Geçmişte yaşamış ümmetlerden birinde, rivayete göre Yemen’in San’a şehri yakınlarında ehl-i kitaptan sâlih bir zât yaşıyordu. Öyle bir bahçesi vardı ki, her türlü meyve yetişiyordu.
Dindar, muttaki, aynı zamanda çok cömert olan bu zât; hasat zamanı gelince, ilân vermek suretiyle fakirleri ve düşkünleri çağırır, bahçeden onlara bolca pay verir, onlara ikramda bulunurdu. Ayrıca devşirme mevsiminde dalda ve başakta kalanları, yere dökülenleri yoksullara bırakmayı âdet edinmişti.
Bu şekilde nezih bir hayat yaşayan, halkın sevgi ve saygısını kazanan bu sâlih zât gün geldi vefat etti. Yerine çocukları vâris olup bahçe ile ilgilenmeye başladılar.
Devşirme mevsimi geldiğinde babalarına muhalif harekette bulundular. Aç gözlülük ederek dediler ki:
“Mal az âile fertlerimiz çok... Eğer babamızın yaptığı gibi biz de bu mahsulâttan fakirlere bir şeyler bırakırsak ihtiyaç içinde kalırız, onların bu bahçede hakları yoktur.”
Aralarında istişare yapıp, hiçbir fakire herhangi bir şey vermemeyi kararlaştırdılar. Şu kadar var ki içlerinden bir kardeşleri bu fikre karşı çıktı. Bu davranışlarının doğru olmadığını, babalarının yolunu takip etmek gerektiğini onlara hatırlattı, öğütler verdi, fakat öğütlerine kulak asmadılar. O bir kişi, diğerleri ise çoğunlukta idi.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Kalem sûre-i şerif’inin 17-35. Âyet-i kerime’lerinde bahçe sahiplerinin ahvâlini bir vesile-i intibah olmak üzere hikâye buyurmaktadır:
“Biz vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi, bunlara da belâ verdik.” (Kalem: 17)
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ’nın Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine bir rahmet olmak üzere gönderdiği Kureyşliler’in, onu reddedip karşı koymaları üzerine belâlara musibetlere uğratıldıklarını beyan buyurmaktadır.
Bahçenin yeni sahipleri sabah erkenden meyveleri devşirmeye gideceklerdi. Miskinlere haber vermeyecekler ve onlara hiçbir pay ayırmayacaklardı. Bu kararlarını yemin ile de teyit ettiler.
“Hani o bahçe sahipleri, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.” (Kalem: 17)
Bu işten son derece emin idiler. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bu işi karara bağlarken: “‘İnşallah... Allah izin verirse... Sağ salim sabaha çıkarsak... Bir âfete uğramazsak...” gibi bir sakınma kaydı koymamışlar, yoksulları haklarından mahrum bırakmaya güç yetireceklerini sanmışlardı.
“Bir istisna da yapmıyorlardı.” (Kalem: 18)
Böyle olunca da Allah-u Teâlâ onları istek ve arzularının tersiyle cezalandırdı. Yemin ettikleri iş, kararlaştırdıkları gibi lehlerine değil, akıl ve hayallerine gelmeyecek bir şekilde aleyhlerine tecellî etmişti.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Fakat onlar daha uykudayken Rabb’inin katından gönderilen kuşatıcı bir afet bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi.” (Kalem: 19-20)
Miskinlerin payı hususunda cimrilik etmenin, nimetle şımarmanın cezası olarak; kendi paylarına düşecek olan mahsuller yok olduğu gibi, muhtaçlara verilmesi gereken paylar da yok oldu, kendilerine hiçbir şey kalmadı. Şükrü edâ olunmayan nimet, her zaman için zevâle mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ onların bu kötü niyetlerinin neticesi olarak, haberleri olmaksızın geceleyin bahçenin harap olduğunu beyandan sonra, sabahın erken saatlerinde kalkan bahçe sahiplerinin ahvâlini beyan etmek üzere şöyle buyuruyor:
“Sabah olurken: ‘Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!’ diye birbirine seslendiler.” (Kalem: 21-22)
Yoksulların farkına varmasından korktukları için, gizlice konuşarak bahçeye doğru yola çıktılar. Keyifli keyifli birbirlerini teşvik ediyorlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Derken: ‘Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!’ diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular.” (Kalem: 23-24)
Halbuki düşünmeleri gerekirdi ki o bahçe, onu kendilerine veren, onlar uyurken onu gözetecek olan Allah-u Teâlâ’nın mülküdür, onca fakir fukaranın da hukuku vardır.
“Yoksullara yardım etmeye güçleri yettiği halde, böyle konuşarak erkenden gittiler.” (Kalem: 25)
Sabahleyin bahçelerine geldiklerinde bir de ne görsünler! Ne bir ağaç, ne de bir meyve var! Oranın kendi bahçeleri olduğuna inanamadılar, yolu şaşırdıklarını sandılar.
“Fakat bahçeyi gördüklerinde: ‘Herhalde biz yolumuzu şaşırmış olmalıyız!’ dediler.” (Kalem: 26)
Hepsi birlikte dikkatlice baktılar. Tekrar baktılar. Nihayet oranın gerçekten kendi bahçeleri olduğunu, yanlış yere gelmediklerini, kendi kötü niyetleri yüzünden böyle bir felâkete uğradıklarını anladılar.
Dediler ki:
“Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız.” (Kalem: 27)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerini cezalandırdığının farkına vardılar. İş işten geçtikten sonra hayıflanmaya başladılar. Olup bitenlerden, elden kaçan fırsatlardan dolayı büyük bir pişmanlık duydular.
Onlar fakirleri mahrum bırakmak istemişlerdi, fakat kendileri Allah-u Teâlâ tarafından mahrum bırakılmışlardı.
“İnsaflıları şöyle dedi:
‘Ben size demedim mi? Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?” (Kalem: 28)
Bu kardeşleri evvelce de onlara öğüt vermiş, uyarılarda bulunmuştu. Fakat aldırış etmemişler, kulak asmamışlar, kendi fikirlerinde ısrar etmişlerdi.
Eğer içlerinde aklı eren bir fert bulunmasaydı, o ümitsizlik içinde kıvranıp duracaklardı.
Bir musibet bin nasihattan iyidir. Önce dinlemedikleri nasihatı, bu defa uğradıkları felâket içinde dinlediler ve kusurlarını itiraf ederek dediler ki:
“Rabb’imizi tesbih ederiz. Doğrusu biz zalimlermişiz.” (Kalem: 29)
İlk şaşkınlık hali geçer geçmez biri diğerini itham etmeye: “Bu felâkete sebep sensin!.. Bu hileyi bize sen öğrettin!.. Tasadduk edersek fakir düşeriz diyerek bizi korkuttun!..” gibi sözlerle suçu birbirine atmaya başladılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dönüp kabahati birbirine yüklemeye başladılar.” (Kalem: 30)
Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Emr-i ilâhîye muhalefet etmeleri, fakirlerin haklarını vermekten kaçınmaları sebebiyle ellerindeki nimetlerin zevâli ile cezalandırılacaklarını düşündükçe deli divane oluyorlardı.
Tekrar be tekrar hatalarını itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar, pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlardı.
“Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.” (Kalem: 31)
Hepsi de gerçekten tevbekâr oldular. Tevbe etmekle kalmadılar, dağılıp gidivermediler:
“Belki Rabb’imiz bize bunun yerine daha iyisini verir.” (Kalem: 32)
Diyerek, Rabb’lerine samimiyetle yöneldiler, dergâh-ı ulûhiyete el açtılar. Bunu bile yeterli görmeyerek, bütün rağbetlerini sırf O’na çevirdiklerini, gayelerinin O’nun rızasına ulaşmak olduğunu beyan ederek en sonunda şöyle dediler:
“Biz sadece Rabb’imize rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” (Kalem: 32)
Bu bahçe sahiplerinin hikâyesinden, mal ve evladı Allah-u Teâlâ’nın insana imtihan için verdiği, eğer O’nun rızasına uygun olarak sarfederse faydasını, kötülük yolunda sarfederse zararını göreceği, yaptığından pişmanlık duyup da tevbe ederse tevbesinin kabul olunacağı anlaşılmış oluyor.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bu kıssanın ardından şöyle buyuruyor:
“İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (Kalem: 33)
Bu azap mala değil canadır, geçici değil süreklidir, içine düşen kurtulmaz. O bir kere başa geldikten sonra uyanmanın hiç faydası olmaz.
İnsanlar bunu bilmiş olsalardı günahlarından vazgeçerlerdi. Bilmedikleri için isyanlarında ısrar etmektedirler.
Bağlara, bahçelere ve diğer emvale âfetlerin inmesi, nimet sahiplerinin şükrünü yerine getirmemeleri sebebiyledir.
Dünyada iken insanın başına gelen bu gibi belâ ve ibtilâlar, anlamak kabiliyetinde olanları uyandırır, Hakk’a teslim ettirir, daha büyük tehlikelerden korunmasına ve daha büyük iyiliklere ulaşmasına sebep olur. Kişinin bilemeyeceği birçok hikmetler mevcuttur.
Bu hitap kıyamete kadar gelecek insanların hepsine şâmildir. Allah-u Teâlâ insanları insafa ve ibret almaya dâvet etmektedir.
Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip Allah’tan korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:
“Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rabb’leri katında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem: 34)
Her türlü korku ve endişeden, belâ ve musibetlerden uzak bir şekilde bağlara, bahçelere, bostanlara nâil ve dahil olacaklardır.
Müşriklerin ileri gelenleri dünyada kendi kısmetlerinin bolluğunu, müslümanların ise geçim darlığı çektiklerini görüyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın müslümanlara ahiret ile ilgili vaadlerini duyduklarında: “Öldükten sonra her şey biter. Eğer Muhammed’in ve beraberindekilerin zannettikleri gibi ölümden sonra gerçekten diriltilecek olursak, o zaman bizim de onların da durumlarımız dünyadaki gibidir. Bizden üstün olmaları mümkün değildir. Orada da biz yine refah içinde olacağız.” dediler.
Allah-u Teâlâ onların bu sapık fikirlerini reddetmek ve kınamak için şöyle buyurdu:
“Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?” (Kalem: 35)
Elbette ki suç işleyenin âkıbeti azap, itaatkârların karşılığı da Nâim cennetidir.
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete kadar gelecek bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:
“Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Kalem: 36)
Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören bir hüküm veriyorsunuz? Hiç akıllı bir kimse böyle yapar mı?
“Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 37)
Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz?
Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı okuyup inceliyorsunuz?
“O kitapta: ‘Beğendiğiniz her şey sizindir.’ diye mi yazılı?” (Kalem: 38)
“Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz doğrudur.” diye yalnız size âit bir delil mi var?
“Yoksa: ‘Ne hükmederseniz mutlaka sizindir!’ diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?”(Kalem: 39)
Halbuki ellerinde hiçbir delil, hiçbir istinat yok. Hevâ ve heveslerine göre konuşuyorlar. Kendi kendilerine hüküm ve hakikati değiştirmeye kalkıyorlar.
“Sor bakalım onlara, hangisi bunu üzerine alıyor?” (Kalem: 40)
İçlerinden hangisi böyle bir şeyi garanti edebilir?
“Yoksa onların ortakları mı var? Sözlerinde doğru iseler, hadi ortaklarını da getirsinler!” (Kalem: 41)
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ’nın bir hükmünü değiştiremezler. Hepsi de Hakk’ın karşısında kahrolmaya mahkumdurlar.