Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - Kıyametin Büyük Alametleri - Ömer Öngüt
Kıyametin Büyük Alametleri
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Aralık 2003

 

“Kıyamet Yaklaştıkça Yaklaşmıştır.”
(Necm: 57)

“Siz Daha Evvel On Alâmet Görmedikçe Kıyamet Kopmayacaktır.”
(Müslim: 2901)

KIYAMETİN BÜYÜK ALÂMETLERİ

 

Hadis-i şerif’in devamında arzedilen büyük alâmetler şunlardır:
Duhan (Duman), Deccal, Dâbbetü’l-Arz, Güneşin battığı yerden doğuşu, İsa bin Meryem Aleyhisselâm’ın inişi, Ye’cüc ve Me’cüc, biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç yerin batması, Hicaz tarafından büyük bir ateşin çıkması.

 

On Büyük Alâmet:

Huzeyfe’tül-Gıfârî -radiyallahu anh- Hazretleri buyurur ki:

“Bir gün aramızda konuşurken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yanımıza geldi.“Ne konuşuyordunuz?”diye sordu. Arkadaşlar “Kıyamet gününden bahsediyorduk.” dediler. Bunun üzerine buyurdular ki:

“Siz daha evvel on alâmet görmedikçe kıyamet kopmayacaktır.” (Müslim: 2901)

Hadis-i şerif’in devamında arzedilen büyük alâmetler şunlardır:

Duhan (Duman), Deccal, Dâbbetü’l-Arz, Güneşin battığı yerden doğuşu, İsa bin Meryem Aleyhisselâm’ın inişi, Ye’cüc ve Me’cüc, biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç yerin batması, Hicaz tarafından büyük bir ateşin çıkması.

 

1. DUHÂN

Büyük bir duman demektir. Kıyamet gününden evvel hakikati zuhur edecek, bütün yeryüzünü kaplayacak, bu hal kırk gün sürecektir. Yeryüzü âdeta bacasız bir fırın, içinde ateş yanmış bir oda gibi ısınacaktır. Müminler bu dumandan hafif nezleye tutulmuş gibi çok az etkilenecekler; kâfir ve münafıklar ise şiddetle sarsılacaklar, sarhoş gibi olacaklardır.

 

2. DECCAL

Âhir zamanda bu isimde bir şahıs türeyip önce peygamberlik daha sonra da ilâhlık dâvâsında bulunacak ve göstereceği hârikulâde şeyler sayesinde bir süre insanları saptıracaktır.

Rüzgâr gibi bir hıza sahip olarak yeryüzünü dolaşacak, sadece Kudüs-ü şerif’e, Mekke-i mükerreme’ye ve Medine-i münevvere’ye giremeyecektir.

İmran bin Husayn -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Âdem’in yaratılışı ile kıyametin kopması arasında Deccal’den daha büyük bir fitne yoktur.” buyurmuştur. (Müslim: 2946)

Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde, Kehf sûre-i şerif’inin ilk on Âyet-i kerime’si ile son on Âyet-i kerime’sini okumaya devam edenlerin, onun şerrinden kurtulacağını haber vermiştir. (Müslim: 809)

Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Deccal yahudidir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 2927)

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:

“Taylesan elbiseleri giyinmiş yetmişbin İsfahan yahudisi Deccal’in emrine girecektir.” (Müslim: 2944)

Deccal Amerika’dan geldiği zaman, yahudiler ona tâbi olacak ve ondan sonra Arabistan üzerine yürüyecekler.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilmiştir:

“Resulullah Aleyhisselâm Vedâ haccı sırasında bir ara:“İnsanlar susup dinlesin” buyurduktan sonra hamd ve senâda bulundu, akabinde Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz etti:

“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.

O sizin aranızdan çıkacak. Onun hâli sizden gizli kalmayacak. Rabb’inizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir.” (Buhârî. Fiten 17 - Müslim: 169)

Ashâb-ı kiram Hazerâtının devrinde küçük çocuklara Deccal bilgisi verildiği rivayet edilmektedir.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’e göre; Deccal’in iki gözü arasında “Kâfir” yazılıdır, bunu her müslüman okuyacaktır.

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Deccal’in sol gözü yoktur. Saçı çok bir adamdır. Cennet ve cehennem namıyla nezdinde iki mevki vardır. Lâkin hakikatte cehennem gösterdiği mevki cennet ve cennet gösterdiği mevki ise cehennemdir.” (Müslim: 2934)

Deccal’in bir rivayette sağ gözünün, diğer rivayette sol gözünün kör olduğu bildirilmesi her iki gözünün sakat oluşundandır. Biri tamamiyle kör, diğeri anadan doğma çıkıktır.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadisi şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Size onun hakkında bir söz söyleyeceğim ki, bu sözü hiç bir peygamber kavmine söylememiştir.

Bilmiş olun ki bu adamın bir gözü kördür. Allah Tebâreke ve Teâlâ ise kör değildir.” (Müslim: 2931)

Allah-u Teâlâ şeytana verdiği ruhsat gibi Deccal’e ruhsat verecektir. Şeytana kıyamete kadar, fakat Deccal’e İsa Aleyhisselâm çıkıncaya kadar. Çıktığı zaman onu öldürecek.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kim Deccal’i işitirse ondan uzaklaşsın! Zira, Allah’a yemin ederim ki; Deccal bir adama gelir ve adam onda gördüğü aldatıcı bazı harikalar yüzünden onu mümin sayar ve ona uyar.” (Ebu Dâvûd)

Allah-u Teâlâ o zamanda yaşayan insanları imtihan etmek için, ona istidraç kabilinden birçok ruhsatlar verecektir.

Ona tâbi olanlar büyük bir lütfa ermiş gibi görünecek, fakat ebedî cehennemlik olacaklar. Onların dünyadaki refahları çok kısa ve geçicidir.

Ona inanmayıp imanlarında sebat edenler bir müddet sıkıntı göreceklerse de onlar Hazret-i Allah’a iman ettikleri için ebedî cennetlik olacaklardır. Onların refahları ebedîdir.

Muğire bin Şûbe -radiyallahu anh- der ki:

“Deccal hakkında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e benim sorduğumdan daha çok soran olmamıştır.

“Ondan seni yoran nedir?” diye sordu.

Ben: “Yâ Resulellah! ‘Onun beraberinde yiyecekler ve nehirler olacakmış!’ diyorlar.” dedim.

“O Allah nezdinde bundan daha kıymetsizdir.” buyurdu.” (Müslim: 2939)

Yani kendisinden zuhur eden hârikaların, Allah katında müminlerin sapmasına sebep olacak bir kıymeti olmadığı gibi; doğruluğunu gösterecek hiçbir delil de yoktur. Hatta Allah-u Teâlâ onda küfrünü ve yalancılığını gösteren, okuma bilenin de bilmeyenin de okuyacağı açık bir alâmet yaratmıştır.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman şöyle duâ ederlerdi:

“Ey Allah’ım! Cimrilikten, tembellikten, sefalet ve bunaklık ile geçen uzun ömürden, kabir azabından, Deccal’in fitnesinden, yaşayışta ve ölümdeki diğer fitnelerden sana sığınırım.” (Buhârî)

Bu Hadis-i şerif’in mânâsı:

“Allah’ım! Nefsime fırsat verme! Bu düşmanlarıma karşı beni muhafaza buyur! Bunların her biri benim zararıma çalışabilir. Bunların şerrinden sana sığınırım.” demektir.

Burada nefse, şeytana, şeytanlaşmış insanlara, Deccal’e, kötü huylara fırsat vermemesi için Allah-u Teâlâ’ya sığınma vardır.

Onun Allah-u Teâlâ’ya sığınması, ümmet-i muhteremesine bir numune-i imtisaldir. Deccal’in bir gün gelip çıkacağı haberi müslümanlar arasında nesilden nesile intikal eder, herkes onun yalancı ve müfsit bir kimse olacağını zamanında öğrenmiş olur. Bu sebeple müminlere onun hiçbir gizli tarafı kalmaz ve Deccal ile karşılaşan müminler hiçbir şekilde şaşırmazlar.

 

3. HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM

İsa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın İsrailoğulları’na gönderdiği ve mucizevî bir şekilde doğmuş bir peygamberidir. Kudsî ruhla desteklenmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın bir kelimesidir. Kendisinden önce Musa Aleyhisselâm’a verilen Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmek üzere gelmiş, muhataplarını Allah-u Teâlâ’nın kulluğuna yönelmeye teşvik etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın mütevazi ve seçkin kullarından birisi ve peygamberidir.

İsa Aleyhisselâm ölmemiş, semâya çekilmiştir. Cesedi ile birlikte semâda yaşamaktadır. Deccâlin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecektir ve icraatlarını gerçekleştirecektir.

İsa Aleyhisselâm’ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele mücahede edeceğine inanmak farzdır.

Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.

Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar inkâra kalkışmışlardır. Bunda şüphe eden bil’icmâ küfre düşer.

İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)

İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne inmesi de kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir. Allah-u Teâlâ kıyametin kopmasından az önce onu gökten indirecektir. Onun belirmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu anlaşılır.

“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce İsa’ya muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o onlara şâhit olacaktır.” (Nisâ: 159)

İman edecekler amma, imanları makbul değildir. Çünkü zamanın peygamberi o değil. Ancak Resulullah Aleyhisselâm’a yapılan iman makbuldür.

İsa Aleyhisselâm’ın şâhitlik yapması; “Ben o zamanın peygamberi değilim, ben onlara Resulullah’ı tavsiye etmiştim.”

O onun geleceğini işaret etmişti, onun emrini dinlemediler, kendi arzularına uydular.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadisi şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)

İman etse müslüman olacak, yahudi veya hıristiyan olmayacak.

Onun içindir ki Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.” (Âl-i imrân: 67)

Onun içindir ki İsa Aleyhisselâm’a iman etmeleri onları kurtarmayacaktır. İsa Aleyhisselâm onları Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen ahkâma uymaya dâvet edecek, bu dâvete uyan kurtulacaktır.

Bu ehl-i kitap, âhir zamanda onun nüzulü esnasında hayatta bulunacak olan kitap ehlidir. Yeryüzüne indiği zaman onun vefatından önce bütün ehl-i kitap iman edeceklerdir. O zaman bütün insanlar İslâmiyet’e nâil olacaklar, bir ümmet halinde bulunacaklardır.

Onlar öyle iştiyakla iman edecekler ki, içlerinden: “Ah, ne olaydı, ben de onu görseydim!” diyenler çıkacak.

Nitekim Alman İmparatorluğu’nun ilk Başbakanı Prens Bismark da bu gerçeği ifade etmişti.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Kur’an-ı kerim hakkında der ki:

“Seninle aynı çağda yaşayamadığım için çok üzgünüm ey Muhammed!

Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap senin değildir, o ilâhidir. Bunun ilâhi olduğunu inkâr etmek, mevcud ilimlerin asılsız olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür.

Bunun için beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra da göremeyecektir.

Ben heybetli huzurunda en büyük hürmetle eğilirim.”

Mehdi Resul ve İsa Aleyhisselâm zamanında gerçeği görerek iman edenler de aynı sözü söyleyecekler. İman ettikçe hatırlanacak.

Süleyman Ateş; Hazret-i Isa, Hazret-i Mehdi ve Deccâl hakkında kendi zannı ile yanlış bilgiler vererek halkı şaşırtmakta ve küfre kaymalarına sebep olmaktadır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah onu kendi katına yükseltti.” (Nisâ: 158) buyurmaktadır.
Yaşar Nuri Öztürk ise “Kur’an’daki İslâm” isimli kitabının 600. sayfasında Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın göğe yükselmediğini ve tekrar yeryüzüne indirilmeyeceğini söyleyerek bâtıl inanışını müslümanlara yaymaya çalışmaktadır:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)
Buyurduğu halde Yaşar Nuri Öztürk “Cevap Veriyorum” isimli kitabının 63. sayfasında şunları yazmıştır:

İsa Aleyhisselâm; kendi zamanına kadar gelen dînî hayatı tazelemiş, kendisinden sonra gelecek olan Ahmed-i Muhtar’ı açıkça ismiyle duyurmuş, fikir ve kanaatları Hatem-ül Enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’a meylettirmiş, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:

“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Saf: 6)

Görüldüğü üzere İsa Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İsa Aleyhisselâm’ın tekrar gökten inip geleceğini, ümmetine ona uymasını emredip, ne gibi işler yapacağını da bir bir müjdelemiştir.

İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)

Haçı kırması; kendisinin öldürüldüğünü iddiâ edenlerin yalan söylediklerine, dinlerinin bâtıl, İslâmiyet’in hak olduğuna, kendisinin müslümanlığı meydana çıkarmak gibi icraatla o dinleri iptal etmek için indiğine işarettir. Müslümanlıktan başka din kabul etmeyecektir. Dinleri iptal edilip yeryüzünden kaldırılınca, diğer birçok bâtıl inançların yanında domuz yeme âdetleri de kaldırılmış olacak.

Cizyeyi kaldırmaktan murad, kâfirlerden onun alınmasının kaldırılıp, İslâm’dan başka hiçbir şeyin kabul edilmemesidir. Çünkü müslümandan cizye alınmaz, zekât alınır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:

“Vallahi Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak mutlaka inecek ve haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak, genç dişi develer başıboş bırakılarak onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve hasetlikler muhakkak surette kalkacak.

(İsa Aleyhisselâm) İnsanları mala davet edecek, fakat malı hiç kimse kabul etmeyecektir.” (Müslim: 155)

Çıkan harplerde çok az insan kalacak. Çünkü üçüncü dünya harbi bitmiş, yahudiler gitmiş, Çinliler yok olmuş, İsa Aleyhisselâm gönderilmiş, birçok hadiseler olmuş, her şey meydanda kalmış.

Yani dünya yüzünde insan az, mal ve servet çok. Hazineler var, fakat insan yok.

Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Ümmetimden bir taife, kıyamet gününe kadar hak için muzaffer bir şekilde mücadeleye devam edecektir.

O zaman Meryem oğlu İsa da iner. Müslümanların emiri ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat o: ‘Hayır! Allah-u Teâlâ’nın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emirsiniz.’ buyurur.” (Müslim: 155)

Yani Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği lütfu tebeyyün ediyor. “Siz Allah-u Teâlâ’nın Resulü’nün nurunu taşıyorsunuz.” mânâsına gelir.

İsa Aleyhisselâm dahi onu kabul edecek ve Allah-u Teâlâ’nın tayini olduğu için öne geçmeyecek.

İsa Aleyhisselâm ki önüne geçmiyor, onun önüne kim geçebilir? Veya karşı gelebilir? Geçtiği zaman durumu ne olur?

Onun nurunu, onun vekâletini taşıdığı için ulül-azm bir peygamber dahi öne geçemiyor.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa’ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlatları gibidir. Dinleri birdir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1403)

Peygamberlerin dinlerinin bir olması, asıl itibariyle aynı olmasını ifade eder. Bu asıl “Tevhid”dir. Aralarındaki ayrılık, gelişen şartlara tâbi olarak ortaya çıkan bazı fürû meselelerindedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“O’nun peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız.” buyuruyor. (Bakara: 285)

Onları birbirinden ayırmak emr-i ilâhiye muhalefet etmek demektir.

Onlar gerçek dinde kardeştir, muteber olan da dinde kardeş olmaktır, karında değil. Eğer karında kardeşlik muteber olsaydı Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu da dahil olurdu.

Aynı zincir, son bakla...

Yalnız şu var ki, Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu Âdem Aleyhisselâm’a taktı. Onun şeref bulması, o nur sayesindedir. O nur bütün peygamberan-ı izam hazeratına geçti. Nur nura gelince bütün âlemleri kapladı. Sonra o nur hangi vekile geçtiyse, yine o aynı âlemlerin nurunu taşıyordu.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz İsa Aleyhisselâm’ın hacc yapacağını Hadis-i şerif’lerinde haber vermişlerdir:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Meryemoğlu, Hacc veya umre yahut her ikisini birden yapmak için mutlaka Fecc-i Ravhâ’da telbiye getirecektir.” (Müslim: 1252)

Bu Hadis-i şerif de İsa Aleyhisselâm’ın sağ olduğuna delildir. Âhir zamanda yeryüzüne inecektir.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Bir gece rüyamda kendimi Kâbe’nin yanında gördüm. Derken öyle karayağız güzeli bir zat gördüm ki, erkeklerden gördüğüm karayağızların en güzeli! Kulaklarına inmiş öyle saçları vardı ki gördüğüm uzun saçların en güzeli! Saçlarını taramış, üzerlerinden su damlıyordu. İki zâta (yahut iki zâtın omuzlarına) dayanarak beyti tavaf ediyordu. ‘Bu kim?’ diye sordum. ‘Meryem oğlu Mesih!’ dediler.

Sonra birdenbire son derece kıvırcık saçlı, sağ gözü şaşı bir herifle karşılaştım. Zannedersin ki, gözü salkımdan dışarı fırlamış bir üzüm tanesi. ‘Bu kim?’ diye sordum. ‘Bu da Mesih Deccal’dir’ dediler.” (Müslim: 169)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Benimle İsa Aleyhisselâm arasında bir peygamber yoktur. O inecektir. Gördüğünüz vakit, onu tanıyın:

Orta boylu, pembeye mâil beyaz tenli, üzerinde iki parçadan ibaret bir takım elbisesi olan bir kimsedir. Islaklık yoksa da, sanki başından su damlar. İslâm üzerine insanlarla savaş edecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Onun zamanında Allah, İslâm’dan başka bütün milletleri helâk edecek, Mesih Deccal’i de helâk edecektir.

Sonra, yeryüzünde sükunet, emniyet meydana gelecektir. O kadar ki arslanlar develerle, panterler ineklerle ve kurtlar kuzularla serbestçe otlayıp geçinecekler, çocuklar da yılanlarla oynayacaklardır.

İsa Aleyhisselâm kırk yıl yeryüzünde yaşayacak, sonra ölecek, cenazesini de müslümanlar kılacaktır.” (Ebu Dâvud - Hâkim - Ahmed bin Hanbel)

“Allah’ın düşmanı Deccal, İsa’yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi erir.” (Müslim)

Zülmaniyet nur ile eriyecek, yok olacak!

Biz İsa Aleyhisselâm’ı çok severiz ve gelmesini de bekleriz.

İsa Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini duyurmuştur.

Biz de size bu gerçekleri duyurmaya çalışıyoruz ve hemen ona uymanızı tavsiye ediyoruz.

Ey kardeş!

Hıristiyan âlemi hakikati arıyor ve bir gün bulacak. Sen de bu bölücüleri, saptırıcıları bırak ve hakikati bul.

Onlar bölücüler kadar muhalefet edemez. Çünkü o: “İsa geldi!” der, “Ben onu bekliyordum!” der, amma bölücü kendi imamını bekler. Onların âkıbeti çok kötü! Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dinden çıkacaklarını ve bir daha dine girmeyeceklerini, onların hayvandan da daha aşağı olduklarını haber veriyor.

Hıristiyan, İsa Aleyhisselâm’ın gelmesiyle aradığını beklediğini bulmuş olacak ve fakat bölücü dinden çıktığından ötürü, ne arayacak ne de bekleyecek.

Kurtuluşa ermen için sana bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hakikati açıkça beyan ediyoruz.

Yetmiş iki fırka dalâlette ve cehennemde olduğu için o bir fırkayı bul. Bölücülerin arasında bulunursan; o bir fırkayı bulamadığın gibi, İsa Aleyhisselâm’a uymana da mâni olurlar.

Yalancı imamlardan size çok bahsettik. Gerçekten bir imam gelecek, fakat fakirin tahminine göre bu zamana daha otuz sene kadar var. Nasibi olan bu hakiki imamı görür. Çıktığı zaman tereddütsüz biat edin.

Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Bakalım imamınız kendinizden olduğu halde Meryem oğlu İsa yanınıza indiği zaman durumunuz nasıl olur?” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1406)

Herkes imtihan olacak, böylece iman ile küfür ayrılacak.

Allah-u Teâlâ kime o lütuf nurunu koymuşsa ona tâbi olacak, kime koymamışsa olmayacak.

Önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar, çok büyük harpler var. Şimdiden Hazret-i Allah’a ve Resul’üne sığınmaya bakın.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Dünyanın geniş vakitlerinde, (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk’a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun.”(Ahmed bin Hanbel)

O gün gelmeden önce tevbe edip Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a yönelenlere ne mutlu! O dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saadet, ahireti selâmet olur. Çünkü o Hakk ile idi, halk ile değil.

Hazret-i Allah’a yönelelim, bize O yeter! Kalsak yolunda, gitsek yolunda ölelim inşaallah. Bizim için fayda getirecek budur: Yolunda olalım, yolunda ölelim.

Allah-u Teâlâ’ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O’nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.

Kitapları daima okuyun ve böylece bu devirleri aşmaya bakın!

 

4. YE’CÜC ve ME’CÜC

Aslı ve nesebi belirsiz iki kabile, önlerine çekilmiş olan barajı aşıp yeryüzüne yayılacaklar. Bir müddet etrafı ifsad etmeye çalışacaklar. Daha sonra İsa Aleyhisselâm’ın duâsı ile mahvolacaklar. Bunlar Çinliler’dir.

Üçüncü dünya harbi bir âfâttır, Allahu âlem bu olacak.

Yahudiler Arabistan’ı istilâya hazırlanıyor. Çinliler ise dünyâyı istilâ etmek için hazırlanıyor.

Âyet-i kerime’de:

“Biz o gün onları (Ye’cüc ve Me’cüc’ü) bırakırız, dalgalar hâlinde birbirine girerler.” buyuruluyor. (Kehf: 99)

Dalga dalga dünyanın üzerine hücum ederler ve memleketleri istilâ ederler.

Öyle harpler olacak ki, bu harplerde çok erkek zayi olacak. Sayı itibarı ile elli kadın bir erkeğin himayesine girecek. Önümüzdeki harpler Allahu âlem bunu gösteriyor.

Çinlilerin istilâsı bir helâkiyettir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Nihayet Ye’cüc Me’cüc (sedleri) açıldığı zaman her tepeden saldırırlar.” (Enbiyâ: 96)

Bunu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle tarif buyurmuşlardır:

Cahş kızı Zeynep -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

“Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hâne-i saâdetlerine telâşlı bir hâl ile:‘Lâ ilâhe illallah!’ diyerek girdi. Baş parmağıyla şehadet parmağını halka yaparak:

‘Yaklaşan fitne ve belâdan vay Arapların hâline! Bugün Ye’cüc ve Me’cüc seddinden bu kadar yer yıkıldı!’ buyurdu.” (Buhârî, Fiiten 7 - Müslim: 2880)

Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Ye’cüc ve Me’cüc (seddi) açılacak. Allah-u Teâlâ’nın:

‘Ve onlar her tepeden saldırırlar.’ (Enbiyâ: 96)

Âyet’inde buyurduğu gibi onlar çıkıp yeryüzünü istilâ edecekler.

Müslümanlar da onlar(ın saldırısın)dan dolayı yerlerini bırakıp geri çekilecekler. Hatta kalan müslümanlar şehirlerine ve kal’alarına sığınmış olacak ve mevâşî (deve, sığır, koyun, keçi) sürülerini yanlarında barındıracaklar (yani meraya göndermeyeceklerdir). Ye’cüc ve Me’cüc’ün (öncüleri) nehire uğrayıp yatağında hiçbir şey kalmayacak şekilde suyunu içip tüketeceklerdir.

Onların arkasından gelen geridekiler oraya uğrayacaklar ve sözcüleri: ‘Şüphesiz ki bu yerde bir kere su vardı.’ diyeceklerdir. Onlar yeryüzüne hâkim olacaklardır. Sonra sözcüleri: ‘Şu insanlar yeryüzü halkıdır, işlerini bitirdik. Yemin olsun ki şimdi gök halkı ile savaşacağız.’ diyeceklerdir. Hatta onlardan biri harbesini (kısa mızrağını) göğe doğru fırlatacak ve harbesi kana bulanmış olarak dönecektir. Bunun üzerine onlar: ‘Biz gök halkını da şüphesiz öldürdük!’ diyeceklerdir.

Onların böyle olduğu sırada Allah âniden deve kurdu sürüsüne benzer hayvanlar gönderecek ve bu hayvanlar onları boyunlarından yakalayacaklar ve onlar çekirge sürüsünün ölümü gibi ölüp birbirinin üstüne yığılıp kalacaklardır.

Sabahleyin müslümanlar onların ses sedâsını işitmeyecekler, bunun üzerine müslümanlar: ‘Kim canını fedâ edip onların ne yaptığına bakacak?’ diyeceklerdir. Bunun üzerine müslümanlardan nefsini Ye’cüc ve Me’cüc’e öldürtmeye hazırlamış durumda olan bir adam (sığındığı yerden) inecek ve Ye’cüc ile Me’cüc gürûhunu ölmüş olarak bulacaktır. Bunun üzerine müslümanlara: ‘Dikkat ediniz! Sizleri müjdeliyorum. Düşmanlarınız ölmüşlerdir!’ diyecektir.

Bunun üzerine müslümanlar (sığındıkları yerden) dışarı çıkacaklar ve küçükbaş, büyükbaş hayvanlarını salıvereceklerdir. Fakat Ye’cüc ve Me’cüc’ün etlerinden başka hayvanların yiyeceği hiçbir ot olmayacaktır. Hayvanlar yedikleri (besleyici) bir otla en güzel biçimde semizlendiği gibi onların etlerini yemekle o biçimde semizlenecekler.” (İbn-i Mâce: 4079)

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- geceleyin (Mirac’a) götürüldüğü zaman İbrahim, Musa ve İsa Aleyhimüsselâm’a rastladı da kıyamet (gününün ne zaman kopacağı) hakkında müzakere ettiler. (Müzakereye) İbrahim ile başlayarak kıyamet(in ne zaman kopacağın)ı ona sordular. Konu hakkında onun yanında bir bilgi olmadı.

Sonra Musa’ya sordular. Onun yanında da konu hakkında bir bilgi olmadı. Bunun üzerine söz İsa bin Meryem’e verildi. O: ‘Kıyametin kopmasına yakın şeyler (hadiseler) hakkında bana bilgi verildi. Amma kıyametin kopması vaktini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.’ dedikten sonra Deccal’in çıkmasını anlattı.

Dedi ki: ‘Sonra ben inip onu öldüreceğim ve bundan sonra halk memleketlerine dönecekler. Bu kere onların karşısına Ye’cüc ve Me’cüc çıkacak ve her tepeden hızla gideceklerdir. Artık Ye’cüc ve Me’cüc uğradıkları her suyu içip tüketecekler ve uğrayacakları her şeyi bozup alt-üst edeceklerdir. Bunun üzerine halk feryat ederek Allah’tan yardım dileyeceklerdir. Ben de Allah’a duâ ederek Ye’cüc ve Me’cüc’ü öldürmesini dileyeceğim. (Bu dilek kabul olunacak) ve yer onların (leşlerinin) kokusu ile pis pis kokacaktır. Ben yine Allah’a duâ edeceğim. Allah da bir su gönderecek ve o su onları taşıyıp denize atacaktır. Daha sonra dağlar ufaltılıp dağıtılacak ve yer derinin yayılıp genişletildiği gibi yayılıp genişletilecektir. İşte o durum olunca insanlara yakınlığı bakımından kıyameti; ev halkı ne zaman doğumu ile âniden karşılaşacaklarını bilmedikleri hamile kadın gibi olacağı bana bildirildi.’” (İbn-i Mâce: 4081)

Nevvâs bin Sem’ân -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Müslümanlar Ye’cüc ve Me’cüc’ün (silâh olarak kullandıkları) yaylarından, oklarından ve kalkanlarından yedi yıl ateş yakacaklardır.” (İbn-i Mâce: 4076)

Onlar bir gecede yok olacaklar, kalan silahlara işaret ediliyor.

Buradan anlaşılıyor ki artık silâhlar patlamayacak, eski duruma gelecek. Zira üçüncü dünya harbinde bu nükleer silâhlar patlayıcı maddeleri yok ettiği zaman, silâh var amma patlamayacak. O zaman eski duruma dönecek, onu tarif ediyor. Silâhlar Allahu âlem yine kılıç ve at olacak.

Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Ye’cüc ve Me’cüc’ten sonra Kâbe’de hacc ve umre yapılacaktır.” (Buhâri, Hacc 47)

 

5. DABBETÜ’L-ARZ

Âhir zamanda Allah-u Teâlâ’nın emirlerinin terkedildiği, insanların gerçek dini değiştirdikleri sırada çıkacak olan bir hayvandır. Takibedenin yetişemeyeceği, kaçanın kurtulamayacağı bir süratte olacaktır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“(Kıyametin kopacağına dair) O sözün tahakkuk zamanı yaklaşınca onlara yerden bir dabbe çıkarırız da insanların âyetlerimize yakinen iman etmemiş olduklarını söyler.” (Neml: 82)

Allah-u Teâlâ bu Dabbe’yi kıyametin kopması gibi büyük bir hadisenin başlangıcı olarak, insanların Kur’an-ı kerim’e kesin olarak inanmayışları sebebiyle ortaya çıkaracaktır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Dabbetü’l-arz, beraberinde Musa Aleyhisselâm’ın asası, Süleyman Aleyhisselâm’ın mührü bulunduğu halde çıkar. Mühür ile müminin yüzünü parlatır, asa ile kâfirin burnunu kırar. Öyle ki insanlar sofra üzerinde biraraya gelirler de, mümin kâfirden ayırt edilip tanınır.” (Tirmizî)

Böylece mümin ile kâfir tanınmış olacak. Böyle bir gün yaklaştığı zaman tevbeler kabul edilmeyecek, içinde bulundukları duruma göre insanların hükümleri verilecek.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Üç şey vardır ki bunlar çıktıkları zaman, daha önceden iman etmeyen veya imanında hayır kazanmayan hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması, Deccal ve Dabbetü’l-arz.” (Müslim: 158)

Çünkü o zaman edilen imanla, işlenen amel-i salihin hükmü, can boğaza geldiği zaman edilen imanın hükmü gibidir.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruluyor:

“Çıkış itibariyle kıyamet alâmetlerinin ilki, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine Dabbetü’l-arz’ın çıkmasıdır.

Hangisi arkadaşından önce çıkarsa öteki de onun hemen peşindedir.” (Müslim: 2941)

İki alâmetten hangisinin önce olacağına dair kesin bir ifade olmamakla beraber, biri çıkınca diğeri çok kısa bir zaman sonra onu takip edecektir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Altı şeyden; güneşin battığı yerden doğmasından, dumandan, Deccal’den, Dabbe’den, birinizin hususi olarak başına gelecek hadiseden ve umuma gelecek fitneden önce amellere koşunuz.” (Müslim: 2947)

Daha Mehdi Aleyhisselâm gelmediği gibi Dabbetü’l-arz da daha çıkmamıştır. Bu zamanda “Ben Dabbetü’l-arz’ım” diyenlere küfür damgası vurulur. Neden? Âyet-i kerime’leri inkâr ettiği için ve nefsini ilâh edindiği için. Zira Allah-u Teâlâ nefsini ilâh edinenlerin şirk içinde olduğunu ferman buyurmuştur.

 

6. GÜNEŞİN BATIDAN DOĞMASI

Kıyametin büyük alâmetlerinden birisi de, Allah-u Teâlâ’nın izni ve emriyle bir defaya mahsus olmak üzere güneşin bir cuma günü battığı yerden doğmasıdır.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet alâmetlerinden ilk meydana gelecek olanı güneşin battığı yerden doğması ve Dabbe’nin kuşluk vaktinde insanlara (yerden) çıkmasıdır.” (İbn-i Mâce: 4069)

Bu iki alâmetin arasında uzun bir zaman olmayacaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde güneşin batıdan doğduğunu gördüklerinde yeryüzü halkının tevbelerinin kabul edilmeyeceğine hükmederek şöyle buyurur:

“Rabb’inin bazı âyetleri (mucizeleri) geldiği gün, kişi daha önce inanmamışsa veya imanında bir hayır kazanmamışsa, imanı ona hiç fayda sağlamaz.” (En’âm: 158)

Öyle mucizeler ki inanmayanların pişmanlık ve tevbeleri hiçbir fayda vermediği gibi, kurtulmak için dünya dolusu altın verseler kabul edilmeyecektir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. O battığı yerden doğduğu zaman bütün insanlar iman edecek, fakat o gün daha evvelden iman etmeyen, yahut imanında bir hayır kazanamayan hiç kimseye imanı fayda vermeyecektir.” (Müslim: 157)

Önceden iman etmeyen bir kâfirin güneş batıdan doğduktan sonra iman etmesinin fayda vermemesi, can boğaza geldiği zaman edilen imanın hükmü gibidir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün güneşin battığı bir sırada Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:

“Güneş nereye gider bilir misin?” diye sordu. “Allah ve Resul’ü bilir!” demesi üzerine şöyle buyurdu:

“Güneş gider, arşın altında secde eder ve tekrar doğmak için izin ister, izin verilir. Bir gün gelir secde edip izin ister, fakat secdesi kabul edilmeyip izin verilmez. Ona: ‘Geldiğin yere git battığın yerden doğ!’ denilir. O da battığı yerden doğar.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1321 - Müslim: 159)

Güneşin âdeti hilâfına battığı yerden doğması, gökte meydana gelecek acaib alâmetlerin ilkidir.

Kâdı Muhammed bin Mehmed -kuddise sırruh- Hazretleri “En-Nâberât fî Beyânu Hatmü’l-Velâyeti’l-Muhammediyye” adlı risâlesinde, Hâtemü’l-evliyâ’nın âhir zamanda şer’î hudutları yeniden yerine oturtacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teâlâ âhir zamana kadar, tâ ki Hâtem’ül evliyâ ile birleşinceye dek, onu (şer’i hudutları) devam ettirecek ve onunla tekrar yerine oturtacaktır. Ki Allah, nübüvvet duvarını nasıl ki Hâtemür-resul’ün nübüvvetiyle hatmetmişse, sonra da Hatem’ül evliyâ ile O’nun duvarının her iki tuğlasını tamamlamış olsun. Buna göre de umarım ki güneşin batıdan doğma saati artık iyice yaklaşacaktır.” (Risaletü fî’l-Beyânu Hatm’ül-Velâye; Düğümlü Baba, no: 283’de mahfuz. 26b yaprağı)

 

7. HİCAZ TARAFINDAN BÜYÜK BİR ATEŞİN ÇIKMASI

Medine yahudilerinin en büyük bilgini olup sonra İslâm’la müşerref olan Abdullah bin Selâm -radiyallahu anh-: “Kıyamet alâmetlerinin birincisi nedir?” diye sorduğu zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kıyametin ilk alâmeti, bir ateşin çıkıp insanları batıya sürmesi.” buyurmuştur. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1368)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:

“Hicaz toprağından, Busrâ’daki develerin boyunlarını aydınlatacak bir ateş çıkmadıkça kıyamet kopmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2121 -Müslim: 2902)

 

8.9.10. ÜÇ BÜYÜK YER ÇÖKÜNTÜSÜ OLMASI

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kıyametten önce, birisi doğuda, birisi batıda ve birisi de Arap yarımadasında olmak üzere üç çöküntü meydana gelecektir.” (Müslim: 2901)

 

Resulullah Aleyhisselâm’ın Duyurduğu Gerçekler:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamet alâmetlerinin arka arkaya zuhur edeceğini, o günlerde insanların nelerle karşılaşacağını bir bir haber vermiştir.

Nevvâs bin Sem’an el-Kilâbî -radiyallahu anh-den şöyle söylediği rivayet olunmuştur:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir sabah Deccâl’den bahsederken, onun ne büyük bir belâ olduğunu belirtti. Öyle ki, biz onu Nahl civarında zannettik. Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurundan ayrıldık, sonra tekrar geldik. Bizdeki hüzün ve teessürü anladı ve“Derdiniz nedir?” diye sordu.

Dedik ki:

“Yâ Resulellah! Bu sabah Deccâl’den bahis açarak onu tezyif ettiniz, ne büyük bir belâ ve fitne olduğunu söylediniz. Hatta biz onun Nahl civarında olduğunu sanmıştık.”

Bunun üzerine buyurdu ki:

“Sizin için en korktuğum Deccâl’den başkalarıdır. Şayet Deccâl ben sizin aranızdayken zuhur ederse, yalnız başıma onu mağlup edebilirim. Eğer ben aranızda değil iken çıkarsa, artık herkes kendi nefsini müdafaa edip şerrinden korunmalıdır. Zaten Allah-u Teâlâ her müslümanı onun şerrinden himaye edecektir.

Deccâl, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarıya fırlamış bir delikanlıdır. Ben onu sanki Katan oğlu Abdül-uzzâ’ya benzetiyorum. Her kim Deccâl’e yetişirse, Kehf sûresinin ilk âyetlerini okusun.

Deccâl Şam ile Irak arasındaki bir yerden çıkacak, sağı ve solu ifsad edecektir. (O zamanda bulunan) Ey müminler, dininizde sebat ediniz!”

“Yâ Resulellah! Deccâl yeryüzünde ne kadar kalacak?” dedik.

“Kırk gün kalacak. Bir günü bir sene, bir günü bir ay, bir günü bir hafta ve diğer günleri ise sizin günleriniz kadar olacaktır.” buyurdu.

Biz yine sorduk:

“Yâ Resulellah! Bir sene kadar olan o günde, bir günlük namaz bize kifâyet eder mi?”

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Hayır! Siz ona göre namaz vakitlerini tahmin ve takdir edersiniz.” buyurdu.

“Yâ Resulellah! Onun yerdeki hızı ne kadar olacaktır?” dedik.

Buyurdu ki:

“Rüzgârın önüne kattığı bulutun hızı kadar. Bir topluluğun yanından geçer, onları kendisinin rableri olduğuna inanmaya dâvet eder. Onlar da ona iman ve icâbet ederler. Bunun üzerine Deccâl göğe yağmur yağdırmasını emreder, yağmur yağar. Toprağa emreder, otlar, çayırlar biter. Hayvanlar da merâdan fevkalâde besili ve sütlü olarak dönerler.

Sonra Deccâl başka bir topluluğa gelir, onları da kendisinin rab olduğuna inanmaya davet eder. Lâkin onlar bu dâveti reddederler, Tevhid dininde sebat ederler, o da onlardan ayrılır. O topluluktan yağmur kesilir, otlar kurur. Mal namına ellerinde hiçbir şey kalmaz.

Bir harabeye gelir, ona: ‘Hazinelerini, definelerini çıkar!’ diye emredince, bal arılarının beylerini takip ettikleri gibi, o hazineler de süratle Deccal’i takip ederler.

Sonra gençlikle dopdolu bir delikanlıyı kendisine iman etmeye dâvet eder. Kabul etmeyince onu bir kılıç darbesiyle iki parçaya ayırır, yine davet eder. Delikanlı beşûş bir çehre ile güler.

O bu vaziyette iken, Allah-u Teâlâ Meryem’in oğlu Mesih’i gönderir. İsa Aleyhisselâm boyanmış iki hülleye bürünmüş, ellerini de iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak Şam’ın doğusundaki Beyaz Minâre’ye iner.

Başını eğince hamamdan çıkmış gibi tertemiz bir halde terler, başını kaldırdığı zaman da saçından inci taneleri gibi nûrânî damlalar iner. Onun nefesini koklayan bir kâfir muhakkak ölür. O nefes göz alabildiği yere kadar uzanır.

İsa Aleyhisselâm Deccâl’i aramaya koyulur. Neticede ona Lüdd kapısında yetişir ve onu öldürür. Sonra İsa Aleyhisselâm’ın yanına Deccâl’in şerrinden Allah’ın muhafaza buyurduğu bir topluluk gelir. İsa Aleyhisselâm onların yüzlerini mesheder, cennetteki derecelerini haber verir. Bu sırada Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a şöyle vahyeder:

‘Ben sana itaat eden bir cemaat meydana getirdim. Hiçbir kimsenin onları öldürmeye gücü yetmez. O kullarımı Tur dağında muhafaza et.’

Cenâb-ı Hakk Ye’cüc ve Me’cüc’ü gönderir. Bunlar yüksek yerlerden akın edecekler. İlk kafile Taberiye gölüne uğrayıp oradaki suları tamamen içecekler. Sonra geridekiler bu göle uğrayacaklar ve: ‘Vaktiyle burada çok su varmış!’ diyecekler. Sonra Beyt-i Makdis dağına yürüyecekler. ‘Yeryüzündekileri öldürdük, geliniz göktekileri de öldürelim!’ diyecekler ve oklarını göğe doğru atacaklar. Allah-u Teâlâ okları kana boyanmış olduğu halde onlara geri çevirecek. İsa Aleyhisselâm ve ashâbı Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhasaranın şiddetinden o gün bir öküz başı, onlardan her biri için bugünkü paranızla yüz dinardan daha hayırlı olacak.

Bunun üzerine Nebiyullah İsa Aleyhisselâm ve ashâbı onların belâsından kurtarması için Allah’a yalvaracaklar. Allah-u Teâlâ Ye’cüc ve Me’cüc kabilelerinin enselerine kurtçuklar musallat eder. Sabahleyin hepsi de Allah’ın kudreti ile bir tek nefsin ölümü gibi bir anda kırılır helâk olurlar. Sonra İsa Aleyhisselâm ve ashâbı Tûr dağından yere inerler. Yeryüzünde onların kokmuş lâşelerinden hâli bir karış yer bulamazlar.

Yine İsa Aleyhisselâm ve ashâbı Allah’a yalvarırlar da Cenâb-ı Hakk deve boynu gibi kuşlar gönderir. Onlar lâşeleri alıp Allah’ın istediği yere atarlar. Sonra Cenâb-ı Hakk pek çok yağmur indirir ki, hiçbir ev ve çadır bu yağmurdan kurtulmaz. Bu yağmur bütün yeryüzünü yıkar, ayna gibi tertemiz, yemyeşil bir hale getirir.

Sonra yeryüzüne: ‘Meyvalarını bitir, evvelki gibi feyiz ve bereket ver!’ diye emrolunur. İşte o gün bir cemaat bir tek nar yiyip doydukları gibi onun kabuğu ile de gölgelenirler. Merâya gönderilen deve, sığır, koyun ve keçilerin sütleri de bereketli olur. Öyle ki, sağmal devenin sütü kalabalık bir cemaati, sığırınki bir kabileyi, koyunun sütü de yakın akrabadan bir cemaati doyurur. İşte bunlar böylece bolluk içinde müreffeh bir hayat geçirirken, Cenâb-ı Hakk hoş bir rüzgar gönderir ve bu rüzgâr bütün müminlerin ruhlarını kabzeder. Geri kalan insanlar, en şerli insanlardır, yekdiğeri ile boğuşurlar, merkepler gibi halkın huzurunda alenen çiftleşirler. Kıyamet de onların üzerine kopar.” (Müslim: 2937 - İbn-i Mâce: 4075)

Yaşar Nuri Öztürk “Cevap Veriyorum” isimli kitabının 237. sayfasında Hazret-i Mehdi’yi ve geleceğini inkâr etmiştir.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Deccal ümmetimin arasında çıkacak ve kırk (zaman) kalacaktır. (Kırk gün mü dedi, kırk ay mı, yoksa kırk sene mi bilemiyorum). Derken Allah Meryem oğlu İsa’yı gönderecektir. Sanki o Urve bin Mesud gibidir. Deccal’i arayıp helâk edecektir.

Sonra insanlar, iki kişi arasında bir düşmanlık olmadan yedi sene yaşayacaklardır.

Sonra Allah Şam tarafından soğuk bir rüzgâr gönderecek ve yeryüzünde kalbinde zerre kadar hayır yahut iman bulunan hiçbir kimse kalmayacak, hepsinin ruhunu kabzedecektir. Hatta biriniz bir dağın içine girmiş olsa, rüzgâr da üzerine girerek ruhunu kabzedecektir.”

Râvi der ki: “Ben bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den işittim. Şöyle buyurdular):

“Bunun üzerine insanların kötü takımı kuş hafifliğinde ve yırtıcı tabiatında kalacaklar. Ne bir iyilik tanıyacaklar, ne de bir kötülüğü men edecekler. Şeytan kendilerine temessül ederek;

‘Bana icabet ediyor musunuz?’ diyecek.

Onlar da: ‘Bize ne emredersin?’ cevabını verecekler ve onlara putlara tapmayı emredecek.

Onlar bu hâlde rızıkları bol, yaşayışları güzel devam ederken sonra Sûr’a üfürülecektir. Bunu işiten herkes boyun bükecek ve boyun kaldıracaktır.

Onu ilk işiten develerinin havuzunu sıvayan bir adam olacaktır. O adam hemen ölecek, diğer insanlar da öleceklerdir. Sonra Allah çiğ gibi yahut gölge gibi bir yağmur gönderecek, yahut yağmur indirecek. Bundan insanların cesetleri bitecek.

Sonra Sûr’a bir daha üfürülecek ve birden kalkıp bakacaklardır.

Sonra: ‘Ey insanlar! Rabb’inize gelin! Bunları durdurun! Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.’ denilecektir.

Sonra: ‘Cehennem ordusunu çıkarın!’ denilecek ve: ‘Kaç kişiden?’ diye sorulacaktır. ‘Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu!’ denilecektir. İşte çocukları ihtiyarlatacak gün bu ve işte baldırın açılacağı gün budur!” (Müslim: 2940)

 

Mehdi Aleyhisselâm’ın Zuhuru:

Hazret-i Mehdi’nin zuhur etmesi de kıyamet alâmetlerindendir. Onun âhir zamanda geleceğine dâir birçok Hadis-i şerif’ler vardır.

Asr-ı saâdet’ten bu yana asırlardır müslümanların kâffesi; âhir zamanda Ehl-i beyt’e mensup bir zâtın çıkıp din-i İslâm’ı güçlendireceğine, adaleti hâkim kılacağına, müslümanların ona tâbi olup İslâm beldelerinde hâkimiyet kuracağına, bu zât-ı âlîye “Mehdi” denileceğine inanmışlardır. Böylece bu Hadis-i şerif’ler mütevâtir derecesine ulaşmıştır.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Dâvud, Tirmizi)

Kitabımızın (Kıyamet ve Alâmetleri) ilgili bölümlerinde bu hususla ilgili bütün Hadis-i şerif’ler arzedilmiş olup, gerekli açıklamalar yapılmıştır.

“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara.” (Tâhâ: 47)

 

HAKK’A UYANLAR BÂTILA SAPANLAR

“İslâm Dimdik Ayakta Duran Bir Dindir”:

Allah-u Teâlâ din olarak İslâm dinini seçip beğenmiş ve katında makbul olan bu dini Resul-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm vasıtasıyla beşeriyete ilân etmiştir:

“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)

Allah-u Teâlâ’nın katında makbul olan din yalnız budur. Bu O’nun hükmüdür. Din olarak yalnız İslâm vardır. Gerek Allah-u Teâlâ’yı inkâr eden kâfirler, gerekse müslüman görünen din kurucu kâfirler; bu hükmü bozmak, kendi zanlarına, kendi dinlerine göre bu Âyet-i kerime’yi hükümsüz saymak, kurdukları bâtıl dini bu Âyet-i kerime’nin yerine koymak isterler. Bunu yaptıkları zaman da bu emr-i ilâhî’yi inkâr etmiş olurlar. İster dış kâfir olsun, ister bölücü kâfir olsun, bu Âyet-i kerime’yi kaldırmak isteyen kim olursa olsun, kıpkızıl kâfirdir. Zaten kâfir olalı çok olmuştur.

Hüküm budur. İlâhî emirler budur.

Diğer Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm: 30)

Dimdik ayakta durmak ne demektir? Allah-u Teâlâ indirdi, hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O’nun dinidir, ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya çalışmak, hiç şüphesiz ki kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.

İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)

Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm’dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.

İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın emridir, hükmüdür. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)

İslâmiyet son dindir, kıyamete kadar bâkidir. Her yönü ile ilâhidir, günün şartlarına uymaz, o şartları değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ilâhi hükümler değişmez ve değiştirilemez. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.

İslâm; boyun bükmek, teslim olmak, kurtuluşa girmek, selâmete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlâs ve samimiyet... gibi çeşitli mânâlar ifade eder.

Dini bir terim olarak İslâm ise; ilâhî emirlere teslim olmak ve boyun eğmek demektir.

Kelime itibariyle iman ile İslâm arasında fark olmakla beraber, dinde İslâmsız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin dışı ve içi, yüzü ve astarı gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir.

İslâm dini yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı bırakmak çok tehlikelidir.

Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Bir müslüman amel ettiği için mümin olacak değil, iman ettiği için amel edecektir.

Allah-u Teâlâ’nın isteği olan iman, yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. Hakiki iman kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra da beşeriyete güzel ameller saçacaktır.

İslâm, teslimiyet demektir. Teslimiyet ya kalben veya söz ile, ya da uzuvlarla olur. Kalben olanı iman, sözle olanı ikrar, uzuvlarla olanı ise ibadetlerden ibarettir. Bir ağaç meyvesiyle birlikte bir bütün teşkil ettiği gibi, İslâm da bu bütünü ifade etmiş olur.

İnsanoğlu yeryüzüne yalnız imanla mükellef tutulmak için değil, sâlih ameller işleyerek Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmesi için gönderilmiştir.

Âyet-i kerime’de:

“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruluyor. (Zâriyât: 56)

İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenin imanlı olması şarttır.

İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.

İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.

İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas “Kelime-i şehâdet”de toplanmıştır. Kelime-i şehâdet’i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye “İnanmış” mânâsına gelen “Mümin” adı verilir.

İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.

Bir insanın müslüman olabilmesi için dili ve kalbi ile şehadet getirmesi gerekir. Dili ile söyleyip de kalbi ile tasdik etmedikçe iman kapısından içeriye girmiş olmaz. İman etmiş gibi görünse de müşrik olarak yaşar.

Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:

“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ.”

Allah-u Teâlâ bu dört vasfı taşıyanların dışındaki bütün insanların hüsranda, zarar ve ziyanda olduklarına hükmetmiştir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:

“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)

Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.

İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.

Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.

Bu gibi ilâhi emirlere muhalif harekette bulunanlar için büyük bir tehdit olmak üzere diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Size açık açık deliller geldikten sonra ayağınız kayarsa, şunu iyi bilin ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Bakara: 209)

Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan aciz değildir. İntikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır.

Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)

Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur’an-ı kerim’i işitiyorsunuz, ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.

“İşitmedikleri halde: ‘İşittik!’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl: 21)

“Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22)

Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylerler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler.

Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir. Bu gibi kimseler işittiklerini gerçek mânâda işitmedikleri için, söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir.

Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikâmet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.

Ashâb-ı kiram’dan bir zât: “Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın.” diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdular. (Müslim: 38)

Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.” (Buhârî)

Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ’ya imanı yalnızca kalpte saklamayıp dil ile de ikrar ve ilân eyledikten sonra, her hususta doğruluk, İslâm dinini özetleyen en mühim özelliktir. Bunun böyle olduğunu birçok Âyet-i kerime’ler ortaya koymakta ve müslümanları istikametten ayrılmamaya teşvik etmektedir.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Eğer seninle tartışmaya girişirlerse de ki: Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” (Âl-i imrân: 20)

İşte İslâm budur. İşte ümmet-i Muhammed’in dini, sırat-ı müstakimi budur. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’ya teslimiyettir. Hakk’tan başkasına boyun eğip teslim olmak ise O’na isyandır, yoldan çıkmaktır.

Müşrikler, Muhammed Aleyhisselâm’a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi halinde, onlar da onun Rabb’ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde ise İslâm’la ve imanla bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:

“(Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)

Âyet-i kerime’de geçen “Müdâhene”, lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.

Resulullah Aleyhisselâm İslâmiyet’in yayılmasını engelleyen pürüzlerin az da olsa kalkması için dinin esasını bozmayan bazı hususlarda Kureyş müşriklerine biraz hoşgörülü davranmayı düşünmüştü.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:

“Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için akıllarınca seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi.” (İsrâ: 73)

“Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.” (İsrâ: 74)

“Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (İsrâ: 75)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, müşriklerin istedikleri imtiyazı vermesi hâlinde dünya azabının da ahiret azabının da kendisine kat kat tattırılacağını bildirmesi; önder durumundaki kişilerin işledikleri suçun çok büyük olacağını, dolayısıyla bu gibi suçların cezalarının da büyük olacağını göstermektedir.

Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın şahsında, iman ve İslâm esaslarını muhafaza bakımından ümmetine büyük dersler vermektedir. Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini küçümseyip önemsememenin ne kadar büyük tehlike doğuracağına, böyle bir sapıklığa cüret eden bir kimsenin dünyada da ahirette de çok ağır bir ceza göreceğine işaret edilmektedir.

Ayrıca müslümanların bu gibi Hazret-i Allah’a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e isyan edenlere karşı susması, onları hoş görmesi de bu kapsama girer. Bu unutulmamalıdır.

 

İmanın Kalbe Yerleştiği Hakiki Müminler:

İslâm’a ilk girdiklerinde henüz iman kalplerine yerleşmemişken, iman makamına eriştiklerini iddiâ eden bedevîler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Bedevîler: ‘İman ettik’ derler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, bâri: ‘Müslüman olduk.’ deyin.’” (Hucurât: 14)

Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten bir sevgi ile kalp huzuru içinde tasdik etmektir. Halbuki bu sizde yok. Öyle olsaydı İslâm’ı kabul etmenizi Resulullah Aleyhisselâm’ın başına kakmazdınız.

“İman henüz kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurât: 14)

Siz henüz imanın hakikatine ulaşamadınız. Yalnız dil ile yapılan iman iddiası, bu hususta yeterli değildir.

Mümin olmak için imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında bazı kimselere ihsanda bulunmuş, fakir müslümanlardan bazılarına ise hiçbir şey vermemişti.

Sa’d bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh- hadiseyi şöyle anlatmıştır:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, içlerinde çok beğendiğim birisine bir şey vermedi. Bunun üzerine:

‘Yâ Resulellah! Filânı niye bıraktın? Vallahi ben onu pek mümin görüyorum!’ dedim.

Resulullah Aleyhisselâm:

‘Yahut müslim!’ buyurdu. Biraz sustum. Sonra yine o zât hakkındaki bilgim galebe çaldı.

‘Yâ Resulellah! Filânı niye bıraktın? Vallahi ben onu pek mümin görüyorum!’ dedim.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tekrar:

‘Yahut müslim!... Başkası benim için daha makbul olduğu halde, ben bazen bir adam yüzüstü cehenneme atılır endişesi ile ona bir şeyler veriyorum.’” buyurdu. (Müslim: 150)

Bu ise “Harîsun aleyküm...” Âyet-i kerime’sinin tecellisidir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Eğer Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez.” (Hucurât: 14)

Açıktan şehadet ile ikrar edildiği gibi, kalben de ihlâs ve samimiyetle amel ederek Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirleri seve seve yerine getirilirse; karşılığı ve mükâfatı kat kat verilir, eksik olarak ödenmez.

“Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hucurât: 14)

İtaat edenlerin kusurlarını bağışlar, kullarına karşı merhameti pek çoktur.

“Mümin kimdir, nasıl olur?” denilirse, sonraki Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Müminler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resul’üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir.

İşte onlar sâdıklardır.” (Hucurât: 15)

İmanlarında sâdık, verdikleri ikrara kalpleriyle ve icraatlarıyla içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır.

Allah-u Teâlâ kâmil müminleri üç sıfatla vasıflandırmaktadır:

Birincisi; Allah-u Teâlâ’ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine kesin iman.

İkincisi; şek ve şüpheye düşmemek.

Üçüncüsü ise; mal ve can ile cihad etmek.

Kim bu sıfatları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.

Müminler o kimselerdir ki; Allah-u Teâlâ’nın mevcudâtı yoktan var ettiğine, gizliyi, gizlinin de gizlisini bildiğine, kalplerdeki sırları bildiğine, lütuf ve kerem sahibi olduğuna, gücünün her şeye yettiğine, her şeyin kendisine döneceğine, kendi Zât-ı akdes’inden başka her şeyin yok olacağına, mahşer gününde herkesin O’nun huzurunda toplanacağına inanırlar.

Müminler; Allah’ın Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberlerin sonuncusu ve önderi olduğuna, Rabb’inden gelen bütün hükümleri en ince teferruatına kadar tebliğ ettiğine, kendi arzu ve hevesine göre hiçbir şey söylemediğine, söylediği her sözün Rabb’i tarafından kendisine vahyedilen gerçekler olduğuna inanırlar.

Müminler; hiçbir hususta şüpheye kapılmazlar, onların imanları hiçbir zorluk karşısında sarsılmaz.

Allah yolunda malla ve canla cihad etmek, imanın delili, işareti, esası ve mihenk taşıdır. İslâm dâveti, dünya menfaati elde etmek için yapılan bir cihad değil, Allah yolunda ve ilây-ı kelimetullah uğrunda yapılan bir cihaddır.

İşte kim bu vasıfları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.

Bu Âyet-i kerime’ler nâzil olunca bir kısım bedevîler, huzur-u Peygamberî’ye gelmişler, kendilerini sâdık müminler olduklarına dair yemin etmişlerdi.

Bunları susturmak ve bu husustaki ilâhî beyanları pekiştirmek için de şu Âyet-i kerime’ler nâzil olmuştur:

“De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurât: 16)

15. Âyet-i kerime’de beyan edilen ölçü “Müslümanım” diyenlerin üzerine uygulandığı takdirde, iman iddiâsında bulunan birçok kimsenin bu iddiâlarının, sözü geçen bedevîlerinkine benzediği görülür.

“Onlar İslâm’a girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki: Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın.

Eğer doğru kimseler iseniz, aksine sizi imana erdirdiği için Allah size minnet eder.” (Hucurât: 17)

Bu minnet bile imanın hakikatinin henüz kalplerine yer etmemiş olduğunu, imanın zevkine eremediklerini ifade etmektedir.

Başa kakmak sizin hakkınız değil, aksine Allah’ın hakkıdır. Eğer siz müslüman olduk diye başa kakarsanız, doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını yükletir, nimetini keser. Sizi böyle hidayet gibi ebedî bir nimete erdirmiş olan Rabb’inize hamd ve şükretmeniz gerekmez mi?

“Şüphesiz ki Allah göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah yaptıklarınızı görendir.” (Hucurât: 18)

Müslümanlığınızda doğru olup olmadığınızı, kalplerinizde iman ve sadâkat bulunup bulunmadığını, niyetlerinizden neler geçirdiğinizi tamamen bildiği gibi, göklerde ve yerde neler olacağını da bilir, her ne yaparsanız görür. Hiçbir şey O’na gizli kalmaz.

Bir insan için kuvvetli bir iman kadar kıymetli hiçbir şey yoktur. İnsanı gerek bu dünyada gerekse ahirette saâdet ve selâmete ulaştıracak yegâne cevher böyle bir imandır. Bunun için de ömrün son anına kadar onu elden kaçırmamak için çalışmak lâzımdır. Aksi takdirde bu büyük nimetten mahrum olur.

Bir insan nasıl ki tertemiz bir müslüman olarak dünyaya geliyorsa, öyle yaşamalı, o güzelliğini muhafaza etmeli ve öylece ölmelidir. Hayatta iken gerek dinine gerekse imanına zarar verecek, tehlikeye düşürecek her türlü kötü söz ve inkârdan korunması gerekir.

İman inkârla gider. Bir kimse dinin esaslarından birini kabul etmez veya hafife alırsa, dinimizde haram sayılan bir şeyi helâl, helâl sayılan bir şeyi haram kabul ederse imanını kaybetmiş olur.

Gerçek bir imanla Allah-u Teâlâ’ya inanan, gönülden boyun eğen muttaki müminler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Müminler saâdete ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtlarını verirler. Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar kınanamazlar. Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Müminûn: 1-2-3-4-5-6-7)

“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler. Namazlarına riâyet ederler. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (Müminûn: 8-9-10-11)

“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)

“Rahman’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vakar ile yürürler. Cahiller kendilerine lâf attıklarında: ‘Selâm!’ derler.

Onlar ki, gecelerini Rabbleri için secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler.

Onlar ki şöyle derler: ‘Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası ne kötü bir yer, ne kötü bir konaktır!’

Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur.

Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler.” (Furkân: 63-68)

“Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar. Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar, affederler.” (Şûrâ: 37)

“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir.

İşte saâdete erenler onlardır.” (Nûr: 51)

“Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah da güzel davrananları sever.

Onlar bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.

İşte onların mükâfâtı, Rabb’leri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır.

Çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” (Âl-i imrân: 134-135-136)

 

İslâm’ın Geleceği:

Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saf: 8)

O zaman tamamladığı gibi bugün de bu nuru tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza edecektir. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ nihayetinde muzafferiyeti er veya geç İslâm’a bahşedecektir.

“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)

Peygamber’ini hak din ile gönderen Allah-u Teâlâ onun vasıtası ile dinini yüceltecek, şirk ve küfrü eninde sonunda perişan edecektir. Bu O’nun ilâhî bir vaadidir.

İslâm dini’nin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet’e mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm geçerlidir.

Hâlen de hak dini bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.

İslâm dini gönderildiği zaman nasıl taptaze idiyse, kıyamete kadar da bu tazeliğini ve ciddiliğini koruyacaktır. O, Allah-u Teâlâ’nın dinidir ve dimdik ayakta kalacaktır. Kur’an-ı kerim’in bir harfi bile değişmez, bir tek Âyet-i kerime’si inkâr edilmez.

Her zaman ve mekânda İslâm’ın geleceği gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır.

Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm’ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.

Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm’ı muzaffer kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları yapacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm’ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da yeryüzüne hükümran kılacak.” (Nûr: 55)

Yukarıda geçtiği üzere, Allah-u Teâlâ Sâf sûre-i şerif’inin 8. Âyet-i kerime’sinde kâfirler istemese de nurunu tamamlayacağını beyan buyurmaktadır. Bu nur kıyamete kadar bakidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ en sonunda muzafferiyeti İslâm’a bahşedecektir.

“Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek, korkularını üzerlerinden kaldırdıktan sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.” (Nûr: 55)

Günümüzde İslâm’ı zayıf düşürmeye çalışıyorlar.

İslâm bir zaman için büsbütün boğulmaya çalışılacak, büyük sıkıntılara maruz kalınacak. Şimdi böyle gidiyor, ancak kötü gidiyor. Deccal’in devrinde ise çok büyük sıkıntılar olacak. Müslümanlar büyük bir ezginlik, büyük bir kahır altında inledikleri bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği bu sâlih kullarının korkularını kaldıracak ve onları felâha erdirecek. Onlar için bu bir imtihan ve ibtilâdır. Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları kendisi için yarattığı kullarıdır.

“Öyle ki, bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar.” (Nûr: 55)

Bunlar az bir zümredir, fakat halis bir ümmettir. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne gönülden bağlı olmuş, Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği kimselerdir. Sayıları azdır, fakat çok seçkindirler.

Bunlar İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Resul Hazretleri’nin maiyetine girecek olan az bir fırkadır. Ve bu fırka Allah-u Teâlâ tarafından korunacak, hiçbir kimse bunlara hiçbir zarar veremeyecektir.

Bütün bu beyan ve açıklamalardan sonra, kim ki bu hakikatleri inkâr ederse, yoldan saparsa, artık o kendi kendisini helâk etmiş olur.

“Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse; işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nûr: 55)

Âyet-i kerime’de açıkça görülüyor ki, kim bu hakikatleri inkâr ederse, onlar fâsıktırlar. “Bize böyle söylüyor!” demeyin. Biz sadece ilâhî beyanları hatırlatıyoruz, kendinize gelmenizi tavsiye ediyoruz.

Allah-u Teâlâ yardımına lâyık olan kimselerin vasıflarını belirtmek üzere diğer Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Onlar ki, eğer biz kendilerine yeryüzünde iktidar mevkii verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülükten nehyederler.

Bütün işlerin sonucu Allah’a âittir.” (Hacc: 41)

Yegâne tasarruf sahibi O’dur, ahirette de yalnız O’nun hükmü tecellî edecektir.

Gerek Tevrat’ta ve gerekse İncil’de Resulullah Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyeti, daha dünyaya teşrif etmeden önce duyurulduğu gibi, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın fazilet ve meziyeti de aynı kitaplarda beyan edilmiştir.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Muhammed Allah’ın Peygamber’idir.” (Fetih: 29)

Onun Allah katındaki vasfı budur. O Allah-u Teâlâ’nın Resul’üdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da Allah-u Teâlâ’dır.

O’nun bu şehâdetine karşı “Muhammed Allah’ın Resul’üdür.” demek istemeyenler ebedî olarak zarar etmiş olurlar.

“Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)

Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler, kızgın ve asık suratlıdırlar. Dinlerine muhalefet edenlere aslâ sevgi beslemezler.

Aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar.

İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.

“Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün.” (Fetih: 29)

Namazlarını Allah için ihlâsla kılarlar. Çünkü namaz ibadetlerin en hayırlısıdır.

“Allah’tan lütuf ve hoşnutluk isterler.” (Fetih: 29)

Öyle çalışırlar ki, daima Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmayı, rızâsına doğru ilerlemeyi düşünürler.

“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.” (Fetih: 29)

Onların alâmetleri alınlarındadır. Devam ettikleri secdelerin bir feyzi olarak simâlarında ayrı bir güzellik bulunur.

“İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır.” (Fetih: 29)

Anlatılan bu sıfatlar gerçek müminlerin Tevrat’ta belirtilen hususiyetlerindendir.

Onların İncil’deki özelliklerine gelince:

“İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekincilerin hoşuna gider.” (Fetih: 29)

Bu, Allah-u Teâlâ’nın İslâm’ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.

Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte iman edenlerle incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.

İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram’ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.

“Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih: 29)

Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla vasıflandırılmaları, cihanşümûl bir intişara nâil olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.

Ashâb-ı kiram’a öfke duyan, onların kusurlarını diline dolayan bir kimse bu Âyet-i kerime’ye göre küfre düşer. Çünkü Allah-u Teâlâ onlardan övgü ile söz etmiş ve onlardan râzı olmuştur. Bu ise onlara yeterlidir.

“Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih: 29)

O’nun vaadi doğrudur, gerçektir, aslâ değişmez ve değiştirilemez.

Âyet-i kerime’de geleceğin fetihleriyle İslâm’a girip güzel hizmetler edecek kimselerin bağışlanacakları, çok büyük mükâfatlara erecekleri müjdelenmiş oluyor.

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’ndan sonra kıyamete kadar Muhammed Aleyhisselâm’ın nurlu yolunda bulunanlar da bu müjdeye dahildirler. İlâhî rahmet ve inayet bütün müminleri kuşatmaktadır.

O zaman da garip idi, sonra fidan yavaş yavaş gövdenin üzerine oturduğu gibi, size bunu hem bildirmeyi hem de ilerisini göstermeyi arzu ediyorum.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.

Ne mutlu gariplere!” (Müslim)

Hadis-i şerif’te geçen “Gariplik” kelimesi çok mânâlıdır, geleceğe âittir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinde daha garipti. Çünkü kendisinden ve birkaç müslümandan başka kimse yoktu. Amma şimdi hamdolsun o nurlu yolda yürüyen bir fırka yine mevcut.

O zaman daha garipti. Bunlar hep Allah-u Teâlâ’nın iradesiyle, hükmüyle, kuvvetiyle, kudretiyle oluyor.

Bugün İslamiyet’in garip durumuna bakıp aldanmayın, gariplik yine başlamıştır. Ve biiznillâh-i Teâlâ bu hâle gelecektir.

Daha evvel de böyle garipti, sonra gövdenin üzerinde oturdu ve gariplik yine başladı, Allah-u Teâlâ bunun nihayetini getirecek.

Câbir bin Semura -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bu din ayakta durmakta mutlaka devam edecektir. Onun namına tâ kıyamet kopuncaya kadar müslümanlardan bir cemaat çarpışacaktır.” (Müslim: 1922)

Bugünkü perişanlık şuradan geliyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Şüphesiz ki dininizin evveli peygamberlik ve rahmettir. Bu, Allah’ın dilediği kadar sizde bulunacak, sonra Allah -celle celâlühu- onu kaldıracak ve arkasından peygamberlik yolunda (ve doğrultusunda) halifelik olacak. Bu da Allah’ın dilediği kadar aranızda bulunacak.

Sonra Allah -celle celâlühu- hilafeti kaldıracak ve ısırıcı azgın hükümdarlık olacak. Bu da Allah’ın dilediği kadar aranızda bulunacak.

Sonra Allah -celle celâlühu- onu da kaldıracak ve akabinde zorbalığa dayalı hükümdarlık olacak; Allah’ın dilediği kadar aranızda bulunacak.

Sonra Allah -celle celâlühu- bunu da kaldıracak ve yine peygamberlik yolunda hilafet olacak. İnsanlar arasında Peygamber’in sünnetiyle amel edecek. İslâm, yeryüzündeki komşularına dal ve kol salacak. Gökte ve yerde eyleşenler İslâm ümmetinden râzı olacaklar. Gök tek bir iklim bırakmayıp hepsine yağmur indirecek, yer hiçbir bitki ve bereketini bırakmayıp hepsini ortaya çıkaracak.” (Ahmed bin Hanbel)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu durumu haber vermiş: “Bunlar gelecek!” buyurmuştur. Bundan sonra saâdet devrini bekleyeceğiz.

Bu mevzu Muhterem müellif Ömer Öngüt Efendi’nin “Kalplerin Anahtarı” Külliyatı’nın “Kıyamet ve Alâmetleri” isimli eserinden derlenmiştir.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR