Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır. Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir. Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin. Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm’dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
Târık bin Şihâb -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- e gelmiş ve Mâide sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sini kastederek “Siz bir âyet okuyorsunuz ki, bu âyet bize indirilmiş olsa, o günü bayram yapardık.” demişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şu cevabı verdi:
“Ben bu âyetin nerede indirildiğini, hangi gün indirildiğini ve o indirilirken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in nerede olduğunu pekâlâ bilirim. Bu âyet Arafat’ta indirilmiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de vakfe halinde idi.” (Müslim: 3017)
Böylece Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de müslümanların o günü bayram edindiğine işaret etmek istemiştir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiç biri birbirinden ayrılmaz.
Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.
Bu gibi ilâhi emirlere muhalif harekette bulunanlar için büyük bir tehdit olmak üzere diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Size açık açık deliller geldikten sonra ayağınız kayarsa, şunu iyi bilin ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Bakara: 209)
Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan aciz değildir. İntikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)
Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur’an-ı kerim’i işitiyorsunuz, ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.
“İşitmedikleri halde ‘İşittik!’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl: 21)
“Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22)
Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylerler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler.
Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir. Bu gibi kimseler işittiklerini gerçek mânâda işitmedikleri için, söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın şanı ne yücedir!” buyuruyor. (A’râf: 54)
Mülk O’nundur, O’ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve idare, tam tasarruf O’na aittir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Hüküm yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
“Rabb’inin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemâlindedir. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur.” (En’âm: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiç birisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O’nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O’nun emrettiği her şey adaletlidir, O’nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O’nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O’ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O’ndan daha âdil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O’nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, Kitap O’nun Kitab’ıdır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O’nun hükmü esastır.
O’nun hükmünü kim bozabilir? O’nun hükmünden kim kurtulabilir?
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ: 21)
Bu beyan kötü âlimler için en büyük bir ihtar-ı ilâhîdir.
Çünkü haram ve helâl ahkâmını beyan etmek, bir şeyi meşru kılmak, Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun gönderdiği Peygamber’e mahsustur. Hüküm koyucu tek makam O’dur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez. O’nun ortaya koyduğu ahkâmdan başka bir hükmü ortaya koymaya kimsenin hakkı yoktur.
Âyet-i kerime’de geçen “Ortaklar”; insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler demektir. Allah’tan başkasına kulluk yapmak nasıl şirkse, bu da onun gibi şirktir. Bu sefihler Din-i mübin’in ahkâmını kendi arzularına uydurmak suretiyle değiştirmek isterler. Çünkü şeytanları onlara bu yolda talimat verir ve yaptıklarını kendilerine güzel gösterir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip, onları doğru yoldan çıkardı.” (Ankebût: 38)
Allah-u Teâlâ’nın hüküm olarak koymuş olduğu dosdoğru dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
Allah-u Teâlâ bunlara karşı ne kadar gazaba gelmiş ki, ecelleri sayılı bir zamana kadar geciktirmemiş olsaydı, ahkâma muhalif olarak başka yollara sapanları âcil bir ceza ile hemen cezalandırır, layık oldukları azaplara kavuşturulmuş olurlardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de acıklı bir azap vardır.” (Sebe: 5)
Âyet-i kerime’de geçen “Ricz”, azabın gayet çirkini ve en murdarı mânâsına gelmektedir. Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini çürütmek isteyen, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nispette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Bu gibi kimselere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle cevap veriyor:
“Küfre varıp âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara: 39)
Hiçbir şekilde oradan çıkmaları veya kurtulmaları bahis mevzuu değildir.
•
Abdullah bin Ebu Câfer -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden cehennem ateşine en ziyade cesur olan kimse, sağlam bilgisi olmaksızın dini meselelerde fetva vermeye cesaret gösterendir.” (C. Sağîr: 182)
Onlar kendilerine fetvâ için gelenlere akıllarına cazip olan şeyleri söylerler. Hazret-i Allah’ın ahkâmını inkâr eder, kendi zannını ahkâm yerine koyar ve halka fetva verirler. Gerçekten hakikatten mahrumdurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Dillerinizin yalan yere vasfettiği şeyler hakkında ‘Bu helâldir, bu haramdır.’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.
Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (Nahl: 116)
Bir şeyin helâl veya haram olduğunu beyan etmek, peygamberler vasıtasıyla ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Hüküm verme yetkisi sadece O’na aittir. İnsanların kendi görüş, anlayış ve mantıklarına göre rastgele hüküm vermeleri, Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir şeyi kendi cehalet ve heveslerine uyarak helâl kılmaları; Allah-u Teâlâ’nın hükmüne muhalefet etmektir, O’nun şeriatini tahrif, ahkâmını tağyir arzusundan başka bir şey değildir. Bu iddiaların her biri Allah-u Teâlâ’ya karşı uydurulmuş bir yalan ve iftiradır.
Hidayeti dalâletle değiştiren, sapıklığı satın alan bu iftiracılar her zâlimden daha zâlimdirler. Doğruyu yalanlamak, gerçeği reddetmek hiç şüphesiz ki Hakk’a karşı bir zulümdür, suçların da en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelmiş olan doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?” (Zümer: 32)
Elbette vardır! Onların ebedi ikametgahları cehennemden başka bir yer olmayacaktır.
Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de en acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’a karşı yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?
Zâlimler şüphesiz ki iflâh olmazlar.” (En’âm: 21)
En büyük gadab-ı ilâhî’ye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ’nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere “Allah-u Teâlâ böyle emrediyor.” diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Bilmeden veya kasten fetva verenler Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini inkâr etmiş, kendi hükmünü âyet yerine koymuş olur.
İşte bunlar nefislerini ilâh edinenlerdir. Bunlara uyanlar da bunlara tapmış olur.
Çünkü Yahudi ve Hıristiyan uleması bir delile isnat etmeksizin bir çok mesele ihdas ederek, dinlerinde haram olan şeye helâl, helâl olan şeye haram demişler, avam tabakası da bunları kabul etmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti.
O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime’nin mânâsını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine’ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm’a bazı sorular sordu.
“Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm: “Onlar helâlı haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?” diye sorunca, Adiy “Evet böyledir.” diye tasdik etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir.” buyurdu. (İbn-i Kesir)
Allah-u Teâlâ’nın emrine ve hükmüne değil; onların görüşlerine, zan ve vehimlerine uydular. O’nun dinine ve Kitab’ına açıktan açığa muhalif olan hususlarda isyan ettiler. Haram kılınan şeyleri onların emriyle helâl gördüler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları:
“Allah’ın ve Peygamber’inin haram kıldığını haram saymayanlar.” (Tevbe: 29)
“Hak dini kendilerine din edinmeyenler.” olarak vasıflandırmaktadır. (Tevbe: 29)
İlâhî hükümler üzerine onların bâtıl fikirlerini tercih edip benimsemekle, onları mabud edinmiş oldular ve şirke düştüler.
Nasıl ki onlar Allah-u Teâlâ’nın emirlerini ve hükümlerini bırakıp rahiplerini, hahamlarını ve İsa Aleyhisselâm’ı ilâh edindilerse;
“Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayan bir Peygamber gelince, ehl-i kitaptan bir grup Allah’ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi sırtlarının arkasına attılar.” (Bakara: 101)
Âyet-i kerime’si ile haber verildiği üzere Yahudi âlimlerinin bir kısmı da Tevrat’ı terkedip ondan yüz çevirdiler.
•
Tevbe sûre-i şerif’inin 32. ve 33. Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.” (Tevbe: 32)
Allah-u Teâlâ hakkı ve hakikati açığa çıkarmak, Tevhid’in nûrunu parlatmak, İslâm’ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor.
Bunun açıklaması şudur:
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet’e mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm bâkidir. Bu bir vaad-i sübhânîdir.
Hâlen de hak din bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.
Kelâmullah’ın ahkâmını iptal ve tekzib için her neye teşebbüs ettilerse de hiçbir hükmünü değiştiremediler, hiçbir harfini kaldıramadılar.
Her ne kadar Nûr-i İlâhî’yi söndürmeye çalıştılarsa da, Allah-u Teâlâ karşılarına hakikat ehlini çıkardı, emellerine muvaffak olamadılar. Nûr zulmeti söndürdü, hakikat dalâleti dağıttı. Asırlar boyunca bu hep böyle oldu.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu hiç?
Kâfirlere yaptıkları böylece süslü gösterilmiştir.” (En’âm: 122)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde ehl-i kitaptan ve özellikle yahudilerin Tevrat’ın hükümlerini bir tarafa itip kendi menfaatleri, arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ettiklerinden haber vererek şöyle buyurmaktadır:
“Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün.
Yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mâide: 62)
Günah demeden, haram demeden bâtıl yollarla halkın mallarını yiyerek bu hususta birbirleriyle yarışırlar.
Allah-u Teâlâ ehl-i kitaptan bir çoklarının günaha ve harama koşuştuklarını beyan ettiği gibi; onların isyana dalmalarını, haram yemelerini gördükleri halde susarak bu kötülüklerden menetmeyen ileri gelenlerini ve âlimlerini kınamaktadır:
“Rabbaniler’in ve Ahbâr’ın onları günah söz söylemekten ve haram yemekten menetmeleri gerekmez miydi?
İşledikleri sanat ne kötüdür!” (Mâide: 63)
Dini dünyaya âlet edip, her türlü isyan ve küfre dalanlara müdahale edilmezse, herkes bu Âyet-i kerime mucibince mesuliyet altına girer.
Kur’an-ı kerim’de; yol gösteren, uyaran, doğruyu telkin eden, Hakk’a iletip Hakk ile hüküm veren, Hakk’tan yana irşat vazifesini yerine getiren âlimlere Rabbanî denilmiştir. Onlar Hakk’ın muallimleridirler. Ahbâr ise dinde derinleşen, geniş bilgisi olan fakihler demektir.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- “Bu âyetten daha çok ihtar edici âyet yoktur.” buyurmuştur.
Bazı müfessirler ise “Kur’an-ı kerim’de âlimlere hitap eden Âyet-i kerime’ler içinde en şiddetlisi ve en korkutucusu budur.” demişlerdir.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında, bozgunculuk yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:
“Sizden önceki asırlarda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemeye çalışmaları gerekmez miydi?
Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.
Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler.” (Hûd: 116)
Âyet-i kerime’de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan kurtulmadı.
Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve ashâbı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler emirlerini de yerine getirirlerdi.
Sonra onların ardından öyle kötü nesiller zuhur etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyen şeyleri de yapmışlardır.
Kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim de onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde bir hardal tanesi iman yoktur.” (Müslim: 50)
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevî lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Halkı ıslah olmuş (salih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir.” (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime’sinde:
“Rabb’in kullarına zulmedici değildir.” buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır.
Şöyle buyurmuşlardır:
“Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
Bu vazife herkesindir, herkese şamildir, yapmayan mesuldür.
Taif’te yaşamış olan Sakif kabilesi’nden bir heyet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek biât etmek için bazı imtiyazlar vermesini istemişlerdi.
Şöyle diyorlardı:
“Namazda rüku ve secdeler için eğilmeyeceğiz, zekât ve cihadla mükellef olmayacağız. Putlarımızı kendi ellerimizle kırmayacağız. Ona tapınmaksızın lât adındaki puttan bir yıl faydalanmamıza müsaade edeceksin. Şayet Araplar ‘Onu niçin böyle yaptın?’ diye soru soracak olurlarsa ‘Böyle yapmamı Allah bana emretti.’ deyiverirsin.”
İstedikleri imtiyazları Resulullah Aleyhisselâm’ın kendilerine vereceğini umarken Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’yi nazil buyurdu:
“Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için akıllarınca seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi.” (İsrâ: 73)
“Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.” (İsrâ: 74)
“Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (İsrâ: 75)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Sakif’lilerin istedikleri imtiyazı vermesi halinde dünya azabının da ahiret azabının da kendisine kat kat tattırılacağını bildirmesi; önder durumundaki kişilerin işledikleri suçun çok büyük olacağını, dolayısıyla bu gibi suçların cezalarının da büyük olacağını göstermektedir.
Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın şahsında, iman ve İslâm esaslarını muhafaza bakımından ümmetine büyük dersler vermektedir. Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini küçümseyip önemsememenin ne kadar büyük tehlike doğuracağına, böyle bir sapıklığa cüret eden bir kimsenin dünyada da ahirette de çok ağır bir ceza göreceğine işaret edilmektedir.
Ayrıca müslümanların bu gibi Hazret-i Allah’a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e isyan edenlere karşı susması, onları hoş görmesi de bu kapsama girer. Bu unutulmamalıdır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür.” (Nahl: 25)
Yani onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenemeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının vebâli, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebût: 13)
Kitabullah’ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ göstermek de küfürdür.
İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa küfür ve nifak hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana meyillidir.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine: 13)
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’âm: 121)
Burada da apaşikâr görülüyor ki onlara meyleden onlardandır. Allah-u Teâlâ onları hidayetten mahrum ettiğini beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Allah-u Teâlâ’nın dininden söz edebilmek için ancak O’nun indirdikleriyle hükmetmek gerekir. Çünkü O’nun hükümranlığının tecellisi budur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanlarında kendi indirdiğiyle hükmetmeyenlerin “Kâfir”, “Zâlim”, “Fâsık” olduklarını belirtmektedir. Bu ilâhî hükümleri bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya koyduğuyla hükmeden bir kimse bu üç suçu da işlemiş olur.
Önce O’nun indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir. İkinci olarak O’nun hükümlerini çiğnemekle zulüm suçunu işlemiştir. Üçüncü olarak ise sapmakla fâsık olmuştur.
İşte din kurucuların içyüzünü buradan öğren. Biz size bunlar kâfirdir demiyor muyduk!
“İrs” in kelime mânâsı; bir kişinin, başka birinin ölümünden sonra hayatta kalması ve ölenin geride bıraktığı malını almasıdır.
Dini bir terim olarak irs ise; ölene ait olup, ölüm sebebiyle mirasçılarının hak ettiği geriye kalan mallar ve haklardır. Ölenin geride bıraktığı mallara ve mirasçılara intikal eden bazı haklara “Terike” veya “Mevrûs” denildiği gibi, bunlarda hakkı olan mirasçılara da “Vâris” denir.
Ölenin bıraktığı miras ile ilgili haklardan ve bu mirasın intikali ve vârisler arasında ne şekilde taksim edileceğinden bahseden ilimdir ki, bu ilme “Ferâiz ilmi” denilmiştir.
Ferâiz, farz kökünden türemiş “Farîza” kelimesinin çoğuludur. Farz ve farîza kelimeleri “Takdir ve tayin edilmiş şey, belirlenmiş pay” mânâsındadır.
Farîza, mükellef olanlardan yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen dini vazifeleri ifade ettiği gibi, vârislerin terikedeki payları da önceden belirlenmiş olduğu için farîza olarak anılır.
Allah-u Teâlâ onu Âyet-i kerime’sinde bu isimle zikretmiş, payların taksiminden sonra:
“Allah tarafından bir farîza olarak...” buyurmuştur. (Nisâ: 11)
İnsan haklarını koruyup bir hudud içine alan, hısımlar arasında münâkaşa, haksızlığa sapma gibi ihtilâfları önleyen, içtimâî adaletin devam etmesine yardımcı olan İslâm miras hukukunun müstesnâ bir yeri vardır. İslâm hukukunun temel ilimlerinden birisi de Ferâiz’dir. Çünkü insanın ölümünden sonraki hali ile ilgili olduğu gibi, hayatta iken yaptığı diğer muâmeleleri ile de ilgilidir.
Âyet-i kerime’lerde ve Hadis-i şerif’lerde verâset ve intikal, kesin delillerle açıklanmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ilmi hem övmüş, hem de müslümanlara tavsiye etmiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ey Ebu Hüreyre! Ferâiz ilmini öğreniniz ve onu başka kimselere de öğretiniz. Çünkü o ilmin yarısıdır. O unutulan bir ilimdir ve ümmetimden çekip alınacak ilk ilimdir.” (Hâkim)
Ferâiz ilminin gayesi, hak sahiplerine haklarını ulaştırmaktır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Malı miras sahipleri arasında Allah’ın kitabına göre taksim ediniz. Miras paylarından artan, en yakın erkek mirasçısınındır.” (Müslim: 1615)
Ferâiz ilmi şu üç unsurdan meydana gelir:
• Vâris olanı ve olmayanı bilmek,
• Her vârisin hissesini bilmek,
• Bunları hesaplamayı bilmek.
1. Mûris. (Malı terkeden kimse)
2. Terike. (Ölenin terkettiği mal)
3. Vâris. (Mala hak kazanan kimse)
Bu rükünlerden biri bulunmadığı zaman miras olmaz. Çünkü miras, bir kişinin diğer bir kişinin malını almayı hak etmesinden ibarettir.
Mirasta hak sabit olması için şu üç şeyin bulunması şarttır:
1. Miras bırakanların ölmüş olması.
2. Ölüm zamanında vârisin hayatta olması.
3. Mirasa mâni bir hâlin bulunmaması veya ne sebeple vâris olunduğunun bilinmesi.
Eşlerden biri ölse, ister zifâf vuku bulsun ister bulmasın, bir diğerine mirasçı olur. Çünkü karı-kocanın birbirine mirasçı olacağını ifâde eden Nisâ sûre-i şerif’inin 12. Âyet-i kerime’si umumidir.
Eşlerden başka, belirli hisse sahiplerinin mirasçı olmaları hep kan akrabalığı sebebiyledir.
Neseb sebebiyle mirasa şu akrabalar girer:
a. Kız olsun erkek olsun, çocuklar ve onların çocukları.
b. Babalar, dedeler ve anneler.
c. Kız ve erkek kardeşler.
d. Amcalar ve onların erkek evlâtları.
3. Bir de azad etmekten dolayı hükmî bir akrabalık vardır. Buna velâ denir, neseb bağı gibi bir bağdır.
Yakın bir vârisi bulunmayan azadlı köle ölürse; azad eden, kölenin mirasından alma hakkını kazanır. Fakat azad edilen, azad edene vâris olamaz.
Bu köle hükmü günümüzde fiilen kalkmıştır.
Bazı haller, mirasçı olması gereken kimselerin vâris olmalarını önler.
1. Yakın bir akrabasını öldüren kimse, öldürdüğü kimsenin yegâne vârisi de olsa, onun malından hak alamaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Katile mirastan hiçbir pay yoktur.” buyurmuşlardır. (Tirmizî- İbn-i Mâce)
2. Din ayrılığı her iki taraf için mirasçı olmaya engeldir.
Üsâme bin Zeyd -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Bir Müslüman bir kâfire, bir kâfir de bir müslümana mirasçı olamaz.” (Müslim: 1614)
Ne akrabalık ne de evlilik sebebiyle kâfir müslümana, müslüman da kâfire vâris olamaz.
Bu hüküm, müslümanla kâfir arasında dayanışma ve yardımlaşmanın önünü almak için konulmuştur. Çünkü müslümanla kâfirin birlik ve beraberliği, dinini ifsad eder.
Nikâh ile ilgili olarak Allah-u Teâlâ’nın:
“Onlar cehenneme çağırırlar.” (Bakara: 221)
Âyet-i kerime’si de bu mânâyı ifade eder.
Bir müslüman öldüğünde, geriye müslüman olmayan bir kız kardeşi ile bunun müslüman olan oğlunu bıraksa, kız kardeşinin oğlu mirasçı olur.
3. Mirasçılığa engel olan hallerden biri de dâr yani ülke ayrılığıdır.
Dâr farkı sadece kâfirler arasında mirasa engel bir haldir. Bu engel müslümanlara mahsus değildir.
Dâr-ı İslâm veya müslüman ülkeler, müslümanlara nispetle tek bir vatan olarak itibar olunur. Hangi beldede olursa olsun bir müslüman, yine hangi beldede olursa olsun diğer bir müslümana vâris olur. Çünkü İslâm beldeleri tek bir vatandır. Bir müslüman dâr-ı harpte ölse, dâr-ı İslâm’daki yakınları ona vâris olur.
Allah-u Teâlâ miras taksimi hususunda her vârisin ne kadar pay alacağını verâset ahkâmına âit Âyet-i kerime’lerinde açık ve kesin olarak bizzat beyan buyurmuş, insanların reyine ve arzusuna bırakmamıştır. Çünkü vârislerin arasındaki farkların hikmetini, hangi akrabanın kendisine fayda bakımından yakın olduğunu, hangi taksimin kendisine daha çok menfaat getireceğini insan aklı idrak edemez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz.
Bu paylar Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır.” (Nisâ: 11)
Farz kılan, taksim eden, kanun koyan O’dur. Kula düşen, içinde hiçbir burukluk duymadan bu hükümlere râzı olmaktır.
“Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
İlmi her şeyi kuşatıcı, hikmeti de sonsuzdur. Takdir ettiği ve meşru kıldığı şeylerde hikmet vardır.
Binaenaleyh bir müslümanın her işinde olduğu gibi bu hususta da Allah-u Teâlâ’nın emrini iltizam etmesi, kendi düşüncesine göre hareket etmemesi gerekmektedir.
Meselâ bir babanın, çocuklarından bazılarını mirastan mahrum bırakması veya vasiyet yoluyla daha fazlasını vermesi suretiyle adalet yapmaması câiz olmadığı gibi; kızlarını, sevmediği bir hanımından olan çocuklarını veya miras düşen diğer yakınlarını mirastan men etmesi haramdır ve büyük vebaldir. Zira Allah-u Teâlâ her hakkı sahibine vermiş, çizdiği bu sınırı aşmamalarını kullarına emretmiştir. Ölüm hak, miras helâldir.
Enes -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Bilesiniz ki, vârise vasiyet yoktur.” (Ebu Dâvud)
Mahrum etmek istediği kimse belki de sonunda kendisi için daha faydalı olacaktır.
İslâmiyet vârise vasiyeti menettiği gibi, ana veya babanın sağlığında hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermelerini de men etmiştir.
Numan bin Beşir -radiyallahu anh- der ki:
“Babam malının bir kısmını bana tasadduk etmişti. Bunun üzerine annem Amra binti Revâha ‘Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- i şahid göstermedikçe ben râzı olmam.’ dedi. Babam da sadakama şahid yapmak için beni Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e götürdü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Ona ‘Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?’ diye sordu. Babam ‘Hayır!’ diye cevap verince buyurdu ki:
‘Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adalet gösterin.’
Bunun üzerine babam döndü ve o sadakayı geri aldı.” (Müslim: 1623)
Çocukları, ana-babalarına isyan ettirecek şeylerden kaçınmak gerekmektedir.
İnsan hayır-hasenâtını sağlığında yapmalı, borçlarını ödemeli, ödemediği borçlarını açık bir şekilde yazmalıdır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde miras ahkâmının beyanına ilk defa çocukların mirastaki haklarını zikretmekle başlamış:
“Çocuklarınızın mirastaki durumu hakkında Allah size şöyle emrediyor:
Erkek için kızın iki hissesi vardır.” buyurmuştur. (Nisâ: 11)
Hiç şüphe yok ki evlât denildiği zaman, ister erkek olsun ister dişi olsun, ister küçük olsun ister büyük olsun, bir ana babanın çocukları anlaşılır. Erkek çocuklar babaları varken vâris olmasalar bile, babaları yok iken “Asab-ı Ferâiz” veya “Asabe” olarak onların yerlerine geçerler. Zira neseb ancak erkek evlât ile vücud bulur.
Allah-u Teâlâ erkeğin mirastaki hissesini, dişinin hissesinin iki katı olarak beyan buyurmuştur. Dikkat edilecek olursa bu ilâhi beyan “Kadının hissesi, erkeğin hissesinin yarısı kadardır.” denilerek ifade edilmemiş, fakat “Erkeğin hissesi, kadının hissesinin iki katıdır.” denilmiştir. Bu ifade erkeğin mirasının, kadının mirasına göre tayin tesbit olunduğuna delâlet eder.
Miras taksiminde ilk önemli prensip, erkeğin hakkının kadınınkinden iki kat olmasıdır. İlk bakışta haksızlık gibi görünen bu husus, İslâm’ın ruhuna göre adalettir. Her şeyden önce bu hükümler Allah-u Teâlâ’ya âittir, O ise kullarına hiçbir zaman zulmetmez, adaletsizlik yapması hiçbir zaman düşünülemez.
Miras taksimini bizzat üzerine almış, hikmetine göre payları takdir etmiş, en faydalı bir şekilde taksim etmiştir. Bu tamamen akla uygun ve adil bir paylaştırmadır. Eğer iş insanlara bırakılsaydı, kendileri için hangisinin daha faydalı olduğunu bilemezler, hikmetsiz ve yersiz bir şekilde mal taksim ederlerdi.
Âile hayatında harcama sorumluluğu erkeğe yüklenmiştir. Erkek hem kendisi hem de eşi olmak üzere en az iki kişiyi besleyecektir. Bundan dolayı erkeğin masrafı çok, kadınınki ondan az olacaktır. Bu bakımdan masrafın gelir ile orantılı olması gerekir. Kadın ise evlenmeden önce eğer malı varsa, nafakası kendisine aittir ve bir tek nafakaya muhtaçtır, evlendikten sonra ise nafakası kocasına âittir.
Diğer taraftan büyük olsun küçük olsun erkek kardeşe; kız kardeşin veya kız kardeşlerin korunması, namusu, barındırılması, iâşesinin temini gibi bazı sorumluluklar yüklemektedir. Bu görevinin yerine getirilmesi için erkeğin güçlü olması gerekir.
Mirastaki bu fazlalık, kadınların faydası ve ihtiyaçlarına eşit olarak nafakalardaki yükümlülük farkının denkleştiricisi olmak üzere, böyle ince bir tatbikatı ihtiva etmektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’ın bir ikram olarak bir kısmınızı diğerine üstün kıldığı şeyleri istekle arzu etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. İsteklerinizi Allah’ın fazlından ve kereminden isteyin. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (Nisâ: 32)
Allah-u Teâlâ herkes kendi hakkına râzı olsun diye “kazandığı” deyimini kullanmış ve herkese belirli bir payı hak olarak vermiştir. O, her insanın neyi hak ettiğini çok iyi bilir.
“Herkes için ana, baba ve akrabaların bıraktığı mallara mirasçılar yaptık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin. Şüphesiz ki Allah her şeye şâhittir.” (Nisâ: 33)
Allah-u Teâlâ vermese, hiç kimsenin mirasa konması mümkün değildir.
Birbirine vâris olmanın yalnız akrabalıkla olması ile ilgili olarak Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Akraba olanlar, Allah’ın kitabında (miras hususunda) birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız hariçtir. Bunlar Kitap’ta yazılıdır.” (Ahzâb: 6)
Bu öyle bir hükümdür ki, Kur’an-ı kerim’de yazı ile tesbit edildiği için, insanlar tarafından yok edilmesi mümkün değildir.
Din kardeşliği ve hicret yolu ile veraset iptâl edilmiştir. Verâset yalnızca akrabalıktadır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Akraba olanlar ise, Allah’ın kitabına göre birbirlerine (vâris olmaya) daha yakındırlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (Enfâl: 75)
•
Nisâ sûre-i şerif’inin 11. Âyet-i kerime’si ölüden itibaren yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru fürû ve usûl denilen, iki tarafı bulunan soy direğini belirtmekte, çocukların ve anne-babanın bu direğin ölüye vasıtasız bağlı olan başlangıçları olduğuna işaret etmektedir.
Âyet-i kerime’nin iniş hikmetinin en önemli yönü; kadınların ve çocukların mirasa hakkıyla katılması, evlenenin ister koca ve ister hanım için miras sebepleri içine konması, mirasçılığın kesin bir şekilde belirlenmesidir.
Mirasta hem kadınların hem de erkeklerin hakları vardır. Miras az olsun çok olsun, hatta çok cüz’i bir şey bile olsa, bütün vârisler arasında paylaşılmalıdır. Miras ancak ölen kişinin ardında mal bırakması halinde bir hak olur ve yakın akrabalar hayatta ise, uzak akrabaların mirasta hakları yoktur.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde vefat eden kimselerin terikelerinde hem erkek hem de kadın vârislerin payları olduğunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Ana, baba ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana, baba ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Az da olsa çok da olsa böyledir. Bu hisseler farzdır.” (Nisâ: 7)
Bu ilâhî hükme göre, az olsun çok olsun miras bütün vârisler arasında paylaşılmalıdır. Bu hisseler Allah-u Teâlâ tarafından tesbit edilmiştir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Miras taksiminde (mirasta hissesi olmayan) akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa, onları da bundan rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin.” (Nisâ: 8)
Bu Âyet-i kerime, miras taksimi sırasında hazır bulunup da vereseden olmayan bazı akrabalara, yetimlere ve yoksullara da bir şeyler verilmesini emretmiş olmakla birlikte, onları asıl vârislere ortak kılmaz. Vârisler onlara bir şeyler vermeli ve güzel sözler söylemeli, gönüllerini almalıdır.
“Arkalarında küçük ve âciz çocuklar bırakıp da, onlara bir kötülük gelmesinden korkanlar (başkaları için de öylece) korksunlar. (Nisâ: 9)
Burada öyle ince bir mânâ var ki, kendilerinin ölümü yaklaşıp geriye güçsüz evlâtlar bıraktıkları zaman onları koruyup gözetecek kimse olmayacağı için telef olmalarından korkan kimseler, başkalarının çocukları için de aynı şekilde korkmalıdırlar.
•
Ölenin geride bıraktığı mallara terike, bunlarda hakkı olanlara da vâris denir. Terike, sırasıyla şu haklarla ilgilidir:
1. Kalan maldan, evvelâ ölenin cenaze masrafları çıkarılır.
2. Varsa borçları ödenir. Eğer malı borçlara boğulmuş olursa, vârisler bir şey alamazlar.
3. Geri kalanın üçte birinden, varsa vasiyeti yerine getirilir.
4. Sonra geri kalan mirâs, vârisler arasında paylaştırılır.
Bu ilim Nisâ sûre-i şerif’inin 11. 12. ve 176. Âyet-i kerime’lerindeki ilâhi hükümlere dayanır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Çocuklarınızın mirastaki durumu hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki kadın payı kadar pay vardır. Eğer çocukların hepsi kadın olup ikiden çok iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır, şayet tek ise yarısı onundur.
Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birine terikeden altıda bir, eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. (Kalan da babasının hakkıdır.)
Eğer ölenin kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınındır.
Bu hükümler, ölenin borcu ödenip, yaptığı vasiyetler yerine getirildikten sonradır.
Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki, Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
“Eğer eşlerinizin çocukları yoksa geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar yaptığı vasiyeti ve borcu ödedikten sonradır.
Sizin de çocuğunuz yoksa; yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra bıraktığınızın dörtte biri eşlerinizindir. Çocuğunuz varsa, sekizde biri onlarındır.
Eğer kendisine vâris olunan erkek veya kadın, çocuğu ve ana babası olmayan bir kimse olur ve onun bir erkek veya bir kız kardeşi bulunursa, bu kardeşlerin her birine altıda bir düşer. Eğer ikiden fazla iseler, zarara uğratılmaksızın üçte birine ortak olurlar. Bunlar, yaptığı vasiyeti ve borcu ödedikten sonradır.
Bütün bu hükümler Allah’tan bir vasiyet ve emirdir. Allah alîmdir, halîmdir.” (Nisâ: 12)
“Habib’im! Senden fetvâ isterler. De ki: Allah, size babası ve çocuğu olmayan kişinin mirası hakkındaki hükmünü şöyle açıklar:
Şayet çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşine kalır.
Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek kardeşi bulunursa, erkek kardeş mirasının tamamını alır.
Eğer ölenin iki ve daha çok kız kardeşi varsa, o zaman mirasın üçte ikisi bunlarındır.
Şayet ölenin kardeşleri erkek ve kadın iseler, erkeğe iki kadının hissesi kadar pay verilir.
Doğru yoldan saparsınız diye Allah size dininizin hükümlerini açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nisâ: 176)
Ana veya baba ölünce, evlâtların ve diğer vârislerin de Cenâb-ı Hakk’ın emrine, ilâhî ahkâma göre hareket etmeleri, itidal ve rızâ göstermeleri icab eder.
Nakit paranın bölüşülmesi kolaydır. Gayr-i menkullerin taksimi ise ancak karşılıklı anlayışla, gönül rızâsı ile olur. Meselâ iki ev iki oğul arasında pay edilecek olsa, evler mevki ve değer bakımından aynı olmayabilir. Bu meyanda kişi sadece kendisini düşünmemeli; eline geçenleri, ömrü sona erdiğinde kendisinin de elden çıkaracağını unutmamalıdır. Mülk Hazret-i Allah’ındır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse kendisi için arzu ettiği ecir ve sevabı, din kardeşi için de arzu etmedikçe imanın kemâline ulaşamaz.” (Buhârî)
Allah’tan korkan Allah’a dayanır, hayat boyunca her işini O’nun emrine göre yapar. O Hazret-i Allah’ın kuludur, göçtüğü zaman da Hazret-i Allah’a göçer.
Hazret-i Allah’tan korkmayan, nefsinin arzusuna göre işlerini yürüten kimse ise Allah ehli değildir, Hazret-i Allah’a göçmek için ona yol yoktur.
Allah-u Teâlâ Mâide Sûre-i şerif’inin 44. 45. ve 47. Âyet-i kerime’lerinde Allah’ın hükümleriyle hüküm vermeyenlerin kâfirler, zâlim ve fâsıklar olduğunu beyan buyurmaktadır.
Bunları arzu ile yapmak, küfür basamağına adım atmaktır. Allah-u Teâlâ’nın indirdiği hüküm ve kaideleri kalben tanımamak veya küçümsemekle imandan çıkılmış olur.
Bir kimseye dinden çıkması için pek çok para teklif edilse çıkmaz da, bilmediğinden ötürü, ilâhî hükümlere rızâ göstermemekle küfre girdiğinin farkında olmaz.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte bunlar Allah’ın (vârisler hakkında koyduğu) hükümler ve çizdiği sınırlardır.” (Nisâ: 13)
Şer’î hükümler, mükellefler için tayin edilmiş sınırlar gibidir. Burada bu hükümlerden “Allah’ın sınırları” diye söz edilmesi, aşılmamaları ve geçilmemeleri için bir emirdir:
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Onlar orada ebedî kalırlar.
En büyük kurtuluş ve saâdet işte budur.” (Nisâ: 13)
Çizdiği sınırlara riâyet etmek, herhangi bir hile veya yolla fazlalık ve eksiklikte bulunmamak, cenneti ve en büyük kurtuluşu gerektirdiği gibi; Allah ve Resul’üne isyan da cehennemi, hor ve hakir edici azabı gerektirmektedir.
“Kim de Allah’a ve Peygamber’ine isyan eder, O’nun koyduğu sınırları çiğneyip aşarsa, onu da içinde ebedî kalacağı ateşe koyar.
Onun için hor ve hakir edici bir azap vardır.” (Nisâ: 14)
Bu gibi kimseler Allah-u Teâlâ’nın hudutlarını küçümseyerek, hükümlerini inkâr ederek, Allah katındaki değerlerini kaybetmiş ve değersizleşmişlerdir.
Kişinin geride bıraktığı şey mânâsına gelen terike, dini bir terim olarak; ölenin hayatında iken sahip olduğu mallar ve mâlî haklar demektir. Emanetler gibi, sahip olmadığı şeyler terikeye dahil edilmez.
Vâris olunan mal, aynî mallardır. Haklar ise; satıcının müşteri parayı getirmedikçe malı vermeme hakkı, borçlu borcunu ödeyinceye kadar rehini vermeme hakkı gibi haklardır.
Terikenin mirasçılar arasında bölüşülmesinden önce, yapılması gereken zaruri harcamalar yapılır.
Terike üzerinde sırasıyla şu haklar vardır:
1. Ölenin techiz ve tekfini:
Ölen kişinin öldüğü andan itibaren kabrine konulana kadar gereken yıkama, kefen, taşıma, kabir kazdırma ve defin masraflarının tamamı önce terikeden çıkarılır. Ancak bu harcamalarda israf yapılmadığı gibi, kısıntı da yapılmamalıdır. Hususiyetle günümüzde şehir hayatının getirdiği bid’at ve gösterişlerden sayılan defin merasimleri büyük masraflar gerektirmektedir. Binaenaleyh zaruri harcamalar yapılmalı, terikeden harcama yapılması câiz olmayan israflardan kaçınmalıdır.
Ölenin terikesi yoksa kefeni, sağlığında nafakasını sağlamakla yükümlü olan kişi üzerine vâciptir.
2. Borçlarının ödenmesi:
Cenaze gömüldükten sonra ölenin resmi ve resmi olmayan, belgeli ve belgesiz borçları araştırılır, tamamı mirastan ödenir.
Ölünün bıraktığı terike ancak borçlarını ödüyorsa veya borçlarını ödemeye yetmiyorsa, vârisler bir şey alamazlar. Terike tamamen borçlara verilir.
Dört çeşit borç vardır:
a. Rehin olarak verilen mal ile ilgili borç gibi, aynî eşyaya taallük eden borçlar.
Ölenin bundan başka malı yoksa, bu borcun ödenmesi techiz ve tekfinden önceye alınır.
b. Allah-u Teâlâ’ya olan borçlar.
Bunlar zekât, kefâret, oruç fidyesi ve nezir gibi ibadetlere mahsus borçlardır. Ahirette hesaba çekildiğinde öleni mesul tutacak borçların, mirasçılar tarafından ödenmesi gerekir. Ölenin zimmetini borçtan kurtarmış olurlar. Terikesinden kendi adına ödenmesini vasiyet etmişse, malının yalnız üçte birinden onun adına vekâleten mirasçıları öderler.
c. Kul borçları.
Ödünç aldığı para, mehir borcu, ücret ve buna benzer bir şey karşılığı olarak zimmette vâcip olan her şey, sağlığında iltizam ettiği borçlar olarak kabul edilir.
Kul hakları ilâhî haklardan önce gelir.
d. İnsanlar tarafından bilinmeyip, ikrar yolu ile sabit olan, ölenin daha önceden lüzumlu gördüğü hastalık borçları ise; sağlıklı iken ikrar edip bizzat söylediği borçlardan sonra gelir. Onun için, terikenin üçte birinden hükmü yerine getirilen vasiyetler hükmündedir.
3. Vasiyetlerin yerine getirilmesi:
Ölenin techiz, tekfin ve defin masrafları yapıldıktan ve borçları da ödendikten sonra; ölenin vasiyeti varsa, kalan malın üçte birinden vasiyet yerine getirilir.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bütün bu hükümler, yaptığı vasiyeti ve borcu ödendikten sonradır.” buyuruyor. (Nisâ: 12)
Üçte birden fazla olan vasiyetler, vârisler izin vermedikçe yerine getirilmez, ancak izin verirlerse geçerli olur. Bir kısmı izin verir, bir kısmı vermezse sadece izin verenlerin hissesi miktarınca yerine getirilir.
Vasiyetin üçte birden fazlası, vârislere zarar vermektedir.
Sa’d bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Vedâ haccı senesinde, bende şiddet peyda eden bir ağrı sebebiyle yatmakta olduğum hastalık için bana geçmiş olsun ziyaretine geldi.
Bu vesile ile:
“Yâ Resulellah! Gördüğünüz gibi ağrım çok şiddetlendi. Ben mal mülk sahibi bir kimseyim. Bir tek kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini tasadduk edeyim mi?” diye sordum.
Resulullah Aleyhisselâm “Hayır, olmaz!” buyurdu.
“O halde yarısını tasadduk edeyim mi?” dedim.
Buyurdu ki:
“Hayır, üçte birini! Üçte bir de çok ya!... Senin vârislerini zenginler olarak bırakman, halka el açar vaziyette bırakmandan daha hayırlıdır. Eğer sen bir yiyecek infak eder de, onunla Allah’ın rızâsını dilersen, onun sebebiyle mutlaka mükâfat görürsün. Hatta hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa.” (Müslim: 1628)
Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, mirasçıyı zengin etmeye çalışmak, onu fakir bırakmaktan efdaldir. Malı az olanların, üçte birini vasiyet etmeleri bile hoş karşılanmamaktadır.
Eğer vasiyet bir farz ile ilgili ise, borç bu vasiyetten önce ödenir. Çünkü borç vasiyetten daha kuvvetlidir.
Allah hakkı ile kul hakkı terikede bir araya gelse, terike her ikisini ödemeye kâfi gelmese; Allah-u Teâlâ müstağnî, kullar muhtaç olduğu için, kul hakkı önde gelir.
Ölen kişi Allah-u Teâlâ’ya âit haklardan bir borç vasiyet etmiş ise, kul borçları ödendikten sonra kalan malın üçte birinden Allah hakkının ödenmesi vaciptir. Vasiyet etmemişse vacip değildir.
•
Vasiyetin vârislere zararı dokunmayacak şekilde olması gerekmektedir. Zarar vermek kastıyla mal vasiyet etmek büyük günahlardandır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bir adam yetmiş yıl süreyle hayır ehlinin işlediği ameli işler sonra (ölümüne yakın) vasiyette bulunduğu zaman, vasiyetinde adaletten sapar zulüm eder, böylece amel defterini şer ile kapar ve bu yüzden cehenneme girer.
Başka bir adam da yetmiş yıl süreyle şer ehlinin işlediği ameli işler. Sonra (ölümü yaklaşınca) vasiyetinde âdil davranır ve amel defterini hayırla kapatır, bu sebeple de cennete girer.” (İbn-i Mâce: 2704)
Bu Hadis-i şerif’te ölümü halinde vârislerine mal kalmasın veya az mal kalsın diye malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmek, malının tamamını veya çoğunu bir mirasçısına hibe etmek gibi davranışlarda bulunan bir kimsenin cennetten mahrum edilmeye müstehak olduğu bildirilmektedir.
Bu ise vârislerin tamamına veya bir kısmına zarar vermek, aynı zamanda Allah-u Teâlâ’nın koymuş olduğu miras hükmünden kaçmak sayıldığından yasaklanmıştır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesinde şöyle buyurmuştur:
“Allah şüphesiz ki her hak sahibine (mirastan) hakkını vermiştir. Bilmiş olunuz ki hiçbir vârise vasiyet yoktur.” (İbn-i Mâce: 2714)
•
Allah-u Teâlâ ilâhî hükme göre ölenin terikesine vâris olanları adaletsizlikten korumak için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer geriye bir hayır (mal) bırakacak olursa, anaya, babaya ve yakın akrabaya usulüne uygun bir şekilde vasiyette bulunmak takvâ sahipleri üzerine bir hak olarak yazıldı.” (Bakara: 180)
İlâhî hükme göre vâris olan kişinin mirası, Kur’an-ı kerim tarafından verilenden fazla veya çok olamaz. Hiçbir vâris mirastan mahrum bırakılamaz veya payından fazlasını alamaz. Kişi terikesinin en az üçte ikisini mirastan payı olan vârislerine bırakmalıdır. Geriye kalan üçte biri, mirastan payı olmayan uzak akrabalara ayrılabilir.
“Kim de bunu işittikten (ve kabullendikten) sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenlerin boynunadır. Şüphesiz ki Allah işitendir, bilendir.” (Bakara: 181)
Bir kimse ölümünden önce vasiyette bulunursa, ölümünden sonra vârislerin vasiyet hükümlerine aynen uymaları şarttır. Hiç kimsenin bu vasiyette değişiklik yapmaya hakkı yoktur.
“Bununla birlikte her kim vasiyet edenin haksızlığa meyletmesinden veya günaha girmesinden korkar da (tarafların) arasını bulursa, ona bir günah yoktur. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (Bakara: 182)
Yanlış vasiyette bulunmak, vasiyetin miktarını aşmak veya vasiyet edilmemesi gerekeni vasiyet etmek şeklinde yapılan vasiyeti ilâhî ahkâma göre düzelten kimseler için bir günah yoktur. Böyle güzel bir maksatla vasiyeti düzelterek ilgililerin arasını düzelten kimsenin günahını Allah-u Teâlâ dilerse bağışlar.
Yukarıda sözü edilen haklar çıkarıldıktan sonra kalan terike, mertebelerine göre vârisler arasında bölüştürülür.
Verâset yolu ikidir: Ya “Farz ile” veya “Asabe olarak”.
Farz ile miras almak; Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniyye veya İcmâ ile miktarı tayin edilen bir hisseyi hak etmek demektir.
Mirasın bölüşülmesinde, önce “Ashab-ı ferâiz” adı verilen farz sahiplerinden başlanır. Önce onların payları dağıtılır.
Asabe olarak miras almak; farz sahiplerinden kalanı veya farz sahipleri olmadığı hallerde terikenin tamamını hak etmek demektir.
Kişi bazen sadece farzını alarak, bazen de asabe olarak vâris olur. Bazı kişiler de bazı hallerde farz ile, bazı hallerde asabe olarak vâris olup ikisini de bir arada cem edebilir. Meselâ: baba ve dededen her biri kendi farz hissesini alır, diğer farz sahipleri hisselerini aldıktan sonra geriye bir şey kalırsa onu da asabe olarak alır.
Ölenin techiz ve tekvini yapıldıktan, borçları ödendikten ve vasiyetleri yerine getirildikten sonra kalan terike, aşağıdaki sıraya ve ileride yeri geldikçe yapılacak açıklamalara göre vârisler arasında taksim edilir:
“Farz sahipleri” mânâsına gelen “Ashâb-ı ferâiz”, Kur’an-ı kerim’de veya Hadis-i şerif’lerde veya İcmâ ile hisseleri bildirilmiş olan mirasçılardır.
Daha açık anlatmak gerekirse “Ashâb-ı Ferâiz”; kendilerine nısıf (yarım), rubu’ (dörtte bir), sümün (sekizde bir)... gibi muayyen miktarlarda bir pay verilen kimselerdir.
Meselâ: Ölen bir erkeğin geride kalan karısı, ölenin çocuğu varsa sümün (sekizde bir); ölenin çocuğu yoksa rubu’ (dörtte bir) hisse alır.
“Ashâb-ı ferâiz” in hisseleri ancak “Red” ile artar ve “Avl” ile eksilir.
Bunlar “Ashâb-ı ferâiz” adı verilen farz sahiplerinden sonra geriye kalanı alan baba tarafından erkek akrabalarıdır. “Ashâb-ı ferâiz” bulunmazsa, tek başına mirasçı ise terikenin tamamını alır. Oğul, baba, öz veya baba bir kardeş, öz veya baba bir amca böyledir.
Meselâ: Ölenin “Ashâb-ı ferâiz” den yalnız bir hanımı ve “Asabe” den bir oğlu olsa, ölenin hanımı “Sümün” yani sekizde birini alır. Geri kalanın hepsini “Asabe” den oğlu alır. Ölenin mirasçı olarak sadece bir oğlu olup başka vârisi yoksa, mirasın tamamını “Asabe” den oğul alır.
Neseb yoluyla yani akrabalığa dayanan asabelik, sebep yönünden yani nikâha dayanan verâsetten daha kuvvetlidir. Çünkü neseb yönünden farz sahipleri “Red” yoluyla hisse alabildiği halde, sebep yönünden farz sahipleri olan karı-koca bu yolla hisse alamamaktadırlar.
Âzad edilmiş köle veya câriyenin ölümü sebebi ile, onu âzad eden efendinin mirasçı olmasıdır. Ölenin farz sahiplerinden hiç vârisi yoksa, efendi ona vâris olur ve terikenin tamamını alır.
Bunun da tatbikatta yeri kalmamıştır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bir âilenin âzadlı kölesi, o âilenin kendi câmiasındandır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2080)
Ölenin “Ashâb-ı ferâiz”den akrabaları bulunur, bir “Asabe”si de olmaz, geriye terikeden bir şey kalırsa, kalan hisse sadece neseb yoluyla olan farz sahiplerine “Red” olunur. Yani vârisler belli hisselerini aldıktan sonra arta kalan mirası hisseleri nisbetinde aralarında taksim ederler.
Daha açık anlatmak gerekirse; karı-koca dışındaki mirasçılardan baba-dede gibi mirasçılar kendi paylarını aldıktan sonra, başka mirasçı yoksa geri kalan mirası da alırlar. Çünkü bunların, farzlarını aldıktan sonra da akrabalıkları devam etmektedir. Sebep (nikâh) yönünden olan farz sahiplerine, yani karı-kocaya “Red” yolu ile arta kalan mirastan verilmez. Artık bunların farz olan hisselerini aldıktan sonra akrabalıkları kalmaz.
“Ashâb-ı ferâiz” ve “Asabe” olmayan ve fakat ölüye neseb yönünden bir akrabalığı olan kimselere “Zevil-erhâm” adı verilir.
Ölünün, adı geçen iki sınıftan hiç mirasçısı yoksa, miras ölüye neseb (kan bağı) yönünden akrabalarına yani “Zevil-erhâm” a düşer. Meselâ ölünün amcası, halası, kızının kızı, oğlunun kızı... gibi.
Nesebi bilinmeyen birinin bazı şartlarla birisini kendisine “Efendi” edinmesidir.
(Bu hüküm de günümüzde yaşanmadığı için teferruata gidilmeyecektir.)
Bir çocuğun nesebi belli değilken bir diğerinin kendi üzerine nesebi ikrar etmesi ile meydana gelen mirasçıdır.
Meselâ: Bir kimse nesebi belli olmayan birine “Bu benim kardeşimdir.” dedikten sonra ölse, nesebi belli olmayan kimse onun kardeşi hükmünde olur ve mirasçı olur.
Bu ise çok nadir görülen bir haldir.
Ölen kimsenin hiç mirasçısı olmayıp üçte birinden fazlasını veya malın tamamını bir kimseye vasiyet ettiyse, o kimse vasiyette bildirilen miktarın tamamını alır. Arta kalan olursa hazineye devrolur. Eğer terikenin tamamı vasiyet edildiyse o kimse tamamını alır, hazineye bir şey kalmaz.
Yukarıda sıraları zikredilen kimselerden hiçbir mirasçı yoksa, terikenin hepsi Beytülmâl’e yani hazineye kalır.
Fakat bu terike hazineye miras olarak değil de, sahibi bulunmayan kaybolmuş bir mal olarak konulur, amme menfaatine ve muhtaçlara harcanır. Bir vâris ortaya çıkarsa ve vâris olduğunu ispat ederse terikeyi hazineden geri alır.
•
Bu konuda daha fazla bilgi için Muhterem Müellif Ömer Öngüt Efendi’nin “Kalblerin Anahtarı” Külliyatı’nın “Allah-u Teâlâ’nın Hükmü, İslâm’ın Hukuku” isimli eserine bakabilirsiniz.