Yeryüzünün canlıların yaşamasına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve döşenmesi, güzel güzel bitkilerin yetişmesi, hiç şüphesiz ki ilâhî bir plâna göre olmaktadır. Âyet-i kerime’de buyurulur ki:
“Yeryüzünü canlılar için O hazırladı.” (Rahman: 10)
Yerin bu şekilde aşağıya kurulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki orada yerleşip Allah-u Teâlâ’nın orada yarattıklarından faydalansınlar. Kâinat içinde her mahlûk için elverişli şartları sağlayan ve onu yaratan Allah-u Teâlâ’dır. Allah öyle bir Allah ki; itaat edeni etmeyeni, sevdiğini sevmediğini ayırdetmeden bütün mahlûkâtına sayısız nimetler bahşetmektedir. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler veriyor. Bazan rahmetini yağmur olarak, bazan kar olarak, bazan dolu olarak, ilâhi rahmetini ve hikmetini yalnızca kendi bilerek ve yöneterek emr-i ilâhî olarak yeryüzüne indiriyor ve oradan hayat veriyor, bereket veriyor. Biz zavallı inanlar da ilâhî rahmete beyaz felâket, kara kış gibi kulluğa yakışmayacak sözler sarfederek cahilce Rabb’imize bilerek veya bilmeyerek isyan edip işine karışıyoruz da farkında bile değiliz. Yine de kendi mülkünde yaşatıyor, her işimizi görüyor, her ihtiyacımızı gideriyor. Bütün istek ve ihtiyaçları O verir, ihtiyaçlar yalnız ve yalnız O’ndan talep olunur. Âyet-i kerime’de:
“Göklerde ve yerde bulunanlar O’ndan isterler.” buyuruluyor. (Rahman: 29)
Su, her canlının hayat kaynağıdır. İnsanlar içmek, ekin ve hayvanlarını sulamak için ona son derece muhtaçtırlar.
“İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana.”(Vâkıa: 68)
Allah-u Teâlâ bu beyan-ı ilâhî ile mahlukâtı üzerindeki ulûhiyet ve samediyetini göstermekte, su gibi bir tek sebep altında çeşitli görüntülerle kudretinin azametini hatırlatmaktadır.
“Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indirenler biz miyiz?”(Vâkıa: 69)
Halbuki yağan karla mikroplar ölüyor, bütün su havuzları ve barajlar doluyor, hava temizleniyor, toprak kabarıyor, daha verimli ve bereketli bir hâle geliyor. Bunlar gibi görüp göremediğimiz, zahiri ve bâtıni sayamayacağımız birçok hikmetler gizlidir. Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştıran ve yağış halinde indiren bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ’dır.
Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip tuzundan arınmış olarak tertemiz bulutlarda toplar. Sonra da onu kar, yağmur, dolu olarak dilediği gibi yeryüzüne indirir. Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar. İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
Âyet-i kerime’de:
“Eğer dileseydik, onu (içilmeyecek) tuzlu bir su yapardık. Hâlâ şükretmez misiniz?” buyuruluyor. (Vâkıa: 70)
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağış yağdığında yeryüzü çorak bir hâle gelir, hayattan eser kalmazdı. Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur, kar, dolu vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Size tatlı sular içirdik.”(Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan, kuyulardan O çıkarmıştır. Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı. O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabb’inden müstağni görür. Yaratan O, yaşatan O, rızıklandıran O, rahmetine gark eden yine O. “Ol!” deyince her şey oluyor, “Öl!” deyince her şey yok olup gidiyor. Her şey O’na bağlı, her şey O’nun emrine bağlı.
Kur’an-ı kerim’de rüzgârların bulutları taşıdığına, bulut çeşitlerine ve salkım bulutların kar ve dolu gibi yağışlar getirdiğine işaret eden pek çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur. Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah O’dur ki rüzgârları gönderip bulutları yürütür, onları dilediği gibi gökte yayar ve parça parça eder.” (Rum: 48)
Dilediği taraflara dağıtır, uzun veya kısa bir müddet havada tutar. Kimi zaman gökyüzünü kapatacak şekilde yayılırken, kimi zaman da dağınık parçalar hâlinde olurlar.
“Sonra da bulutların arasından yağmurun çıktığını görürsün.”(Rum: 48)
Yeryüzüne şeffaf damlalar hâlinde dökülmeye başlar. İnsan hayatı üzerinde ısıdan sonra en mühim âmil yağmurdur. Çünkü yağmur, yeryüzündeki tatlı suların kaynağıdır. Gerek insanlara ve gerekse hayvanlara bol bitkiler sağlayan ziraat hayatı yağmura dayanır. Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla yemyeşil kesiliverir. Şüphesiz ki Allah Lâtif’tir, her şeyden haberdardır.”(Hacc: 63)
Rüzgârları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır, ölü bir hâlde olan yeryüzü canlanır. Kuruluğundan ve kuraklığından sonra yemyeşil hâle gelir.
Yağmur Allah-u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah-u Teâlâ’ya ait olan yeryüzüne inmektedir. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O’dur.
“Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl su indirdik.”(Nebe: 14)
Ne zaman, nereye, ne kadar ve ne şekilde yağdıracağını tam olarak O bilir.
“Ki o su ile taneler ve bitkiler çıkaralım.”(Nebe: 15)
Burada yağmur yağdırmasının gayesini ve hikmetini beyan buyurmaktadır.
“Ve dalları birbirine geçmiş bahçeler.” (Nebe: 16)
Âfâkı kaplayan, gözlerimize çarpıp duran bu derece muazzam güzellikler, kudret-i ilâhînin azametine delâlet ve şehadet etmektedir.
“Görmez misin ki, Allah bulutları sürüyor.” (Nûr: 43)
Onları yok iken yarattıktan sonra dilediği tarafa gönderiyor, çeşitli durumlarda bulunduruyor.
“Sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor.” (Nûr: 43)
Dağınık bulutları toplayıp birleştiriyor, büyük bir bulut tabakası haline getiriyor.
“İşte görüyorsun ki, yağmur bunların arasından çıkıyor.” (Nur: 43)
Allah-u Teâlâ ağır yağmur yüklü bulutların teşekkülü ile dolunun ve yıldırımların düşmesi arasındaki ilgiyi beyan buyurmaktadır.
“Gökten dağlar (gibi bulutlar)dan dolu indirir. Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden uzak tutar.” (Nur: 43)
İlâhî kudret bulutları bir yerden başka bir yere sürer, sonra da onları bir araya toplar, birbiri üzerine yığılırlar. Ağırlık kazandıkları zaman da onlardan yağmurlar ve sağnaklar boşanır. Bu hâlleri ile oldukça büyük dağları andırırlar. Hayatın kaynağı olan su birçok değişikliklere uğrasa da, sonunda yine buharlaşır, kendisine karışan yabancı maddelerden arınır ve bulutları meydana getirir. Sonra tekrar yeryüzüne inerek devr-i daim yapar. Öyle bir nizam ve intizam ki hiç şaşmaz ve her yönden ilâhî kudretin azametini ve sınırsızlığını sergiler.
“Allah gökten su indirir de dereler kendi miktarınca dolup taşar.”(Rad: 17)
“Size gökten su indiren O’dur. O sudan içersiniz. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de onunla biter.” (Nahl: 10)
Suyun içinde bulunan bazı maddeler, bitkilerin gıda almalarını sağlarlar. Bitkiler bu suyu kökleri vasıtasıyla yerin dibinden alırlar.
“Gökten su indirdik ve orada her güzel çiftten bitirdik.” (Lokman: 10)
Bunlar ne kadar güzel, lâtif birer manzara teşkil ediyorlar! Beşeriyet bunlardan ne kadar istifade ediyor!
Âyet-i kerime’de:
“O’nun varlığının delillerinden biri de sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra hemen birer insan olarak yeryüzüne yayılırsınız.” buyuruluyor. (Rum: 20)
Hazret-i Allah’ın indinde yeryüzüne yayılan bu insanların her birinin birer hakikati vardır. Onun zuhur etmesini dilediği zaman akl-ı kül’de tasarruf ederek ilk şeklini çizer ve onu orada dilediği kadar tutar. Oradan nefs-i kül’e gelir. Sonra arş-ı rahman’dan, kürsü’den süzülüp yedi kat göklerden geçer, felek-i kamere gelir. Oradan ânâsır-i erbea denilen ateşe, havaya, suya ve toprağa düşer. Toprakta bitki olur. İnsandaki ruh-u hayvâni onu yer. Bir müddet erkeğin sulbünde üreme nüvesi hâlinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizin her birinizin yaratılışı ana rahminde ‘nutfe’ olarak kırk gün derlenir toplanır. Sonra o kadar zamanda pıhtılaşmış kan ‘alâka’ olur. Sonra yine kırk günde et parçası ‘muğda’ olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve o ceninin neler yapacağını, rızkını, ecelini, şâki mi saîd mi olacağını yazması o meleğe emrolunur. Bundan sonra cenine ruh üfürülür.” buyuruyorlar. (Buhârî)
Nihayet günü gelince fevkalâde bir bebek olarak dünyaya gelir. İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı, hüküm tohumunu attı, hayat suyu ile fırlattı “Ol!” dedi ve oldu. Diğerleri hep teferruattan ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz. Herkes kabuğu görür, özü gören ise azdır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphe yok ki İsâ’nın babasız dünyaya gelişi de Allah’ın indinde Adem’in hâli gibidir. Allah Adem’i topraktan yarattı, sonra ona ‘Ol!’ dedi, o da canlanıp oluverdi.” (Âl-i imran: 59)
“Biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu ‘nutfe’ halinde sağlam bir karargâh olan rahimde yerleştirdik. Sonra o nutfeyi ‘alâka’ya yani kan pıhtısına çevirdik. Derken alakayı da ‘muğda’ yani bir çiğnemlik et yaptık. O muğdadan da kemik yapıp, o kemikler et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratılışla inşa ettik, ruh verdik. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir. Bilâhare siz bunun arkasından ölüler hâline geleceksiniz.” (Müminûn: 12-15)
“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur.” (Âl-i imran: 6)
“Allah sizi topraktan, sonra bir nutfeden yarattı. Sonra da sizi çift çift yaptı.” (Fâtır: 11)
“Göklerin ve yerin mülk-ü tasarrufu Allah’ındır. Ne dilerse yaratır. O kime dilerse kız evlât bağışlar, kime dilerse ona erkek evlâtlar lütfeder. Yahut o çocukları erkekler-dişiler olmak üzere çift verir. Kimi dilerse onu kısır bırakır. O Âlimdir, Kadirdir.” (Şûrâ: 49-50)
“O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, yaratmaya da çamurdan başlayandır. Sonra O, bunun zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır. Sonra onu düzeltip tamamladı, içine ruhundan üfürdü. Sizin için kulaklar, gözler, gönüller verdi, ne az şükredersiniz.” (Secde: 7-9)
Hiç şüphe yok ki bu efdal ümmet içinde, yağmurun toprağa düşmesi ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi, Hakk’ın izni ile ölmüş kalpleri diriltenler de mevcuttur. Onların bu derece faziletli oluşları, güçlük ve engellere karşı yalnız Allah için mücahede ve mücadele etmeleridir. Ashâb-ı Kehf Hazerâtının faziletleri de bundandır. Cenâb-ı Hakk mahlukâtın en ekmeli ve eşrefi olan insanı, en güzel iş ve hareket yapma istidâdı üzerinde halketmiştir. Böyle iken Hakk ve hakikati bırakıp gayrıya çalışması bâtıl değil midir?
Buhari’nin rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’te Hazret-i Ali (r.anh) buyuruyorlar ki:
“Bakî-i Garkad mezarlığında bir cenazede bulunuyorduk. Resulullah (s.a.v) yanımıza gelip oturdu, biz de etrafına oturduk. Elinde bir asa vardı. Başını eğdi ve asasıyla yere vurmaya başladı. Sonra buyurdu ki:
‘Sizden hiçbiriniz müstesnâ olmamak üzere hepinizin cennetteki yeri de cehennemdeki yeri de yazılmıştır. Şâkî veya said olacağı tesbit olunmuştur.’
Bunun üzerine Ashâb-ı kiram’dan bir zât sordu:
‘-Öyle ise yâ Resulallah, amel ve ibadeti bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın takdirine itimad edemez miyiz? Zira bizden saâdet ehli olanları, ilâhî takdir saâdet ehlinin ameline sevkeder, kişi cennete girer. Yine bizden şekâvet ehli olanları, ilâhî takdir şekâvet ehlinin ameline sevkeder, kişi cehenneme girer.’
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz cevaben:
‘Güzel ameller yapmaya devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o iş kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet ehli olan saâdet amelleri yapar. Şekavet ehli olan ise şekâvet amelleri yapar.’ buyurdu ve akabinde şu Âyet-i kerime’yi okudu:
‘Kim ki (her şeyini Hakk’a) verir, masiyetten sakınır, Allah’tan korkarsa ve o en güzel Kelime-i tevhid’i tasdik ederse; biz de ona kolay yolu hazırlarız, hayra karşı tatlı bir arzu veririz. Fakat kim de hasislik edip inâyet-i ilâhiyeden kendisini müstağni görüp, o en güzel kelimeyi tekzip ederse, biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, hayra karşı bir isteksizlik veririz.’ (Leyl: 5-10)
Kişi baktığı zaman kendisini bu hakikat aynasında görebilir. Yine bu hususta Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyuruyor:
“Kim bu çarçabuk geçen dünyayı isterse, biz de burada ona, evet kimi dilersek ona, dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Kınanmış ve rahmetimizden kovulmuş olarak oraya girer. Kim de inanmış olarak ahireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte onların bu çalışmaları meşkûr ve makbul olur. Hepsine, onlara da bunlara da (dünyayı isteyene de ahireti isteyene de) Rabb’inin vergisinden birbiri ardınca veririz. Esasen Rabb’inin ihsanı hiç kimseye yasak kılınmış değildir.” (İsrâ: 18-20)