Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on iki Âyet-i kerime, iki yüz kırk yedi kelime ve bin altmış harften teşekkül etmiştir.
İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. İlâhî hükümleri konu alan Sûre-i şerif’lerdendir.
Bundan önceki “Talâk sûre-i şerif’i”nde mümine hanımların boşanması ile ilgili hükümler yer aldığı gibi; “Tahrîm sûre-i şerif’i”nde de Resulullah Aleyhisselâm’ın nezih hanımları ile ilgili hükümler bulunmaktadır.
Bu mübarek Sûre-i şerif’te Resulullah Aleyhisselâm’ın hanımları ile arasında geçen birçok mühim hadiseye işaret edilmekte, onların Allah katındaki ulvî makamları, yüce mevkileri anılmakta ve bir numune-i imtisal olarak beşeriyete duyurulmakta, “Peygamber hanımları”nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmektedir.
Başkalarını memnun etmek için helâl olan bir şeyi haram imiş gibi göstermenin doğru olmadığı belirtilmektedir.
Yapılması meşru olan bir şey terkedilip yapılan yeminde durulmadığı zaman kefaret verilmesi gerektiği açıklanmaktadır.
Âile sırrının gizli kalması hususunda çok dikkatli olmak gerektiği üzerinde durulmakta ve bir ahlâkî özellik olarak tanıtılmaktadır.
Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve surûru olan Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah katındaki en yüksek mertebesi en beliğ bir şekilde inanmış gönüllere zerkedilmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm pâk zevcelerini boşasa da, onlardan daha hayırlı zevcelere nâil olacağı müjdelenmektedir.
Müminlerin hem kendilerini hem de âile halkını pek şiddetli cehennem ateşinden korumaları emredilmekte, bu mesuliyetin çok ağır olduğu ihsas ettirilmektedir.
Kâfir ve münafıklar ahiret gününde her ne kadar yaptıkları azgınlıklar için özür beyan etseler de hiçbir zaman kabul edilmeyeceği, cezalarını mutlaka çekecekleri ihtar edilmektedir.
Müminlere merhamet kanatları açılmakta, nefislerine uyarak yaptıkları günahlardan, bilerek veya bilmeyerek işledikleri kusurlardan dolayı, acısını duyarak tevbe etmeleri istenmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve ona gönülden inanan, yolunda ve izinde yürüyen müminleri kıyamet gününde rüsvay etmeyeceğini, utandırmayacağını, nurlara gark edeceğini haber vermektedir.
Her türlü şartlarda kâfirlerle ve münafıklarla cihad edilmesi, onlara sert davranılması, böylece küfrün ve nifakın önüne geçilmesi emredilmektedir.
Tahrîm sûre-i şerif’inin sonunda iki misal getirilmekte; Nuh Aleyhisselâm ile Lut Aleyhisselâm’ın eşlerinin kocalarına ihanet ettikleri ve en kötü âkıbete uğradıkları, Firavun’un Allah’a gönülden iman eden karısı Hazret-i Âsiye’nin imanındaki sadakati ile iffet numunesi Hazret-i Meryem’in Allah katındaki ulviyeti beyan buyurulmakta, böylece âile yapısında kadının yerinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.
Hicret’in dokuzuncu yılında İslâmiyet artık maddî ve mânevî kuvvet bulmuş, müslümanların eline birçok maddî imkânlar geçmiş, durumları oldukça düzelmişti.
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Resulullah Aleyhisselâm hiç iltifat etmiyor, sade ve mütevâzi yaşayışına devam ediyordu.
Fakat Ümmehât-ı müminîn -radiyallahu anhünne- Hazerâtı, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil sebebiyle yiyecek ve giyecek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’dan bazı isteklerde bulundular. “Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetlerden isteriz.” dediler. Her biri birtakım şeyler istiyordu. Onların bu teklifleri, uygunsuz tutum ve davranışları kalbinin kırılmasına sebep olmuştu. Çünkü kendisi sade yaşadığı gibi, onların da sade bir hayat sürmelerini arzu ediyordu.
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in bildirdiğine göre, Ezvâc-ı tâhirat iki gruba ayrılmıştı.
Grupların birinde; Hazret-i Âişe, Hazret-i Hafsa, Hazret-i Safiye, Hazret-i Sevde -radiyallahu anhünne- bulunuyordu.
Diğer grubu ise; Hazret-i Ümmü Habibe, Hazret-i Ümmü Seleme, Hazret-i Zeyneb, Hazret-i Meymune ve Hazret-i Cüveyriye -radiyallahu anhünne- teşkil ediyordu.
•
Resulullah Aleyhisselâm günlerini Ezvâc-ı tâhirat arasında taksim ederdi. Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in günü geldiğinde, anne ve babasını ziyaret için Resulullah Aleyhisselâm’dan izin istemiş ve gitmişti.
Bu arada Resulullah Aleyhisselâm, câriyesi Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e haber gönderip yanına getirtti ve onunla beraber oldu.
Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz dönüp onu kendi odasında görünce fevkalâde gücenerek bir kıskançlık duydu. “Ben yok iken onu odama alıp, onunla birlikte mi oldun? Bunu sadece beni hakir gördüğün için yaptığın kanaatindeyim.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm bunun üzerine gönlünü almak için:
“Mâriye’yi kendime haram kıldım, fakat sakın bundan hiç kimseye söz etme!” buyurdu.
Fakat Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz daha sonra Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz ile kendi arasındaki duvara vurarak Resulullah Aleyhisselâm’ın sırrını ona duyurdu. Çünkü birbirleriyle çok sıkı-fıkı idiler. Bundan sonra diğer hanımları da durumdan haberdar oldu.
Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok kızdı, onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti ve “Meşrebe” diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.
•
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrîm: 1)
Bu hitap, kınama için değildir. Zira Resulullah Aleyhisselâm’ın helâl olan şeyi nefsine haram kılması, evlâyı terk kabilindendir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak değildir.
“Allah çok bağışlayan, merhamet edendir.” (Tahrîm: 1)
Sana merhamet buyurarak bundan dolayı seni sorumlu tutmamıştır, hakkında rahmet-i Sübhânî’ye tecellî edecektir.
“Allah yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır.” (Tahrîm: 2)
Yemin kefareti vermek suretiyle o terkedilen şey yine ifâ edilebilir.
“Allah sizin Mevlâ’nızdır.” (Tahrîm: 2)
Onun için kendi arzunuza göre değil, O’nun emirlerine göre hareket ediniz.
“O ilim ve hikmet sahibidir.” (Tahrîm: 2)
Binaenaleyh, size verdiği emirleri ve hükümleri de sizin ihtiyaç ve menfaatlerinizi bilerek ilim ve hikmetiyle vermiştir. Onun bütün emirleri baştan sona hikmete dayalıdır.
•
Daha sonra Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm ile Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’le arasında geçen hadiseyi açıklamak üzere şöyle buyurdu:
“Hani Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.” (Tahrîm: 3)
Bu, Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’i kendisine haram kılması sırrıdır.
“Fakat eşi o sözü başkasına haber verdi. Allah da bunu Peygamber’e açıkladı.” (Tahrîm: 3)
Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- bu sırrı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-ya açınca, Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile onun bu sırrı yaydığını Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bildirdi.
“Bir kısmını bildirmiş bir kısmından da vazgeçmişti.” (Tahrîm: 3)
Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ-ya sitem ederek yaydığı bu sırrın bir kısmını ona bildirdi. Lütufta bulunarak bütün yaptıklarını kendisine bildirmedi, yüzüne vurarak utandırmak istemedi.
“Peygamber bunu ona haber verince eşi: ‘Bunu sana kim haber verdi?’ dedi.” (Tahrîm: 3)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-nın haber verip vermediğini öğrenmek istedi.
Buna karşılık Resulullah Aleyhisselâm da:
“‘Her şeyi bilen ve haberdar olan Allah haber verdi.’ dedi.” (Tahrîm: 3)
Resulullah Aleyhisselâm bu kadar söylemekle yetindi ve yine onların hoşnutluklarını düşündü. Bu sebeple onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları karşısında da başka bir şey yapmayıp sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir ay müddetle onları kendi hallerine bırakarak bir yeminle yakın alâkadan mahrum etti. Büyük bir irfan sahibi olan Ezvâc-ı tâhirat’ın daha fazla ıslah olmaları için bu şekilde acı bir dersin olması gerekiyordu.
O kadının sıradan bir insanın hanımı olmayıp, kendisinin hassas bir mevkide olduğu yüce bir zâtın hanımı olması sebebiyle, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar okunacak olan Kur’an-ı kerim’de bu hadiseyi anmıştır.
Bu ilâhî beyandan sonra Allah-u Teâlâ Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- ve Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e hitaben Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Eğer tevbe ederseniz, kaymış olan kalpleriniz düzelmiş olur.” (Tahrîm: 4)
Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet yapmış olmakla, kalb-i nebevî’lerini rencide etmişlerdi. Binaenaleyh bu halden dolayı kalpleri kaymıştı, düzelmesi için tevbe etmeleri gerekiyordu.
Maksat yalnız iki hanımın değil, Ezvâc-ı tâhirat iki grup halinde toplandıkları için, iki grubun hepsinin de kalplerine tembihte bulunmaktır.
“Şayet onun aleyhinde birbirinize arka çıkarsanız, hiç şüphesiz ki Allah onun Mevlâ’sıdır.” (Tahrîm: 4)
Resulullah Aleyhisselâm’a karşı birlik olup cephe kurmak sadece kendilerine zarar verir. Çünkü her şeyden önce onun sahibi ve yardımcısı Allah-u Teâlâ’dır. Hem de Ruh’ul-emin olan ve ona vahiy getiren Cebrâil Aleyhisselâm da onun yardımcısıdır. O iki hanımın babaları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den her biri, müminlerin iyi olan her ferdi onun yardımcısıdır.
Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm’ın şânını yüceltmek ve Allah katındaki makamını açıklamak için tek olarak andığı gibi; sâlih müminleri şereflendirmek ve sâlih olmanın faziletini yüceltmek için de onları meleklerden önce zikretti.
“Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da, bunun ardından bütün melekler de ona yardımcıdırlar.” (Tahrîm: 4)
Allah-u Teâlâ’nın, Cebrâil Aleyhisselâm’ın ve sâlih müminlerin muhabbetle yardımlarından sonra, bütün melekler de onun yardımcısıdır.
Onu bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.
“Bütün melekler” ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.
Bütün mânevî ve maddî kuvvetlerin desteğine, sevgi ve yardımına kavuşan bir zâta karşı çıkmanın nasıl bir felâkete yol açacağını düşünerek, böyle bir durumdan bütün müminlerin erkek ve kadınları korunup sakınmalıdırlar.
Daha sonra Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’ı korkutmak için şöyle buyurdu:
“Eğer o sizi boşarsa, Rabb’i ona sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verir.” (Tahrîm: 5)
Bu hitâb-ı ilâhî hanımlarının hepsinedir.
Onlar “Müminlerin anneleri” ünvanına sahiptirler. Resulullah Aleyhisselâm’ın sevgili ve itaatli hanımları olmaları sebebiyle yeryüzünde onların dengi olabilecek, onlardan daha hayırlı kadınların olabileceği düşünülemez. Eğer eziyet ve isyan ederler de, Resulullah Aleyhisselâm onları boşayacak olursa; o zaman bu hususiyetleri kalmaz ve onların yerine gelecek, her hususta itaat edecek, onun rızâsını ve sevgisini kazanacak olan hanımlar, onlardan daha hayırlı olmuş olurlar.
Âyet-i kerime’de: “Peygamber hanımları”nda bulunacak vasıflar öz bir şekilde ifade edilmiştir.
İlk vasıf; şirkten uzak olarak, Allah-u Teâlâ’nın birliğini ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hakikatini kabul edip, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerine boyun eğmek, teslim olmak.
İkincisi; diliyle de söylediği gibi, kalbiyle de tasdik ederek içi dışı müslüman olmak.
Üçüncüsü; cân-u gönülden itaat etmek.
Dördüncüsü; en küçük bile olsa, kusur ve günahlardan dâima tevbe edip sakınmak.
Beşincisi; gerek farz gerekse nâfile ibadetlere devam etmek.
Altıncısı; dünya hayatını bir yolculuk bilip, geçim hususunda bir yolcu gibi olduğuna kanaat ederek oruç ve riyazeti ahlâk edinip, Allah-u Teâlâ’nın mükâfat ve cezasını düşünmek.
•
Resulullah Aleyhisselâm “Meşrebe” diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kaldı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.
Bu durumu öğrenen Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı telâşa kapıldılar, Resulullah Aleyhisselâm’ın hanımlarını boşadığını sandılar. İçlerinden bazıları Mescid’de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Niye ağlıyorsun yâ Ömer!” diye sorduğunda:
“Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?”
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: “Râzıyım!” diye cevap verdi. Daha sonra hanımlarını boşayıp boşamadığını sordu.
“Hayır boşamadım.” buyurdu.
Bu cevap karşısında: “Allahu Ekber!” demekten kendini alamadı ve: “Bütün Ashâb üzüntü içindeler, gidip de kendilerine durumu haber vereyim mi?” dedi. Resulullah Aleyhisselâm:
“Olur!” buyurdu ve mübarek simâsından üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet yüzü gülmeye başladı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- huzur-u nebevî’den ayrılarak Mescid’in kapısına geldi ve yüksek sesle:
“Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını boşamamıştır!” diye bağırdı.
•
Bir ay dolunca Resulullah Aleyhisselâm inzivadan çıkarak hanımları ile görüşmeye başladı.
Bu sırada Ahzâb sûre-i şerif’indeki ilgili Âyet-i kerime’ler nâzil oldu:
“Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de sizi güzellikle salıvereyim.” (Ahzâb: 28)
“Eğer Allah’ı, Peygamber’ini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davranan hanımlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb: 29)
Bu hadiseye “Tahyir” adı verilir. Bir erkeğin hanımını boşanma veya yanında kalma hususunda karar vermede serbest bırakması demektir.
Bu duruma göre Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını dünya ziyneti ile Allah ve Resul’ünü tercih etmekte serbest bırakmaya memur edilmiş bulunuyordu.
İlk olarak meseleyi Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e açtı.
“Yâ Âişe! Sana bir şey soracağım, cevap vermekte acele etme, anne-babana sor, sonra karar ver.” buyurdu ve nâzil olan Âyet-i kerime’leri okudu. O ise derhal cevap verdi. “Yâ Resulellah! Ben bu hususta anneme babama hiç danışır mıyım? Elbette Allah’ı, Allah’ın Resul’ünü ve ahireti tercih ederim.” dedi. Diğer Ezvâc-ı tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resul’ünü, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece sadâkatlerini ispat etmiş oldular.
•
30. ve 31. Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ Ezvâc-ı tâhirat’a bizzat hitap ederek onlara ikazlarda bulundu.
Onlar Allah ve Resul’ünü seçtikleri için, Allah-u Teâlâ da onlara böyle ikram ve lütufta bulunmuş, Resulullah Aleyhisselâm da vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış, vefatından sonra da onlar müminlerin anneleri olarak kalmışlardı.
Onun ümmetinin nikâhlayabileceği azami hanım sayısı dört olduğu gibi, Resulullah Aleyhisselâm’ın aynı anda nikâhı altında tutabileceği hanım sayısı da dokuzdur.
Bu, hem onların şereflerini muhafaza etmek, hem de yaptıkları tercihlerine ve rızâlarına bir mükâfat olmak üzere verilmiş bir hükümdür.