Türkiye’nin yaşadığı, ideolojik, sosyolojik, siyasi krizlerin en büyük sebebi Batı’ya, ABD’ye olan bağımlılığıdır. Türkiye bu bağımlılıktan kurtulma yolunda önemli bir fırsat yakalamışken tasmayı boynuna tekrar geçirmeye çalışıyor.
Halbuki Türkiye ABD’ye olan bağlılık ve bağımlılığının zararlarını fazlasıyla yaşamış ve bu zararları artık iyice müşahede etmeye başlamıştır. Özellikle son 10-15 yıldır yaşadığımız travmaların en büyük sebebi bu bağlılıktır.
Türkiye Batı ile, ABD ile ilişkilerini maalesef sağlıklı bir zemin üzerine bina edememiştir. ABD ise Türkiye’yi kendisine bağlamak için her türlü yöntemi sinsice uygulamış, Türkiye’nin damarlarına nüfuz etmiştir. Rahmetli Menderes’in birçok hayırlı icraatına rağmen yaptığı birkaç büyük hatadan birisi de ABD ve NATO ile ilişki kurarken bu art niyetli dost(!)lara karşı gerekli tedbirleri almamasıdır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan, NATO’ya girişimiz ile hızlanan süreç içinde Türkiye bütün kişiliğini kaybetti ve adeta ABD’nin müstemlekesi haline geldi. “Batıcılık” resmi ideoloji haline getirildi. Böylece önce kafalar ve gönüller işgal edildi. Nihayetinde imparatorluk bakiyesi, bağımsızlığını söke söke kazanmış koskoca bir millet siyaset üretemez, geleceğini planlayamaz, “Abi”(!)sinin elinden tutmadan şuradan şuraya hareket edemez bir hale geldi.
Bu bağımlılık sebebiyle; bir kabile devleti kadar itibar gören sıradan bir ülke haline geldik, dış politikada yıllar yılı bizi seven halklara ve ülkelere ihanet ettik, Orta Asya avucumuzdan kayıp gitti, terör belası her yanı sardı, ekonomi her şeyi silip süpüren bir faiz hortumuna teslim oldu.
Soğuk Savaş yıllarında Kıbrıs hariç (ki bu haklı müdahalemiz de haksız bir ambargo ile cezalandırılmıştır) genelde Batı özelde ABD ile hemen hemen hiçbir çıkar çatışmasına düşmeyen Türkiye Birinci Körfez savaşı, PKK terörü derken 90’lı yıllarda ABD ile birçok hayati konuda çıkar çatışmasına düşmüştür. Bu çıkar çatışmaları ABD’ye olan bağımlılığımız sebebiyle büyük zararlarla neticelenmiştir. Bizim meşru hiçbir çıkarımızı düşünmeyen ABD’den yediğimiz kazıklar o kadar çoğalmıştır ki, Türkiye derin bir uykudan uyanan dev misali “Ben kimim?” diye sormaya, kendisine dayatılan politikaları sorgulamaya başlamıştır.
Prangaları kırmak, esaretten kurtulmak kolay bir iş değil. Ancak en kötü anlarında bile esareti kabul etmemiş bir millet için başka bir seçenek de yok. Bu sebeple gerek ABD’ye gerekse diğer ülkelere olan bağımlılıktan kurtulmak için her türlü fırsat değerlendirilmelidir. Irak konusunda olsun, Kıbrıs konusunda olsun hala daha “Batı bizi kabul eder mi?”, “ABD kaşlarını çatar mı?” psikolojisi ile tavır belirlemeye çalışmak doğru değildir.
Bağımlılıktan kurtulmak için, çatışma dili kullanıp üzerimize şimşekleri çekmek zorunda değiliz. Akıllı bir siyasetle yeterli bir zamana yayılarak hasarsız bir ayrılık ve kurtuluş yaşayabiliriz. Mesela Avrupa zaten bizimle Rusya ile ilişkilerine benzer bir ikili ilişki arzulamaktadır. Böyle bir ilişkiye razı olmak karşılığında yapılacak pazarlıklarda mühim kazançlar temin edebiliriz. Üstelik Avrupa ile ilişkilerimiz de sağlıklı bir zemine oturur.
Bizi en çok zorlayacak olan ABD ve İsrail ile olan ilişkilerimizdir. Çünkü bu iki ülkenin Ortadoğu ve hatta Türkiye üzerinde planları vardır. Bu sebeple özellikle Irak mevzusunda doğru karar vermek zorundayız.
Doğru karar verilebilmesi için şu soruların doğru cevaplarını bilmek gerekir:
- ABD yakın ve orta vadede Ortadoğu’da, İslâm dünyasında ne yapmaya çalışmaktadır?
- ABD Türkiye’yi yanına çekmek için niçin bu kadar çaba sarfetmektedir?
- Türkiye’nin Irak’taki askerî, siyasî, ekonomik çıkarları nelerdir? Bu çıkarlarını müdafaa ederken göze alacağı bedelin miktarı nedir?
- Türkiye’nin vizyonu ve bir dış politika çizgisi var mıdır? Bu çizgi nasıl olmalıdır?
“Kısaca özetlemek gerekirse Amerika’nın Ortadoğu ülkeleri için öngördüğü düzen, “Düzensizlik”tir. İktidar kavgalarının, kabile savaşlarının, işgal ve zulümlerin hüküm sürdüğü ordusuz, göstermelik hükümetlerin idare ettiği ülkeler...” (Hakikat Dergisi, Mart 2003, sh: 31)
Bu düzensizliğin bir istisnası Kürt Devleti’dir.
ABD sadece Ortadoğu’da değil, bütün dünyada müslümanları gözetim altına almıştır. Irak’taki Amerikan askerlerinin de içinde bulunduğu ve doğrudan Pentagona bağlı olan komutanlığın görev alanı Doğu’dan Batı’ya uzanan İslâm ülkelerinin bizzat kendisidir. (ABD’nin bu coğrafyadaki askerî, siyasî ve hatta dinî hedefleri hakkında Hakikat Dergimizde geçtiğimiz aylarda ayrıntılı analizlerin yapıldığı birçok makale yayınlanmıştır.)
Bilindiği gibi baştan beri Amerika Türkiye’yi Ortadoğu işgali için kullanmayı düşünmekteydi. Trabzon limanına kadar yerleşmeyi düşünen ABD özellikle Irak’tan sonraki hedefleri için -İran gibi- Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor.
Amerika’nın Türk topraklarına yerleşme ve Türkiye’yi Ortadoğu işgalinde kalkan olarak kullanma planları birinci tezkerenin reddi ile suya düştü. Büyük öfkeye kapılan şahinler bu öfkelerini yutmak için ne kadar gayret etseler de içlerindeki kin zaman zaman sızıntı yaptı ve yapmaya devam ediyor. Fakat o kadar büyük bir plan çeviriyorlar ki, Türkiye’yi de bir şekilde kullanma ihtiyacı hissediyorlar. Nitekim ABD’li meşhur yahudi kuruluşu JINSA Bush yönetimine yaptığı çağrıda “Türkiye ile ilişkileri onarın. ABD, Suriye ve İran’a karşı Türkiye ile işbirliği içine girmeli.” dedi. Condoliza Rice sadece Suriye ve İran’dan değil 22 ülkeyi dönüştürmekten bahsediyor.
Aslında Türkiye planda olması gereken yerden epeyce uzaklaştı çok şükür. Ancak ABD hala şansını deniyor.
“ABD Irak’ta asayişi sağlayamadığı için Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor.” yargısı tam gerçeği yansıtmıyor. Eğer ABD askerleri ölmese idi asayiş kimsenin umurunda olmazdı. Diğer bir husus Irak’ta düzen istemeyen esas unsurun İsrail ve yahudiler olmasıdır. ABD’ye zarar verme pahasına bu konuda kararlı oldukları gözleniyor. Irak’ta BM binasına yapılan bombalı saldırıda aralarında -ismi Kofi Annan sonrası BM Genel Sekreteri adayları arasında geçen- BM Irak temsilcisi De Mello’nun da bulunduğu 20 kişinin ölmesi Karanlıklar Prensi lakaplı yahudi Richard Perle’ün 21 Mart 2003 tarihinde The Guardian’a yazdığı “Tanrıya çok şükür ki BM öldü” başlıklı makalesini hatırlattı: “Saddam Hüseyin'in terör rejimi sona ermek üzere. Kısa süre sonra çekip gitmiş olacak; ancak giderken beraberinde BM'yi de götürecek.” (Bkz. Hakikat Dergisi, Haziran 2003, sh: 39)
Kabul etmek gerekir ki, ABD Irak’ta kendisinden başka aktör istememektedir. Irak’ta söz sahibi olmak, Irak’ın geleceğinin çizileceği masada bulunmak gibi argümanların hiçbir geçerli temeli yoktur. ABD Türkiye’ye “Sen yanımda öl, gerisine karışma!” demektedir. Birinci tezkere kabul edilmiş olsaydı da durum farklı olmayacak hatta bizim açımızdan çok daha kötü olacaktı.
Gerek askerlerimizin kafasına çuval geçirilmesi gerek Türkmenlerin ABD askeri ateşi ile ölmesi göz önünde bulundurulduğunda görülecektir ki ABD Irak’ta kendisinden başka bir otorite, kendisinden bağımsız bir Irak politikası kesinlikle istememektedir. Irak’ta söz sahibi olmak istiyorsak ABD ile çatışmayı göze almamız gerekiyor.
Peki, Irak’ta bunu göze almamızı gerektirecek kadar büyük ekonomik, siyasi veya askerî çıkarımız var mıdır?
Irak halkına yardımcı olma düşüncesi hoş bir düşünce. Ancak ne ABD’ye ne de Irak halkına güvenilmeyeceğini bilmemiz gerekir. Hazret-i Hüseyin Efendimiz’i çağırıp sonra da ihanet eden bu coğrafyadan her türlü ihanet ve ikiyüzlülük beklenmelidir. Türkmenlerin haklarını ise öncelikle Türkmenlerin kendisi müdafa etmelidir. Biz kendilerine yardım edelim, silahlanmalarına yardımcı olalım. Ancak ortada Kıbrıs’takine benzer bir soykırım veya buna benzer vahim bir durum olmadığını da kabul edelim.
Türkiye’nin yaşadığı zorluklar ve karışıklıklar her yerde kendisini göstermektedir. Kimisi doğru fikirleri yanlış argümanlarla savunmakta, bazen de doğru fikirler yanlış kişiler tarafından müdafaa edilmektedir. Yıllarca bu milleti Osmanlı’dan soğutmak için uğraşanlar sırf dışarıya asker göndermeyi teşvik etmek, ya da Ruhban okulu açmak gibi konuları müdafaa edebilmek için Osmanlıcı kesilmekte; etnik veya mezhepsel inancı sebebiyle bu memlekete ve millete aidiyet hissi duymayanlar vatanperver cengaver pozisyonları takınmakta, ideolojiler, karakterler, bilimsel veriler hepsi karman çorman büyük bir düğüm haline gelmektedir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi emperyalist saldırılara karşı bir nebze koruma sağlarken aynı zamanda dışa açılmaya çalışırken ayaklarımıza pranga vurmakta; Müslüman kimliğimiz geniş bir coğrafyada etkinliğimizi artırırken, ülkemizde yaşadığımız kimlik krizi inandırıcılığımızı erezyona uğratmakta; halkın hayat tarzı ile devletin kabul ettiği hayat tarzı arasındaki fark ülkemize despot komünist rejimlerine bakıldığı gibi bakılmasına sebep olmaktadır. Beyaz Türklerin elindeki hariciyemiz dış ülkelerdeki vatandaşlarımıza sahip çıkmamakta, milli politikalarımızı utana sıkıla müdafaa eder görünmekte; Türkiye’nin imajı “Amerika ve İsrail’in bir numaralı müttefiki işte!”den öteye gidememektedir.
Koskoca Türkiye kişiliksiz, kimlik krizi yaşayan bir fert gibi, siyasette, bilimde hemen her sahada hedefsiz.
Hangi ülke, hangi halk bizim neyimize güvenecek.
Osmanlı’nın mirasını nereye kadar tüketeceğiz?