Kurban, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak niyeti ile belli günlerde kesilen hayvana verilen isimdir. Kurban kesmek hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Rabb’in için namaz kıl, kurban kes.” buyuruyor. (Kevser: 1)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hali vakti yerinde olup da kurban kesmeyen kimse namazgâhımıza yaklaşmasın.” (İbn-i Mâce)
Bütün semâvî dinlerde kurban kesmek, insanı Hazret-i Allah’a yaklaştıran ve ulaştıran bir ibadet sayılmıştır.
Kurân-ı kerim’de Âdem Aleyhisselâm’ın oğullarının kurban kesmelerinden bahsedilmektedir. Âyet-i kerime’de:
“Biz her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık.” buyuruyor. (Hacc: 34)
Mühim olan sadece kan akıtmak veya et yemek değil, Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için kan akıtmaktır. Âyet-i kerime’de:
“Boğazlanan kurbanlık hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan sizin takvanızdır.” buyuruluyor. (Hacc: 37)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Hiçbir kul kurban günü, Allah katında kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz. Zira kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzları ile, kıllarıyla, tırnaklarıyla gelecektir. Hayvanın kanı yere düşmezden önce Allah katında yüce bir mertebeye ulaşır. Öyle ise onu gönül hoşluğu ile ifa edin.” (Tirmizi)
Kurban, malla yapılan bir fedakârlıktır. Bir müslüman kurban kesmekle, can da dahil olmak üzere bütün her şeyini Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunu göstermiş olmaktadır. Diğer taraftan kurban, nefsâni arzuları kesmenin de işaretidir.
Bir de Allah için nefsini kurban eden kullar vardır ki onlar bütün arzu ve hükmü Hakk’tan beklemiş olanlardır, onlarda arzu yaşamamıştır. Bu teslimiyetin en güzel numunesi Hazret-i Allah’ın ‘Halilim’ dediği Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail Aleyhimüsselâm’dır. Onlar bütün arzularını Hazret-i Allah’ın hükmüne bağlamış, o kadar Hazret-i Allah’a ram olmuşlardır ki biricik oğlunu kurban ederken bile ikisi de olduğu gibi teslim olmuşlardır. Bu hadise şöyle gelişmiştir:
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm bir gün bir ziyaretinde Mekke-i Mükerreme’de bir rüya gördü. Zilhicce’nin sekizinci günü gördüğü ilk rüyada Hazret-i Allah ilk ve tek oğlu olan İsmail Aleyhisselâm’ı kurban etmesini emrediyordu. Bu rüyanın rahmânî olup olmadığına tereddüt etti. Zilhicce’nin dokuzuncu günü de aynı rüyayı tekrar görünce, rüyanın rahmânî olduğuna dair kanaat hasıl olmaya başladı. Zilhicce’nin onuncu günü de aynı rüyayı tekrar görünce, bunun kati bir emir olduğunu anladı ve oğlunu kurban etmeye karar verdi. Allah-u Teâlâ Halil’inin tam bir teveccüh ve teslimiyet içinde olduğunu, onun Allah için her türlü fedakârlığa katlanabilen numune bir insan olduğunu göstermek için çok ağır bir imtihana tâbi tutuyordu.
İbrahim Aleyhisselâm bu kararını, bu ilâhî emri zorla uygulamayıp, önce oğluna tebliğ ederek işi istişareye havale etti. Oğlundan bu hususta düşünmesini ve görüşünü bildirmesini istedi.
Âyet-i kerime’de:
“Çocuk kendisiyle beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Ey oğulcuğum! Rüyada ben seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’ dedi.” buyuruluyor. (Saffat: 102)
İsmail Aleyhisselâm ise babasının bu teklifine hiç tereddüt etmeden teslimiyet içinde cevap verdi.
Âyet-i kerime’de:
“Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” buyuruluyor. (Saffat: 102)
Oğlunun bu derece metin olduğunu ve en kıymetli sermayesi olan canını bile Allah için seve seve verebilecek bir durumda olduğunu gören İbrahim Aleyhisselâm son derece memnun olmuştu.
Âyet-i kerime’de:
“Her ikisi de Allah’ın emrine ram oldular.” buyuruluyor. (Saffat: 103)
Hazret-iİbrahim Aleyhisselâm, oğlu İsmail Aleyhisselâm’ı da alarak emr-i şerif’i yerine getirmek için beraberce Minâ denilen mevkiye geldiler. Biricik oğlunu bağrına bastı, öptü öptü ve yüzükoyun yatırarak Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmeye hazırlandı. Bu şekilde yatırmasının sebebi, oğlunun yüz ifadesini görüp şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirememe korkusuydu. Nihayet vedalaştı ve bıçağı boğazına çalmaya başladı. Birkaç kere çaldı ise de bıçak kesmedi. Tekrar tekrar çaldı fakat yine kesmedi, her defasında bıçağın ağzı geri dönüyordu. Nefeslerin kesildiği bir anda emr-i ilâhî geldi. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca biz ona ‘Yâ İbrahim!’ diye seslendik. ‘Rüyana sadakat gösterdin, işte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” (Saffat: 103-105)
Baba ve oğul tarafından kulluğun en mükemmel numunesi ortaya konulmuş oluyordu. İbrahim Aleyhisselâm bu ilâhî emre samimiyetle imtisal ettiği için bizzat nidâ-i ilâhî’ye nail olmuş bulunuyordu. İnsan havsalasının alamayacağı, kelimelerle ifade etmeye gücünün yetmeyeceği bu hadise hakkında Âyet-i kerime’de:
“Bu gerçekten apaçık bir imtihandı.” buyuruluyor. (Saffat: 106)
Öyle bir imtihan ve ibtilâ ki, büyüklüğü apaçık meydandadır. Çocuğu boğazlamak üzere yere yatırmakla maksat hasıl olmuştu. Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeyin ona daha sevgili olmadığı ortaya çıkmış, sadakatini en güzel şekilde ispat etmişti. İbrahim Aleyhisselâm bu ilâhî nidâyı işitince etrafına baktı, bir de ne görsün! Gözleri sürmeli, boynuzlu bir koçla Cebrail Aleyhisselâm semadan doğru geliyor. Allah-u Teâlâ İsmail Aleyhisselâm’a bedel olarak Cebrail Aleyhisselâm refakatinde kadri yüce bir kurbanlık göndermiş, İbrahim Halilullah’ın o emsali düşünülmeyen kurban niyetini bu koç ile yerine getirmesini istemiştir. Âyet-i kerime’de:
“Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.” buyuruluyor. (Saffat: 107)
İbrahim Aleyhisselâm koçu kurban ederek Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâsını, şükranlarını arzetmiştir. O koç sebebiyle hayata dönen İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden son peygamber Muhammed Aleyhisselâm geleceğinden, koçun şânına tâzim için “Büyük bir kurbanlık” olarak vasıflandırılmıştır.
Kurban bayramında kurban kesmek, itaatin güzelliğini, Allah-u Teâlâ’nın emrine teslim olmanın ulviyetini gösteren bu hadisenin anılması olarak İslâmi vecibeler arasına katılmıştır. Müminlerin hayvanlarını Allah için kurban etmeleri bu teslimiyeti kıyamete kadar canlı tutmaktadır.
Bir de Allah ve Resul’ünün yolunda nasipdar olup da Mürşid-i kâmil’i bulup, ona intisab edip, nefsini kurban edip varlığını ata ata Var’a ulaşanlar vardır. Âyet-i kerime’de:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler kendi nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisa: 79)
Resulullah (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir günahtır.” buyuruyorlar.
Nefsini kurban etmeyen, varlığını dağıtıp yok olmayan, seyr-ü süluk yolunda erimeyen Var’a ulaşamaz. Çünkü var olan ancak Hazret-i Allah’tır. Vücud O, mevcut O. Hakikat ehlinde Hakk’tan gayri hiçbir şey bulunmaz. Âyet-i kerime’de:
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” buyuruluyor. (Bakara: 156)
İşte bunlar Allah için olan ve Hazret-i Allah’a dönenlerdir. Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır, bunlar Allah-u Teâlâ’ya teslim olmuşlardır, iradelerini Hakk’ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu yaşamaz. Onlar için mühim olan hükm-ü ilâhî’dir. Çıkacak hükm-ü ilâhî’ye bakarlar. Onlar Hakk’ın kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat vefat değişmez. Zaten bu yola girerken onlar nefislerini kurban etmişlerdir. Dünyada olmak ile kabirde olmak arasında hiç fark yoktur. Gerçek kulluk makamı burasıdır. Bir insan, bir mürid bu aynaya bakar, bu bir hakikat aynasıdır. Bu aynada herkes kendini görür. Hazret-i Allah için miyiz? Şeytan için miyiz? Nefis için miyiz? Dünya için miyiz?
Allah-u Teâlâ’nın “Vedüd” ism-i şerif’i vardır. Yani itaatkâr kullarını çok seven, sevilmeye en çok lâyık olan demektir.
Allah-u Teâlâ’nın bir ism-i şerif’i de “Lâtif”tir. Yani en ince işleri yapan, bütün işlerin inceliklerini bilen sonsuz lütufkâr O’dur.
Diğer bir ism-i şerif’i de “Veli”dir. Yani salih kullarının dostu olan demektir. Tasavvur buyurun bir kulun dostu Hazret-i Allah olursa...
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ölen kişi, Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim Cenneti vardır.” (Vakıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır. O kişiye Âyet-i kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister. Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar. Âyet-i kerime’de:
“Her insan ölümü tadacaktır.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
Allah-u Teâlâ’nın bütün yarattıklarının misali; farz-ı muhal bir denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş ve fakat tutulduğunu da bilmiyor. Sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor. Hiçbirinin umurunda bile değil, biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkûm ve fakat Allah-u Teâlâ’nın feyz ve rahmet deryası vardır. O derya uçsuz bucaksızdır ve sonsuzdur. O deryadan da Habib-i Ekrem (s.a.v)’in deryasına gelir. Bu derya, feyz ve hayat suyudur. O deryadan da zamanın mürşidinin deryasına gelir. Allah-u Teâlâ o ağın içinden alıp, Resulullah (s.a.v) Efendimiz’in hayat suyu olan feyiz deryasına kimi koyarsa onun için ölüm yoktur. Nefis kurban olmuştur ama ruhları diridir.
Hadis-i şerif’lerinde Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Müminler ölmezler, ancak bir evden bir eve nakil olunurlar.”.
Rabbim nefsini kurban eden, feyiz deryasının içinde ruhunu dirilten gerçek iman sahibi kullarından etsin.