniz olan Allah’a kulluk edin.” (Mâide: 72)
İsa Aleyhisselâm hıristiyanlara karşı delil olması için kendisinin de Allah’ın bir kulu olduğunu ifade etmiş ve bu konuda kendileriyle onlar arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir.
“Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar.” (Mâide: 72)
Kim Allah’tan başkasının ilâh olduğuna inanırsa o aslâ cennete giremez. Çünkü cennet bir olan Allah’a inananların yurdudur.
“Varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide: 72)
Orada ebedî olarak kalacaklardır. Onlara destek olacak, içinde bulundukları durumdan onları kurtaracak hiçbir kimse yoktur.
Mütebaki Âyet-i kerime’de ise şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki: ‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 73)
“Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.” demek, hem “Üç” kelimesi, hem de “Üçüncü” kelimesi itibariyle olmak üzere iki yönden küfürdür, katıksız şirktir. Bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde üç ilâh farzetmek, bir olan Allah’ın hakkını inkârdır, zulümdür. “Allah üç” demek gibi bir çelişkidir. Onların bu küfrünü hoş görmek küfürde onlara ortak olmaktır.
“Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide: 73)
Başka hiç kimse ulûhiyet sıfatına haiz değildir. Bütün mükevvenâtın Hâlik’ı ancak O’dur. Hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmez, ulûhiyette tektir.
“Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azap dokunacaktır.” (Mâide: 73)
Bu gibi sözlerden ve teslis inancından vazgeçmeyenlere Allah-u Teâlâ açıkça küfür damgası vurmuştur. Onlar en şiddetli bir azapla azaba uğrayacaklardır.
Şimdi Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlara rahmet ve merhamet nazarı ile bakmıyor, gadaplanmıştır. “Kâfirdirler” buyuruyor. O ise “Rahmet ve merhamet nazarı ile bakın” diyor. İşte Âyet-i kerime’ler işte Ayet-i kerime’lere karşı sarfettiği söz.
Fetullah Gülen yahudi ve hıristiyanlara dair Kur’an-ı kerim’de geçen Âyet-i kerime’lerin bugünkü yahudi ve hıristiyanları ilgilendirmediğini söylemiştir:
“Yahudi ve hıristiyanları kınayan ve azarlayan ayetler ya Muhammed AS. döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı yahudi ve hıristiyanlar hakkındadır.” (Küresel Barışa doğru, sh: 45)
Halbuki Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, Hak ile bâtılı kesin olarak ayırmıştır.
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Hazret-i Allah hakikat ile dalâleti kesin ve açık ayırıyor, iman edenlere duyuruyor:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, onlarla aynı safta bulunmayı, onlarla haşır-neşir olmayı yasaklamış, onlara gösterilecek bir dostluğun kötü neticesini Âyet-i kerime’sinde ihtar buyurmuştur:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
Emr-i ilâhi böyle iken bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmektedirler. Bu inkârın kaynağı nedir? Bunu hangi kaynaktan alıyorsunuz? Çünkü Cenâb-ı Hakk “Kim onları dost edinirse o onlardandır.” buyurduğu halde, “Bunlar bizim dostumuzdur.” dediler, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiler.
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” buyuruyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur. Bu hükmü kaldırıyorlar. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar. Allah-u Teâlâ’nın haklarındaki hükmü ise küfürdür. Her ne kadar küfür diyarına kaçıp sığındı ise de, küfür diyarında icraatına devam ediyor.
Halbuki; onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terkedip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüzyıl boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ehl-i kitap’a karşı her fırsatta rahmet peygamberi olduğunu ispat etmiş, fakat buna rağmen onlar o günden bugüne düşmanlıklarını ardarda devam ettirmişlerdir.
Sekiz defa üstüste Haçlı seferleri düzenlendi. Başta papa olmak üzere hıristiyan din adamları bunun öncülüğünü yaptılar. Yüzbinlerce müslüman kanı döküldü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ihtilâfa düştüler. Kimileri inandı, kimileri de küfre saptı. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.” (Bakara: 253)
Mutlak irade O’nun, mutlak kudret O’nundur. İradesini durduracak hiçbir kudret yoktur. O’nun mülkünde ancak iradesine uygun şeyler başgösterir.
Onları dost edinenin onlardan olmasının mânâsı;
Onlara benzemiş, onlardan bir kimse gibi olmuştur. Onların hükmü ne ise, onun da hükmü o olur. O artık İslâm’a değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır, ahirette onlarla beraber haşrolur. Onlardan olandan başkası onlarla dost olmaz.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile hiçbir dostluğu kalmaz.
Meğer ki onlardan gelecek herhangi bir tehlikeden sakınmış olasınız.
Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor. Dönüş Allah’adır.” (Âl-i imrân: 28)
Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük âmildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir. Allah-u Teâlâ ile arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhi’den kovulur.
Kitabullah’ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ göstermek de küfürdür.
Halbuki Allah-u Teâlâ onlar hakkında:
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” buyuruyor. (Bakara: 120)
İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa küfür ve nifak hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana meyillidir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine: 13)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur; “Dost edinmeyin”dir.
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime’de de Allah-u Teâlâ inananların onları dost edinemeyeceklerini ferman buyuruyor.
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’âm: 121)
Burada da apaşikâr görülüyor ki onlara meyleden onlardandır. Allah-u Teâlâ onları hidayetten mahrum ettiğini beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’lerinde İslâm ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki zümre olduğunu beyan buyurmuştur. (Hacc: 19)
Müminlerin dostlarını ise Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmuştur:
“Kim Allah’ı, Peygamber’ini ve inananları dost edinirse bilsin ki şüphesiz Allah’tan yana olanlar üstün gelirler.” (Mâide: 56)
Diğerlerinin üstünlüğü görünüştedir veya geçicidir.
İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat adlı eserinin 163. Mektub’unda kâfirlere itaat eden, hoşgörü ile bakan, hatta “Hazret” diyenlere çok ağır cevap veriyor ve buyuruyor ki:
“...
İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır, bir arada olamazlar. Ta kıyamete kadar, hatta kıyamette dahi. Bunlardan birini isbat etmek, diğerini kaldırmaktır. Birini ağırlamak, diğerini küçük düşürmektir.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, Peygamber’ine hitaben şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tevbe: 73)
Sübhan Allah, en güzel huyla sıfatlanan Resul’üne “Küffarla cihad et ve onlara sert davran.” emrini verdiğine göre, bundan bilinir ki; onlara sert çıkmak en güzel huylar arasındadır.
İslâm dininin izzet bulması küfrün ve küfür ehlinin zelil düşmesindedir. Buna göre bir kimse, küfür ehlini ağırlarsa İslâm ehlini zelil düşürmüş olur.
Kâfirleri ağırlamak yalnız onlara tazim edip baş köşeye oturtmak değildir. Onları meclislere almak, onlarla sohbet etmek, onların dili ile konuşmak gibi hareketler dahi onları ağırlamaktır. Asıl uygun olanı; köpekleri uzaklaştırır gibi onları uzaklaştırmaktır.
Eğer onlarla alâka peyda etmek, dünya işlerine ait zaruretler icabı ise... başka türlü de olmuyorsa... o zaman uygun olan, ancak zaruret mikdarı onlarla olmaktır. Bu arada onları bir şey yerine koymamaya ve kendilerine lüzumsuz yere iltifatta bulunmamaya riayet etmelidir.
Ama İslâm’ın kemali, böyle bir garazı dahi tamamen terk edip onlara iltifat etmemek ve onlarla karışıp durmamaktır. Zira noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, onları (yani küfür ehlini), Kelâm-ı Mecid’inde zâtının ve Resul’ünün düşmanı olarak tanıttı:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen hakkı inkâr etmişlerdir.” (Mümtehine: 1)
“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara: 98)
Allah’ın ve Allah’ın Resul’ünün düşmanı olan kimselerle karışık durmak, cinayetlerin en büyüklerindendir.
Bu düşmanlarla karışık durmanın, onlarla arkadaşlık etmenin en azından zararı; Şer’i hükümlerin icrasındaki kuvvette zaaf ve gevşeklik hâsıl olmasıdır. Bundan başka, onlarla olan arkadaşlığı dolayısıyle küfre sebep olacak şeylerden kaçınmaya utanır. Böyle bir zarar, cidden büyüktür. Kaldı ki, Allah’ın düşmanlığını, Resul’ünün düşmanlığını çeker.
Böyle bir uygunsuz insan sanır ki, kendisi müslümanlardandır; Allah’a ve Resul’üne imanı vardır. Ama bilmez ki, bu gibi kötü ameller kendisinden İslâm devletini giderir.
Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah’a sığınırız.
Bir şiir:
‘Kendini hem âlim, hem din adamı sanır,
Dinle bütün ilgisi böyle sanmasıdır.’
Bu din düşmanı mel’unların işi İslâm’ı istihzaya ve müslümanları maskaralığa almaktır. Aynı zamanda onlar, eğer bir fırsatını bulsalar bizi İslâm dininden çıkaracaklar ve hepimizi öldüreceklerdir.
Müslümanlara yakışan utanıp hamiyet sahibi olmaktır. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
‘Hayâ imandandır.’
Hamiyet-i İslâmiye zaruridir. Baştaki emir sahiplerine düşer ki; daima bu hizlana düşen kimselerin baş kaldırmalarına fırsat vermeyeler.
.....
İslâm devletinin husülünün alâmeti: Küfür ehline buğzedip onları kerih görmektir.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı Mecid’inde onları “Necis” diye isimlendirdi:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Bir başka Âyet-i kerime’de ise onlara “Murdar” ismini verdi.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Eğer o kâfirleri böyle görmüş olsalardı, hiç şüphe yok ki, onlarla arkadaşlık etmekten kaçınır ve onlarla oturmayı kerih görürlerdi.
Herhangi bir şeyde bu düşmanlara müracaat etmek, onların reyi ve hükmü ile iş tutmak, kendilerini tam mânâsıyla ağırlamaktır. Bunlardan himmet talep edip onları bir vesile bilenin hali n’olur ki?”
Gördüğünüz gibi İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri bunların içyüzünü ne güzel tarif buyuruyorlar.
Yaratan’ı unuttular, neden yarattığını da unuttular. Oysa Yaratan onu bir damla kerih sudan yaratmadı mı?
Bu kibirlenmeleri ile Allah-u Teâlâ’ya hasım kesildiler ve din-i İslâm’dan çıktıklarını ilân ettiler.
Zira Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine iman etselerdi, Resulullah Aleyhisselâm’ı rehber edinselerdi, tevbe edip şerefi küfürde değil de İslâm’da arasalardı, onlar için daha iyi olurdu.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar saldırganların tâ kendileridir. Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Tevbe: 10-11)
Yani siz bu âyetlerdeki açıklamaların kadrini ve kıymetini biliniz, iyi anlayıp hükümleri ile amel ediniz. Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip İslâm’a girerlerse, size kardeş olma şerefine ererlerse, kendileri için büyük kurtuluş olur. Değerini anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.
Mardin’deki toplantıya “Hazret-i İbrahim’in Aydınlığında Dinler ve Barış” ismini vermişlerdir.
İbrahim Aleyhisselâm’ın yahudi veya hıristiyan olduğunu iddiâ eden Ehl-i kitap hakkında nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey Ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmez misiniz?” (Âl-i imrân: 65)
İbrahim Aleyhisselâm’a dair bu iddialarını ispat edecek Tevrat’ta da İncil’de de hiçbir bilgi yoktur. O, bu kitaplar gönderilmeden çok önce yaşamıştı. Yahudilik ve hıristiyanlık tabirleri, adı geçen bu peygamberlerden çok daha sonraları ortaya çıkmış; yahudilik ancak Musa Aleyhisselâm’dan, hıristiyanlık ise İsa Aleyhisselâm’dan sonra şöhret bulmuştur. Onların bu husustaki münakaşaları hiçbir esasa dayanmamaktadır.
“Hadi siz bildiğiniz olan şey hakkında tartışıyorsunuz. Fakat bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz?” (Âl-i imrân: 66)
Sizin bu yaptığınız, aptallık ve beyinsizlik değil midir?
“Oysa Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Âl-i imrân: 66)
Artık bu gibi câhilce iddiâlarda bulunmayınız, Allah-u Teâlâ’nın bu husustaki beyanlarını kabul ediniz.
Allah-u Teâlâ onların İbrahim Aleyhisselâm hakkındaki iddialarını yalanlayarak Âyet-i kerime’sinde ulûl-azm peygamberlerden İbrahim Aleyhisselâm’ın “Ne hıristiyan ne de yahudi” olduğunu, “Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman” olduğunu haber veriyor:
“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmran: 67)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde, onlar yahudi ve hıristiyanları daha evvel Urfa’ya şimdi de Mardin’e dâvet ettiler.
Allah-u Teâlâ dinini bütün dinlerden üstün kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
İslâm geldikten sonra ne yahudiliğin, ne hıristiyanlığın, ne de diğer dinlerin hükmü kaldı. Hiçbirisi de İslâm’ın karşısında tutunamadı.
O günden itibaren bütün âleme karşı şu hakikat tamamen açıklık kazandı ki; Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın peygamberidir.
Muhammed Aleyhisselâm’ın hak peygamber olduğunu kabul etmeyen yahudi ve hıristiyanlar, İbrahim Aleyhisselâm’ı dillerine dolamaktadırlar. Halbuki Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın müşrik olmadığını beyan etmekle; yahudilerin ve hıristiyanların müşrik olduklarına işaret buyurmaktadır.
8-10 yıldır memleketimizde hoşgörü ve diyalog toplantıları ll. Vatikan Konsili’nde alınan kararların bulunduğu “Kilisenin Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle Münasebetlerine Dair Beyanname” çerçevesinde yapılan çalışmaların neticesidir.
Nitekim 1965’te sona eren Vatikan Konsili ile Papalık, tarihinde ilk defa olarak Müslümanlarla diyalog kurmaktan bahsetmektedir.
1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güç kullanma ve soykırım yöntemleri ile müslüman memleketleri istilâ edemeyeceğini anlayan hıristiyanlar misyonerlik faaliyetleri için yeni bir kisve bulmak zorunda kalmışlardır.
ll. Konsil’in ürünü olan ve Papalıkça yayınlanan “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Kurulacak Diyalog İçin Yönlendirmeler” isimli kitap incelendiğinde görülecektir ki maksat hıristiyanlara müslümanlara yeni yaklaşım tarzını öğretmektir.
1964 yılında II. Vatikan Konsili esnasında Papa VI. Paul’ün talimatıyla kurulan “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın 1973 yılında sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossan, Sekretarya’nın yayın organı Bulletin’deki bir yazısında, yine aynı amaçtan kıl payı sapmadan şunu belirtiyordu:
“Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilisenin bütün faaliyetleri üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog kilisenin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”
1984 yılından beri “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze ise, geçmişten bugüne gelinen noktayı anlatırken, “Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü dinlerarası diyalog, kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.” diyordu.
ll. Konsil’in yayınladığı metinde ısrarla ve itina ile İslâm kelimesi yerine Müslümanlar tabiri kullanılmıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, İslâm dinine hiçbir hoşgörü beslemedikleri halde müslümanlara yaklaşarak hıristiyanlığı aşılamak ve yaymak gayesi gütmektedirler.
Papa II. Jean Paul’ün 1991 yılında ilân ettiği “Redemptoris Missio” (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle deniyordu:
“Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir... Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun evangelizasyon (misyon) dan ayrılmadığı gerçeği gözardı edilmemiştir.” (Jean Paul II. Redemptoris Missio Roma: 1991)
Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektupta bu amaca hizmet etmekten bahsediyordu: “Papa 6. Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz.”
Papa II. Jean Paul 2000 yılına girerken yayınladığı mesajda da şöyle diyordu: “Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”
Hıristiyan olmayan insanlara karşı sıcak, sempatik, daha hoşgörülü ve sevgi ile yaklaşılmasına dair alınan prensip kararı bu faaliyetin misyonerlik boyutudur.
Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektubunda; “Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.” diyor.
Hıristiyan olmayanlarla münasebet Sekretaryası’nda görev alan ruhaniler eski uzman misyonerlerden seçilmiştir.
İslâm’dan uzaklaşmış müslümanları diyalog ve sempati yoluyla kolayca hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar.
Diğer taraftan istiklâl mücadelesi yapan müslümanları dünyaya kötü göstermek ve karalamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Hülâsa olarak; hıristiyan alemi müslüman memleketlerin üzerinde oynadıkları oyunlarla bu memleketlerin geri kalması, terakki etmemesi hatta anarşi ve terör ile parçalanması için her yolu denemişler, ülkemizde de dinimizi ve vatanımızı parçalamak isteyen bölücü ve yıkıcı faaliyetlere yıllar yılı destek vermişlerdir.
Özellikle Güneydoğu Anadolumuz’da büyük bir misyonerlik faaliyeti yürütmekte, Kürtçe ve Türkçe incil dağıtmaktadırlar.
Hıristiyanlığı kabul etmeleri için o yörede yaşayan vatandaşlarımıza deprem bölgesinde hayır ve yardım adı altında verdikleri paralar karşılığında hıristiyanlağı yaymaya çalışmaları, incil dağıtmaları bu amaca hizmettir. Hıristiyanlık ve misyonerlik adına müslüman halkımıza büyük maddi imkânlar sunan hıristiyan devletlerinin gizli gayesi belli iken, bu misyonerlerin daha rahat çalışması için zemin hazırlamak, aziz vatanımızı kafire peşkeş çekmek değil de nedir?
Dünyadaki İslâm memleketlerinde faaliyetlerini vargüçleriyle sürdürmektedirler. Hıristiyan ve yahudilerin manevi ve temsili değer atfettikleri Harran, Tarsus gibi İslâm beldelerine, şimdi de Mardin’e bu papaz ve hahamları çağırmak onların gizli emellerine alet olmanın ta kendisidir.
Tek kelimeyle siz de küfrü hoş görün diyorlar. Hayır! Biz küfrü hoş görenlerden değiliz.
Şimdi size Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini sıralıyorum. Bu hususta seksen yedi kadar Âyet-i kerime beyan ediliyor. Şu kadar var ki bu Âyet-i kerime’ler iman edenlere mahsustur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.
Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.
İslâm tarihinde bunun birçok canlı örnekleri vardır. Şöyle ki:
Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Bedir savaşı’nda babası Cerrah’ı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayısı As bin Hişam’ı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de yakın akrabalarını katletmişlerdi. Mus’ab -radiyallahu anh- ise Uhud savaşı’nda kardeşi Ubeyd’i öldürmüştü.
Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah’ı severse, O’nun düşmanlarına düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O’nun düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.
Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu inanmayanlarla beraber suda boğulmuştu. “Yâ Rabb’i! Oğlum benim ehlimdendir, sen benim ehlimi kurtarmayı vâdetmiştin!” diye münâcaatta bulunduğu zaman Allah-u Teâlâ:
“Ey Nuh! O senin ehlin değildir. Çünkü o kötü bir iş işlemişti.” buyurdu. (Hûd: 46)
İnsana kendi evlâdından daha yakın kimse olmadığına göre, Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki, hakiki yakınlık iman yakınlığıdır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Yani başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.
İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime’ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor.
Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın en açık delili olduğu gibi, münafıkların en bâriz huy ve hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlere dost ve düşmanlarını ayırdetmelerini muhakkak emrediyor ve şöyle buyuruyor:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
İlâhî Hüküm (4):
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imrân: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Gerçekten de onlar kâfirlerle birliktedirler. Hem onları severler, hem de sevgilerini gizlerler.
Bu Âyet-i kerime bile onların işini bitirmek için kâfidir. Bu ilâhî ferman, Allah-u Teâlâ’nın haklarında verdiği hükümdür.
Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ’nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir gaflettir!
İlâhî Hüküm (5):
İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarından nefret etmektir. Allah-u Teâlâ onlara düşman olmayı emretmiş ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır.
Âyet-i kerime’sinde müminlerin düşmanının kendi düşmanı, kendi düşmanının da müminlerin düşmanı olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Onları dost edinmek şöyle dursun, onlardan gayet uzak durmak lâzımdır. Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği İslâm nimeti unutulmamalıdır.
Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezler; Allah-u Teâlâ’ya, Peygamber’ine ve Kur’an-ı kerim’e düşmanlık gibi ağır bir suçu işlemeye cüret etmezlerdi.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.
Bu Âyet-i kerime kâfi değil midir?
Bu durumlarının vahim neticelerini ahirette elbette göreceklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar.” (Mâide: 80)
Nefislerinin kendilerine sunduğu bu kötü şey, ebedî olarak azaplandırılmalarına ve Allah’ın gazabına uğramalarına sebep olmuştur.
Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselerle dostluk yapanlar Âyet-i kerime’lerde haber verilmektedir:
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücadele: 14)
Bunlar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücadele: 14)
Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücadele: 14)
Burada bile bile yalan yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)
Onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terk edip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Onlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.
Bu Âyet-i kerime İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir. Allah-u Teâlâ mümin kullarına İslâm’ın ve müslümanların düşmanı olan yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi yasaklamakta, onların birbirlerinin dostları olduklarını bildirmektedir. Yahudiler birbirlerinin, hıristiyanlar da birbirlerinin dostlarıdır. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olurlar, ne de hıristiyanlar.
Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir. İçleri dışlarına uygun değildir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine: 13)
Onların dostluklarına tutunmayın, hiçbir şeylerine heves edip yönelmeyin.
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü: “Onları dost edinmeyin.”dir.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisâ: 101)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar.” (Bakara: 217)
Allah-u Teâlâ gayr-i müslimlerin müslümanlara karşı takındıkları tavrı Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb’inizden bir hayır inmesini istemezler.” (Bakara: 105)
Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabb’iniz tarafından size bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ onların durumlarını açıklayarak şöyle buyurmuştur:
“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler.” (Âl-i imrân: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
“Eğer sabreder Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i imrân: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Müminler yalnız Allah’a güvenip bağlansınlar.” (Tevbe: 51)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müslümanların dışında kalan kâfir ya da münafıklardan herhangi bir kimseyi dost edinmeyi açık olarak yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenâlık etmekten aslâ geri kalmazlar.” (Âl-i imrân: 118)
İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ve münafıklar da bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girmektedir.
Bu gibi kimseler İslâm’a daima karşıdırlar ve müslümanlara sıkıntı ve zorluk verecek her şeyi arzu ederler.
“Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imrân: 118)
Sinelerinde gizledikleri ise açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur. İslâm’a ve müslümanlara karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir.
Bu bakımdan Âyet-i kerime’nin sonunda şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)
Müminleri dost, kâfirleri düşman edinmenin önemini ve lüzumunu delilleri ile beraber size açıkladık.
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların müminleri hiçbir zaman sevmediklerini ve sevmeyeceklerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz.” (Âl-i imrân: 119)
Allah’ın düşmanlarına sevgi beslemenin ne derece yanlış ve çirkin olduğu bu Âyet-i kerime’den de anlaşılmaktadır. Onlar hiçbir zaman dost tutulmaya lâyık değillerdir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, İslâmiyet’in ulviyetini ihlâle çalışan küfür ve şirk erbabını müslümanların dost ittihaz edemeyeceklerini ferman buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin.
Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun!” (Mâide: 57)
Allah’tan korkun da, sizin ve dininizin düşmanı olan bu kişileri dost edinmeyin. Çünkü hakiki iman, bu gibi din düşmanlarından kaçınmayı ve sakınmayı iktiza eder.
Bu beyan, ilâhi bir hükümdür ve inananlara mahsustur.
Bu nokta, iman ile küfrün ayrılış noktasıdır. Yetmiş iki fırka nasıl cehenneme gidecek? İşte böyle gidecek.
Allah-u Teâlâ müminleri, ehl-i kitabın saptırma ve azdırmalarına karşı sakındırmış, onların sözlerine iltifat etmekten menetmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.
Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 100-101-102)
Allah için ihlâslı ve samimi olun, Allah’tan başkasını O’na aslâ ortak kılmayın.
Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saff: 8)
O zaman tamamladığı gibi bugün de bu nûru tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza edecektir. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ nihayetinde muzafferiyeti er veya geç İslâm’a bahşedecektir.
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
Her zaman ve mekânda İslâm’ın geleceği gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır.
Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm’ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.
Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm’ı muzaffer kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları yapacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm’ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da yeryüzüne hükümran kılacak.
Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek, korkularını üzerlerinden kaldırdıktan sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.
Öyle ki, bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar.
Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nûr: 55)
Çünkü bu büyük nimeti inkâr ettiler, bu nimetin hakkını ödemediler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:
“Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.
İşte bu, onların Tevrat’ta anılan vasıflarıdır.” (Fetih: 29)
“İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekicilerin hoşuna gider.” (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ’nın İslâm’ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte iman edenleri incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.
İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram’ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.
“Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih: 29)
Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla vasıflandırılmaları, cihanşümul bir intişara nâil olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.
“Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih: 29)
O’nun vaadi doğrudur, gerçektir, aslâ değişmez ve değiştirilemez.
Allah-u Teâlâ küfrün vasıflarını da Âyet-i kerime’lerinde beyan buyuruyor:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibidirler.
Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:
“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi ışıktır, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah’ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
Allah-u Teâlâ Kâfirun sûre-i şerif’inde kıyamete kadar gelecek müslümanlara, onların dinlerinden bütünüyle uzak durmalarını emir buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler!” (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ’dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
“Ey kâfirler!” hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan’daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
“Ey kâfirler!” diye hitap etmek, bu gibi kimselere: “Ey düşmanlar!”, “Ey İslâm’a muhalefet edenler!” diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, “Kâfir” sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime’nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu, “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar. “Ey müminler!” hitabının şerefiyle müşerref olurlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir.” (Fussilet: 34)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver olduktan sonra İslâm’ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe, saâdet ve selâmete erdiler.
Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça artırarak “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri cehennemde ebedî olarak kalmaktan kurtulamayacaklardır.
Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü, tahkir edici bir hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlardan korunmuştur.
O kâfirlere şöyle hitap ile memur olmuştu:
“Ben sizin taptıklarınıza tapmam.” (Kâfirûn: 2)
İlâh yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet etmem. Benim ibadetim sizin ibadetinizden ayrıdır. Sizin şirkinize iştirak edecek değilim.
Allah-u Teâlâ’nın birliğine iman etmeyince O’na ibadet edilmez. O’na kulluk eden, O’ndan başka ilâh tanımaz. Allah-u Teâlâ’yı iki veya üç, ya da pek çok ilâhtan birisi kabul etmek, ibadette O’na başkalarını ortak koşmak şirktir, küfürdür.
“Benim taptığıma da siz tapmazsınız.” (Kâfirûn: 3)
O Allah ki, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Zâtında, sıfatlarında, ulûhiyetinde ortağı yoktur. O âlemlerin Rabb’i olan Allah’tır. Bu dine girmeyen kimse, ne iddiâ ederse etsin ne yaparsa yapsın, Allah’a ibadet eden bir kul olamaz.
“Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim.” (Kâfirûn: 4)
Çünkü O’ndan başkası aslâ ulûhiyet, mâbudiyet sıfatına haiz değildir.
“Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.” (Kâfirûn: 5)
Ben yalnız Allah-u Teâlâ’ya hulûs-u kalp ile ibadet etmekteyim. Sizin ibadetleriniz ise şirk ile karışıktır.
“Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirûn: 6)
Bu ifade kâfirlere hoş görünmek için değil, küfürleri devam ettiği müddetçe onlardan kesinlikle ilişkiyi kesmeyi ilân etmek içindir.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.
Kadınlara tesettür farzdır. Dinimiz kötü bakışlardan korunmak, fitne ve fesadı engellemek, şerefine dil, namusuna el uzatılmasını önlemek için müslüman kadınların örtünme ve korunmalarını açık ve kesin olarak emir buyurmuştur.
Kur’an-ı kerim’de erkek elbisesi hakkında hiçbir teferruattan söz edilmezken, kadın elbisesi hakkında oldukça geniş hususiyetler belirtilmektedir.
Allah-u Teâlâ kesin hükmünü bildiren Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ, mümine hanımların şereflerinin muhafazası için tesettüre riâyet etmekle mükellef olduklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler.” (Ahzâb: 59)
“Cilbab”, kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri, kadını tepeden tırnağa örten her çeşit büyük örtüdür.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Ahzab sûresinin ‘Dış elbiselerini üzerlerine giysinler.’ âyeti nâzil olunca, Ensar hanımları dışarı çıktılar. Giydikleri örtülerden dolayı sanki başlarının üzerinde siyah kargalar vardı.” (Ebu Dâvud: 4101)
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Bu onların ahlâksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir. Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.” (Ahzâb: 59)
Tesettürü emreden hicab Âyet-i kerime’leri inmeden önce müslüman kadınlar başörtülerini omuzları arasından salıverirlerdi. Bu yüzden saçlarının bir kısmı, kulakları, boyun ve gerdanları açık kalırdı.
Tesettür emri geldiğinde, hiçbir kadın kalmayıp başlarından aşağı hemen örtündüler. Bu emr-i şerif zaten fıtratlarına da uygundu.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacir kadınların iyiliğini versin. ‘Başörtülerini yakalarının üstüne koyup örtsünler.’ Âyet-i kerime’si indiği zaman, entarilerinin eteklerini keserek başlarını örttüler.” (Buhârî)
Örtünmeyi, setri hafife alan ve inkâr edenlere ise yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde cevap veriyorlar:
Bir gün Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in kız kardeşi Esmâ -radiyallahu anhâ- üzerinde ince ve şeffaf bir elbise olduğu halde, kendisini ziyarete gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ondan yüzünü ters istikamete çevirerek:
“Ey Esmâ! Büluğ çağına ermiş bir genç kızın, yüz ve ellerinin dışında hiçbir yerinin görünmesi doğru değildir.” buyurdu ve yüzü ile ellerini işaret etti. (Ebu Dâvud: 4104)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bunlar hakkında:
“Onlar her türlü Âyeti görseler yine de inanmazlar.” buyuruyor. (En’âm: 25)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Onun içindir ki o hitâb-ı kerim’in ilâhi hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar:
“Sen onları hidayete çağırsan da aslâ hidayete gelmezler.” (Kehf: 57)
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş, onu yasaklarıyla sınırlamıştır:
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, “Kim bu hudutları aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyorken, “Tesettür teferruattır!” ya da “İman meselesi değildir.” demek açıkça bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmek demektir.
“Doğrusu birçokları bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’âm: 119)
“De ki: ‘Gördünüz mü? Eğer o Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz, o zaman uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?’” (Fussilet: 52)
Sizden sadece kendinizi değil, başkalarını da dinden imandan uzaklaştırıyorsunuz.
Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyurduğu halde;
Bunlar daha evvel müslümanmış gibi görünüp gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ve gerekse ayrı ayrı olmak üzere çeşitli toplantılarda tuzaklar tertip ediyorlardı. “Şu şunu verdi”, “Sen şunu verirsin” gibi sözlerle gelenleri de utandırarak para topladılar veya senet imzalattılar. Ödeyemeyenler icraya verildiler.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“En şerli yemek, sadece zenginlerin çağrılıp, fakirlerin çağrılmadığı yemektir.” buyuruyorlar. (Müslim: 1432)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden sonraki asırlarda davet yemeklerine zenginlerin çağrılacağını, zengine itibar edileceğini, fakirin çağırılmayacağını haber vermişlerdir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Onlara de ki: ‘Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah’a âittir. O herşeye şâhiddir.” (Sebe: 47)
Kim ki bunlara para verirse, dahil olursa; Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Onlara yardım eden çok iyi bilsin ki İslâm dini’nin yıkılmasına çalışmış olur.
Hadis-i şerif’te:
“Onların dinleri para olacak.” buyuruluyor. (Münâvî)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Dinlerini dünyalığa alet edecekler.”, “Koyun postuna bürünecekler” buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)
Kim ki bunlara yardımda bulunursa onlardandır. Doğrusu, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanıdır. Eğrisi de halkın zannıdır. Elhamdülillah müslümanım. Bunun içindir ki bizce makbul olan Hakk’ın kelâmıdır. Cevap vermek isteyenler, önlerine serdiğim bu Âyet-i kerime’lere cevap versinler. Lâf katiyyen kabul edilmez.
Sakın ha! Önünüze sürdüğüm bu Âyet-i kerime’ler Allah kelâmıdır. Ben Hakk Teâlâ’nın aciz, hükümsüz, değersiz bir mahlûkuyum. Hazret-i Allah’ın dostu ile dostum, düşmanı ile düşmanım. İmanın en sağlam kulpu budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
Gayem iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları muhafaza etmek, münafıklara ve kâfirlere fırsat vermemektir.
Hülâsa-i kelâm:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si mucibince kim ki para topluyorsa, doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Emr-i ilâhi böyle iken buna karşı geldiler.
O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar o paralarla Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a harp ilan ettiler ve banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş olan kimseler ise en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Allah faiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizî)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde fâizi şiddetle yasaklamıştır:
“Fâizi yemeyiniz!” (Âl-i imrân: 130)
Fâiz kesinlikle haram olduğu için, haram bir fiili işlemek Allah-u Teâlâ’nın cezasını mucip olur, fâiz yemek de cezayı gerektirir. Faiz yiyenler dünyada ve ahirette bu suçun ağır cezasını çekerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Fâiz yiyenler: ‘Fâiz ticaret gibidir’ dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış gibi ihtiyaçlar içinde kalkacaklardır.
Oysa, Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)
Allah-u Teâlâ fâizi ve fâizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kıldığı halde; fâiz ile alış-veriş yapıp insanların kanlarını emenler, menfaatleri doğrultusunda fâiz alıp-vermekten çekinmeyenler, Âyet-i kerime’de belirtildiği üzere kıyamet günü kabirlerinden delirmiş gibi perişanlık içinde kalkarlar. Kör gibi, el yordamıyla hareket eden kimse gibi sağa sola yıkıla yıkıla çaresiz olarak dolaşırlar. En çirkin ve en kötü bir görünümle mahşer yerinde teşhir edilirler. Bu hal onların ayrıca özelliği olacaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz miraç gecesinde fâizcileri Âyet-i kerime’nin tasvir ettiği şekilde görmüştür.
“Bundan böyle kime Rabb’inden bir öğüt gelir ve fâizcilikten vazgeçerse, geçmiş günahları kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a âittir.
Kim de tekrar fâize dönerse onlar cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara: 275)
Zira onlar fâizi helâl görmek suretiyle kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir hükmü helâl gören kimse kâfirdir.
“Allah fâizle kazanılanı eksiltir, bereketini tamamen giderir. Sadakası verilen malları ise artırır. Allah küfran-ı nimette bulunan günahkâr hiç kimseyi sevmez.” (Bakara: 276)
Fâizi helâl kılarak, fâiz yiyerek isyana devam etmek suretiyle küfrü gittikçe büyüyen, artan ve katmerleşen hiç kimseyi sevmez, aksine nefret eder.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde mümin kullarına hitap ederek fâiz almayı ve kat kat fâiz yemeyi kesin olarak yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâizi yemeyiniz, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i imrân: 130)
Fâizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene fâizin ana para kadar veya daha çok miktarı bulması demektir. Sonuç olarak fâizin azı da çoğu da haramdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır, narcılık dinine göre hüküm veriyorlar, iş ve icraat yapıyorlar.
Allah-u Teâlâ bir isimle din kurup, bölücük edenleri kulluğundan tard etmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e tard etmesi için emir buyurmuştur.
“Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın.”
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm: 159)
Bu Âyet-i kerime mucibince dini parça parça edenlerin İslâm dini ile hiçbir ilgileri yoktur. Zira bütün bölücüler İslâm dairesinden atılmışlardır.
Allah-u Teâlâ Mü’minun sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Müminûn: 52)
Cenâb-ı Hakk, inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i ilâhi’yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmişüç fırkadan yetmişikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminûn: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için “Tuttuğu yoldan memnundur.” diyor. Dikkat edin! Hepsi memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime’nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh Mü’minûn sûre-i şerif’inin 53. Âyet-i kerime’si bir berzahtır.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet, bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur’an’dır. Onların kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor. Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.
Bu Âyet-i kerime’lere bak, bir de bunların icraatlarına bak. Kararını kendin ver.
Ve bu dalâletten ötürü de çok memnun olduklarını ve sevindiklerini Allah-u Teâlâ buyuruyor.
“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak.” (Müminûn: 54)
Şimdi Allah-u Teâlâ bunları bize tanıtıyor. Dinlerini, kitaplarını, bölüklerini, partilerini bize bir bir beyan ediyor.
“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar. Hayır onlar işin farkında değiller.” (Müminûn: 55-56)
Buradaki murad-ı ilâhî; Allah-u Teâlâ bunlara o kadar gazaba gelmiş ki; bunlara bolluk verme ile dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini, bol günah işlemelerini sağlamaktadır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)
Diğer Âyet-i kerime’lerde de şöyle buyuruluyor:
*Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü aslâ yardım görmezler.
Bu dünya hayatında arkalarına lâneti taktık, daima lânetle anılacaklardır. Kıyamet gününde de onlar çirkinleştirilmiş, iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 41-42)
•
“Hazret-i Allah ve Resul’üne teslim olup, emir ve nehiylerinde birleşelim. Yetmiş iki fırkadan çıkın, o bir fırkada toplanalım. ”
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir.”
– “Onlar kimlerdir yâ Resulellah!”
“Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Dikkat edilirse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Benim ümmetim” buyuruyor, benî İsrail buyurmuyor.
Bu Âyet-i kerime’leri hatırlattığımızdan dolayı bize teşekkür etmeniz gerekmez mi?
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)
Bu sözü Allah-u Teâlâ beyan buyuruyor. Çünkü müslümanların birleşmelerini emreden, tefrikayı, bölücülüğü şiddetle yasaklayan, Allah’ın dostlarını dost düşmanlarını düşman bilmeyi emreden, bunca Âyet-i kerime’ler yüzlerine karşı okunuyor da yüz çeviriyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“-Sizin için Deccâl’den daha çok, deccâl olmayanlardan korkarım.
-Onlar kimlerdir?
-Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!” (Nisâ: 78)
Bu birlik ve beraberliği temin edenler, uhuvveti sağlayanlar, parçalanıp ayrılmayanlar, Cenâb-ı Hakk’ın hududunu muhafaza edenler hakkında Allah-u Teâlâ’nın vaad-i sübhanisi var.
Allah yolunda olan müminler için bol sevap ve ikram vardır, onlar cennettedirler. Allah-u Teâlâ’nın kahrına uğrayan kâfirler için de horluk ve elem verici bir azap vardır, onlar cehennemdedirler. Herkes lâyık olduğu mükâfat ve mücâzâta kavuşacaktır.
•
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kurtardıkları, has kullarıdır.
Diğerleri ise şeytanın kullarıdır.
“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı olanlardır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 19)
Hiç şüphe yok ki burada birleşenler cehennemde de birleşir.