İlk müslüman Türk Devleti kabul edilen Karahanlılar, Türkistan’da kurulmuştur. Samânî devleti arasında başgösteren kargaşalıklardan istifade etmişler, Samânî prensinin ülkesine sığınmasıyla İslâm ile tanışmışlardır. Karahanlılar’da, çift hükümdar sistemi uygulanırdı. Doğuda bulunan hükümdara, Arslan Kara Hakan denirdi. Bu hükümdarlığın merkezi Balasagun şehri idi. Adına Buğra Kara Hakan denilen batıdaki hükümdar ise merkez olarak Kaşgar veya Talas’ı seçmişti. İlk hükümdarı Bilge Kül Kadir Han’dır.
İslâmiyetî, Oğulcak’ın yeğeni Satuk Abdülkerim zamanında onuncu yüzyılın başında 920 yılında kabul etmişlerdir.
Satuk Abdülkerim Han’ın müslüman olması ihsanı ilâhî’dir. Bir gece rüyasında, bir adam ona güzel bir Türkçe ile hitab ederek:
“Müslüman ol! Dünya ve ahirette mutluluğa ulaş kurtul!” demiştir. Böylece müslüman olan Abdülkerim Satuk Buğra tebasına da müslümanlığı yaymıştır.
Bundan sonra Karahanlılar gitgide Fergana ve Taşkent taraflarında nüfuz sahibi oldular ve nihayet 999 yılında bütün Mâverâunnehr’i Sâmâniler’den aldılar. Daha sonraları iç karışıklığa düşen Karahanlılar, Doğu ve Batı Karahanlılar adıyla 1042 yılında ikiye bölündü.
Karahanlılar, İslâmiyet’i yeni kabul etmiş bir bölgede oldukları için pekçok cami, medrese ve mektep yaptırıp İslâmiyet’i yaymaya çalışmış, İslâm beldelerini saldırılardan korumuşlardır. Karahanlı hükümdarları İslâm’a ve Abbasi halifelerine çok bağlı idiler. Şiîliğe karşı, daima sünniliği müdafaa etmişlerdir. Karahanlılar zamanında Türk-İslâm Edebiyatı’nın ilk ve en güzel eserleri meydana getirilmiştir. Bunlar arasında Yusuf Has Hâcip tarafından yazılan 6500 beyitlik Kutadgu Biliğ adlı eserle, Kâşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lûgati-t Türk adlı eseri zikredilebilir.
Devletin kurucusu olan Alptekin, Sâmânî Devleti’nde ordu kumandanlığına kadar yükselmiş, 955’te Horasan valisi olmuş bir Türk kölesidir. Daha sonra gözden düşerek Buhârâ’ya çağrılmışsa da güneye, Afganistan’da bulunan Gazne’ye inmiş, orayı fethederek 961’de devletini kurmuştur. Üzerine gönderilen Sâmâni ordularını hezimete uğratmıştır. Sebük Tekin döneminde devletin hem gücü, hem de sınırları genişlemiş Afganistan ve Hindistan’da bazı yerler ele geçirilmiştir.
Gazneliler en parlak devrini Sultan Mahmud zamanında yaşamıştır.
Zamanın en büyük hükümdarı olan Gazneli Mahmud, cihad ruhunu canlandırmış, hutbeyi Abbâsi Halifesi adına okutmuştur. Hindistan’a 17 sefer yapan Mahmud, Pencap, Multan, Sind bölgesi, Nagarkut, Narayan ve daha bazı Hindistan şehirlerini almış, Afganistan’ı fethetmiş, buralardan pekçok ganimet elde etmiş ve hocalar göndermek suretiyle İslâmiyet’i Ganj nehri kıyısına kadar yaymaya çalışmıştır. Devletin hududu Irak’tan Ganj nehrine Lahor’dan İsfahan’a kadar uzanıyordu. Hindistan’dan elde ettiği ganimetle de Gazne’de muazzam eserler meydana getirmiştir. Bu arada Şiî propagandasını önlemeye çalışmış, Fatimi Halifesi’nin kendisine tâbi olma isteğini reddetmiş, sonuna kadar Abbâsi Halifesine bağlı kalmıştır. Horasan’a akınlar yapan Selçuklular’ı yenmiş, Irak’ta Büveyhoğulları’nı mağlup etmiş ve onların nüfuzunu kırmıştır.
İran’ı aldıktan sonra yolda hastalanarak 1030 yılında vefat etmiştir. Mahmud, şöhretinin büyük bir kısmını İslâmiyet’i yaymak için Hindistan’a karşı yaptığı seferlerde sağlamış, bugünkü Pakistan’ın temeli onun döneminde atılmıştır.
Gazne Devleti, Mahmud’la zirveye ulaşmış, en güçlü çağını yaşamıştır. Devletin toprakları Afganistan, Pencap, Horasan, Harezm, Rey, Hemadan, İsfahan bölgeleri, Ceyhun’un ötesinde Tirmiz ve Huttalan’ı içine alacak kadar genişlemişti. Bu arada birçok hükümdar ve Hind tebası da bu devlete tâbi olmuşlardır.
Abbâsi toprakları üzerinde pekçok devletin kurulduğu, merkezi otoritenin yok olma noktasına geldiği, Büveyhiler’in Bağdat’ı işgal edip halifenin siyasi nüfuzunu ortadan kaldırdığı ve Bizans’ın karşısında duracak hiçbir gücün kalmadığı dönemde, İslâm’ın mihmandarlığını yeni bir kavim yapacaktı. Bunlar Selçuklular’dı. Selçuklular, Türkler’in İslâm dünyasına hakim olmasına ve yayılmasına, İslâm medeniyeti ve tarihinde yeni bir devir açmasına, yeni bir ruh ve imanla müslümanların liderliğini, alemdarlığını üstlenmesine ve dokuz asır İslâm’ı yüceltmek için çalışmasına âmil olan bir Türk sülalesidir. Eğer Selçuklular ve onlara bağlı olan hükümdarlar olmasaydı, İslâm âlemi çok büyük sıkıntılara uğrayabilirdi. Türkler’in İslâmiyet’i kabulleri, daha medeni olmalarını sağladığı gibi, İslâm medeniyeti’nin gelişmesinde ve yayılmasında da büyük bir rol oynamıştır.
Göktürk Devleti son bulduktan sonra Oğuzlar Devleti kurulmuştu, Selçuk Bey’in babası Dukak, Oğuz Devleti başkanı Yabgu’dan sonra ikinci adam (Subaşı) idi. Dukak Bey’den sonra Selçuk Bey Subaşı (ordu komutanı) oldu. Yabgu ile arası açılınca Cent şehrine gitti. Bu arada müslümanlarla tanıştı.
Yeni dinin güzelliğine ve cazibesine kapılan ve müslüman olmazlarsa hiçbir değerlerinin olmayacağını anlayan Sultan Selçuk, ailesiyle beraber toptan İslâmiyet’i kabul etti. Sonra da Yabgu’nun tahsildarlarını, “Müslümanlar kâfirlere haraç vermez.” diyerek kovdu. Yabgu’nun gönderdiği orduyu yendi ve “Gazi” ünvanını aldı.
Bu gazalardan birisinde büyük oğlu Mikâil şehid düşmüştü.
Sultan Selçuk’tan sonra oğlu Arslan Bey Gazneliler tarafından hapsedilince oğlu Mikâil’in çocukları Tuğrul ve Çağrı Beyler Büyük Selçuklu Devleti’ni kurdular.
Tuğrul ve Çağrı Beyler Horasan, Nişabur, Merv gibi şehirleri fethettikten sonra Nişabur’da Tuğrul Bey kendi adına sultan ünvanıyla ilk defa hutbe okutmuştu. Bu durumu kabullenemeyen Gazne Sultanı Mesut Selçuklulara savaş açtı.
Selçuklular, Dandanakan önünde bir yıldır seferde bulunan yorgun, aç, susuz Gazne ordusunu feci bir mağlubiyete uğrattılar.
Gaznelilere karşı kazanılan bu zaferden sonra Selçuklular’ın itibarı artmış, Türkmen boyları Selçuklular’a sığınmışlardı. Bu zaferden sonra Tuğrul ve Çağrı Beyler şükür secdesine kapandılar. Çünkü bu zaferle birlikte bütün Horasan’a da hakim olmuşlardı.
Tuğrul Bey’in ve Selçuklular’ın gücü arttıkça Bağdat’a hâkim olan Şiî Büveyhilerin de huzuru kaçıyordu. Bunlardan iyice rahatsız olan Halife Kaim biemrillah Tuğrul Bey’e mektup yazarak Bağdat’a dâvet etti. Bu dâvet üzerine 1055’de Bağdat’a gelen Tuğrul Bey, akabinde Büveyhi hükümdarı Meliku’r-Rahim Fîrûz’u hapsederek, Büveyhi Devleti’nin Bağdat’taki 110 yıllık saltanatına son verdi. Bundan sonra Bağdat, Selçuklular’a tâbi olacaktır. Şiî nüfuzunu kıran, liderleri Arslan Basâsiri’yi ortadan kaldıran Tuğrul Bey, böylece sükûneti temin etti. Bu münasebetle Halife tarafından, kendisine merasimle taç kondu, hil’atler giydirildi, murassa altın kılınç kuşatıldı ve “Sultânu’ş-şark ve garp” ünvanı verildi. Böylece İslâm dünyasının fiili liderliği Türkler’e geçmiş oldu.
Tuğrul Bey, çok âdil ve dindar bir hükümdardı. Kendisine bir saray yaptırdığı zaman, “Kendime bir saray yapıp da yanına Allah’ın evini (camii) yaptırmazsam utanırım.” demişti.
Birçok fetihler yapmış, Bizanslılarla savaşmış, Trabzon’a kadar gelmiş, Irak-İran ve Azerbaycan bölgelerini topraklarına katmıştır. Küçük bir devleti kısa zamanda imparatorluk yapmıştır.
Büyük Selçuklu devletinin ilk sultanı Tuğrul Bey’in ölümü üzerine, Çağrı bey’in oğlu olan yeğeni Alparslan Selçuklu hükümdarı oldu.
Devlet idaresinde istikrarı sağladıktan sonra fetihlere başladı.
Bizans imparatoru Türkmen akınlarını durdurmak ve memleketlerini ellerinden almak gayesiyle 200 bin kişilik, zamanın en kalabalık ve muazzam ordusuyla saldırıya geçmişti. Durumu haber alan Alparslan, 50 bin askeriyle düşmanı Malazgirt’te karşıladı.
Topluca kılınan Cuma namazından sonra askerinin karşısına geçti. Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı. “İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz.” dedi. Atından inerek secdeye kapandı. “Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:
“Burada Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bunun için benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”
26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında yapılan ve Anadolu kapılarını Türk’lere açan bu savaşta Bizans imparatoru esir düşmüş, 200 bin kişilik ordusundan da eser kalmamıştı.
Malazgirt zaferi, Müslüman Türk tarihinin en büyük olaylarından ve en önemli dönüm noktalarından biridir.
Türkler’e Anadolu’nun kapıları açılmış, ilk defa bu zafer sonrası Anadolu’da yerleşmeye başlamışlardır.
Bu zaferle, diğer İslâm dünyasındaki Bizans baskısı ortadan kalkmıştır.
Bu zafer sonucu Anadolu Türkleşmeye ve İslâmlaşmaya başlamıştır. Ve daha sonraları Osmanlı Devleti gibi büyük bir devletin kuruluşu gerçekleşmiştir.
Malazgirt zaferi, Türk-İslâm tarihinin başlangıcı olmuştur.
Bütün celâdet ve haşmetine rağmen son derece duygulu ve adil bir hükümdar olan Sultan Alparslan, Bizans imparatorunu affetmiştir.
Dokuz yıl süren hükümdarlığı sırasında büyük işler başarmış, devletin sınırlarını Anadolu içlerine kadar genişletmiştir.
İmparatorluğun sınırları Yemen’den Ceyhuna, Tiyan-Şam dağlarından Marmara ve Ege Denizi sahillerine kadar uzanıyordu.
İyiliği, merhameti, düşkünlere yardımı ile tanınmıştır. İslâmiyet’e ve cihada son derece bağlı idi. Allah’tan korkar, her işinde ona tevekkül ederdi.
Türkistan seferine çıkacağı sıralarda, hain bir kale kumandanı tarafından bıçaklanarak şehid edildi. O anda başına toplananlara “Her sefere çıkarken Allah’tan yardım dilerdim. Dün bir tepe üzerine çıkmıştım. Askerin çokluğundan, ordumun azametinden gurura kapıldım. Ben bu ordu ile dünyayı bile fethederim dedim. Bu gün Cenâb-ı Hakk âciz bir kulu ile benim aczimi yüzüme vurdu.” diyerek ruhunu teslim etmiştir.
Sultan Alparslan’ın veziri Nizamül-mülk askeri ve siyasi dehası olan, ilme çok önem vermiş bir kimse idi. Dini ve ilmi temellere oturmuş, gayet adil bir devlet sistemi kurup yürürlüğe koydu. Nizamiye medresesini kurmuştu. İlme ve bilime önem vermiş, Bağdat’ta bir de rasathane kurmuştu. Nizamül-mülk sapık bâtıni mezhebi taraftarlarınca şehit edildi. Bu devirde İmam-ı Gazali -rahmetullahi aleyh- gibi fazıl bir âlim yetişmiş, pek kıymetli eserler vermiştir. Selçuklular sünniliği korumak ve yaşamak için çok mücadele etmişler, bâtını fırkası, şiî ve sapık mezheplerle uğraşmışlardır. Ahmet Yesevi’de bu devirde İslâm tasavvufunu yaşamaya ve yaşatmaya gayret eden müstesna şahsiyetlerden birisidir.
•
Melikşah’tan sonra ülkede iç karışıklıklar başgösterdi. Suriye, Anadolu, Kirman Selçukluları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Melikşah’ın oğulları birbirine düştüler. Sultan Sencar idareyi ele aldı ise de Karahıtaylar’a yenilmiş ve Selçuklu Devleti son bulmuştur. (1157)
Selçuklular’da devlet işlerini yürütmekle görevli bir vezir-i âzam var idi. Bunun başkanlığında bir divan kurulurdu. Önemli meseleler burada tartışılır, karara bağlanır ve hükümdarın tasdikinden sonra vezir-i âzam tarafından tatbik edilirdi.
Selçuklu devletinin teşkilatı, esasen askeri mahiyette idi. İslâm dünyasındaki üstünlükleri çok kuvvetli askerî teşkilatları ve ordusu sayesinde olmuştur. Bu ordu, devrin en kuvvetli ve en mükemmel ordusu idi. Seyyar hastanelerine kadar bütün levazımatı tam ve mükemmeldi.
Selçuklularda bu ordudan başka bir de Tımarlı ordusu vardı. Bu ordu mensuplarına maaştan başka, zabtedilen ülkelerde, fetih esnasındaki gayretlerine göre araziler verilerek gelirleri onlara bırakılırdı. Bu usulü ilk defa vezir-i âzam Nizamül-mülk ortaya koydu. Ondan sonra da Osmanlılar dahil bütün müslüman Türk devletleri bunu benimseyip tatbik ettiler.
Selçuklu Devleti’nde ordunun maaşı senede dört defa olarak hususi bir merasimle verilirdi. Bu usül Osmanlı’da da kabul ve tatbik edildi.
Vakıflar, kervansaraylar, medreseler, hastahaneler, tekkeler, aşevleri gibi hayır ve yardımlaşma kurumu da denilebilecek olan birer sosyal dayanışma kurumları kurulmuştur.
Selçuklular döneminde ticaret kervanlarına büyük önem verilmiştir. Kervanlar, Türkistan, Harzem, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu arasında sefer yaparlardı.
Şehirlerde demir fırınları, dokuma tezgâhları, deri işleme atölyeleri, çini ve cam fırın ve imalâthaneleri önemli birer sanayi kollarıydı.
Muhammed Beyhakî, Farabî, İbn-i Sina, Bîrunî, Gazâlî, Harezmî, Zemahşerî, Ahmed Tûsî, gibi önemli isimler bu dönemde yetişmişlerdir.
Şaheser sayılabilecek han, hamam, minare, medrese, cami, hastahane, kervansaray, köprü, türbe gibi yapılar ortaya konmuştur. Mimarî eserlerdeki süslemelerde oymacılık, kakmacılık, tahta işçiliği, çinicilik ve hat sanatı önemli rol oynadılar.