Amerika’nın Süleymaniye’de Türk askerlerine düşman muamelesi yapması birçoklarının gözünü açtı. Ancak gerek dünyayı gerekse bizi bekleyen tehlikeler konusunda yeterli bir uyarı olmasına rağmen bu uyarıdan gerekli ders tam olarak çıkartılabilmiş değil.
Bugüne kadar önümüzde büyük savaşlar ve büyük tehlikeler olduğunu elimizden geldiğince okuyucularımıza duyurmaya çalıştık. Bu ikazlarımızı sağlam bilgilere dayananak yaptığımız için bu kadar emin ve rahat konuşabiliyorduk.
Gaybı bilen Hazret-i Allah, bu bilgilerden peygamberlerini ve veli kullarını haberdar etmiştir. Mesela Hadis-i şerif’lerden öğrendiğimize göre bütün peygamberler ümmetini Deccal’in fitnesinden ve Yecüc Mecüc’den haberdar etmişlerdi. Nitekim Resulullah Aleyhisselâm kıyamet alametlerini ve özellikle ahir son zamandaki hadiseleri bir bir haber vermiştir. Bu Hadis-i şerif’lere dayanarak yakın zamanda olacakları haber veren Allah dostları da vardır.
Gerekli tedbirlerin alınabilmesi ve tehlikenin boyutunun kavranabilmesi için Hazret-i Allah’ın haberdar ettiği “Haberciler”den aldığımız bilgilerimizi sözü dolandırmadan sizinle paylaşmak istiyoruz:
- Amerika’nın Ortadoğu işgali İran, S. Arabistan ve hatta Mısır’ı da kapsayacak şekilde genişleyecek. İran’da büyük zulümler olacak.
- 3. Dünya Savaşı çıkacak ve bu savaşta kitle imha silahları da kullanılacak.
- Bu hengamede büyüklü küçüklü birçok savaşlar olacak ve bütün dünya karışacak.
- Bu arada Deccal çıkacak ve yahudilerin başına geçecek.
- Nihayetinde Çin bütün dünyayı istila edecek. Çinlilerin istilası bütün bu savaşlardan daha dehşetli olacak.
- Hazret-i Mehdi yaklaşık 30 sene sonra, Hazret-i İsa Aleyhisselâm ise yaklaşık 35 sene sonra zuhur edecek. Ve İsa Aleyhisselâm’ın zuhuru yılları ile bütün bu hadiseler yaşanmış bitmiş ve bu savaşlardaki insan kaybı milyarlarla ifade edilir olacak.
Hadis-i şerif’te: “Bir kimse bir adamın kabrinin yanından geçerken ‘Keşke onun yerinde yatan ben olsaydım.’ deyinceye kadar kıyamet kopmaz.” (Buhari) buyurulmasının hikmeti bu şiddetli ve dehşetli günler olsa gerek.
Gerek bu şiddet ve dehşet günlerinin yokluk zamanları için, gerekse büyük askeri tehlikelere karşı alınabilecek tedbirler var. Bunlar bireysel ve ülkesel bazlı olmak üzere iki farklı boyutta düşünülmelidir.
Bu tedbirler düşünülürken en temel ihtiyaç alanları tesbit edilmeli ve buna göre bir plan dahilinde hazırlıklar yürütülmelidir.
En temel ihtiyaç sahası ve birinci öncelikli tedbir sektörü gıda ve buna bağlı olarak tarımsal üretimdir.
İkinci sırada enerji (elektrik-petrol ürünleri) sektörü vardır.
Üçüncü sırada sağlık sektörü ve ilaç sanayiini sayabiliriz.
Ve bütün bu sektörlerle birebir bağlantılı olarak askeri saha ve savunma sanayii..
Tarımsal üretim gıda sektörünün temel kaynağı ve bir ülke için en stratejik üretim sektörü olmasına rağmen Türkiye’de maalesef yıllar yılı tarım sektörü üvey evlat muamelesi görmüştür. Bunda Türkiye’nin önünü tıkayan, sağlıklı düşünmesini engellemeye matuf hemen her sahadaki klişe lafların tarımsal versiyonlarının büyük katkısı olduğu gibi, yönetici elitin ülke gerçeklerinden kopuk olmasının da etkisi olmuştur.
Tarım sektörüne üvey evlat muamelesi yapılmasına sebep olan klişelerin başında “Tarım sektöründeki çalışan sayısının azlığı gelişmişlik düzeyinin en büyük göstergesidir.” şeklindeki varsayım gelmektedir. Bu klişede bir miktar doğruluk payı olsa da gerçekleri tam yansıtmadığını söylememiz gerekmektedir.
Her şeyden önce Türkiye’nin tarımsal yapısı ile Avrupa’yı hele hele Amerika’yı kıyaslamak kesinlikle çok büyük bir yanlıştır. Avrupa’lı istilacılar yeni dünyayı ve hatta Afrika’yı sömürgeleştirirken yer yer kilometrelerce alana yayılmış çiftlikler kurdular. Dolayısı ile Amerika’lı bir çiftçi ile Türkiye çiftçisinin kıyaslanması bakkal ile otomobile kadar herşeyi satan dönümlerce arazi üzerine kurulu hipermarketin kıyaslanması gibi bir şeydir.
Bu farklılıktan dolayı üzülmeye hele hele utanmaya hiç gerek yoktur. Çünkü bu farklılık sıkıntı ve savaş günleri için büyük bir avantajdır. Zira kırsal kesime yayılmış bir nüfus kitle imha silahlarının kullanıldığı bir savaşta büyük bir avantaj olduğu gibi, dünyanın ekonomik çarkının durduğu, ticaret yollarının kapandığı günler için de böyledir. Nitekim geçtiğimiz ekonomik krizlerde Türkiye’nin Arjantin benzeri sosyal yıkımlar yaşamamasının bir sebebi aile yapımız olduğu kadar diğer bir sebebi büyük şehirde yaşayan insanlarımızın bir şekilde kırsal kesimle bağlantılı olmasıdır.
Küresel tarım tekellerinin IMF marifetiyle dikte ettiği tarım politikaları irdelendiğinde görülecektir ki, bu politikalar sonuç itibariyle çiftçiliği köreltmekte, sömürgeci, çok büyük arazilerde büyük sermaye ve devlet desteği altında üretim yapan yabancı tarım sektörü ile hiçbir rekabet imkanı bulunmayan yerli üreticilerin hayat hakkını elinden almaktadır.
Yapılması gereken -hiçbir komplekse kapılmadan- yerli üreticilerimizin önünü açmak, -tarım sektöründeki istihdamın çoğalmasından endişe etmeden- tarıma gerekli desteği vermektir. Türkiye’nin küçük üreticileri kendi imkanları ile araştırma geliştirme yapamamakta, ve hatta sulama imkanlarını rehabilete edememektedir. Bu sahalardaki devlet desteğinin yanında tarımsal girdilerin ucuzlatılmasından ürün alım garantilerine kadar her türlü destek tarımsal sektörden esirgenmemelidir.
Türkiye’deki tarım sektörü de çok büyük farklılıklar arzetmektedir. Ege, Çukurova, Antalya gibi yılda bir defadan fazla ürün almaya elverişli bölgelerimizdeki çiftçilerimizin imkanlarıyla karasal iklimin hakim olduğu yerlerdeki çiftçilerimizin imkanları farklı olduğu gibi büyük arazilerde üretim yapılan yörelerimiz olduğu gibi çok küçük arazilerde üretim yapmak zorunda olan yörelerimiz de vardır. Bütün bu farklılıklar tarımsal politikaların tayininde göz önünde bulundurulmalıdır.
Gerek tarımsal sulama ve gerekse içme suyu konusunda yakın zamanda beklenen kurak yıllar için şimdiden tedbirler alınmalı, İsrail’in çöl ortamı için geliştirdiği tekniklerden (damla sulama gibi) faydalanılmalıdır.
Hayvancılık sektörü de tarıma bağlı olarak aynı sorunları yaşamakta, kaçak et ithali ek bir sorun olarak bu sektörümüzü yok olma noktasına getirmektedir.
İkinci dünya savaşının gıda tedarikçisi, 1980’lere kadar kendi kendine yeten dünyanın yedi ülkesinden birisi olan Türkiye gıda ithalatına milyarlarca dolar para harcar duruma gelmiştir.
Biran evvel gerekli tedbirler alınmalı, tarım ve hayvancılık tekrar canlandırılmalı, ayrıca zaruri gıdalar için stoklama yöntemleri geliştirilmelidir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“İsa -aleyhisselam- ve ashâbı Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhasaranın şiddetinden o gün bir öküz başı, onlardan her biri için bugünkü paranızla yüz dinardan daha hayırlı olacak.” (Müslim)
Enerji konusunda aklı başında hiçbir ülkenin düşmediği hatalara ve ihanetlere uğrayan Türkiye bu sahada neredeyse tamamen dışarıya bağımlı hale gelmiştir. Bu sebeple Türkiye şu günlerde ucuz ve yerli enerji teminine odaklanmış bulunmaktadır. Ancak bu çalışmalar ihtiyaçlarımızı tek boyutlu ele aldığı için eksiktir. Harp zamanları düşünülerek gerekli tedbirler alınmamaktadır. Zira bütünüyle entegre bir elektrik sistemi güdümlü füzelerin kullanıldığı günümüz savaşlarında bir dezavantajdır.
Sanayi kuruluşlarımıza kendi imkanları ile elektrik üretme imkanı verilmeli, hatta yöresel ve bireysel elektrik üretim projeleri teşvik edilmelidir. Her akarsudan, rüzgar enerjisinden elden geldiği kadar faydalanma yolları aranmalı, ülke şebekesinden bağımsız türbinler kurulmasına imkân sağlanmalıdır.
Bunun yanında 30-40 yıllık bu tehlikeli süreç içerisinde petrol yakıtlı araçlardan vazgeçmek mümkün olmayacağı için petrol ve doğalgaz stokları artırılmalı, hatta yine bireysel stok projeleri teşvik edilmelidir. (Mesela her benzin istasyonuna seferberlik durumunda sadece askeri ve çalışması zaruri araçların ihtiyaçları için kullanılmak üzere yedek depolar yapılması zorunlu hale getirilebilir.)
Türkiye ilaç sanayiinde ve sağlık sektöründe gelişmiş bir altyapıya sahip olmakla birlikte her alanda olduğu gibi bu alanda da şuursuz bir şekilde günü kurtarmaya çalışmaktadır.
İlaç sektöründe patent müessesesinden milyarlarca dolar kazanan batılı ilaç tekelleri kendi ilaçlarımızı bağımsızca üretmemizi engellemek için her türlü entrikayı çevirmektedir. Bu durum gerek ilaç sanayiimizi gerekse sosyal sigorta sistemimizi olumsuz yönde etkileyen çok büyük zararlara sebep olmaktadır.
Sağlık konusunda halk yeterince bilgilendirilmemektedir. Gıda katkı maddeleri kontrolsüzce kullanılmakta, hiçbir yan etkisi olmayan katkı maddelerinin bile gereğinden fazla kullanıldığında toksin etki yapabileceği göz önünde bulundurulmamaktadır. Gelişmiş ülkeler koruyucu hekimlik sektörüne büyük önem verirken, bu ülkelerde sigara kullanımı hızla düşerken ülkemizde tam tersi yaşanmaktadır. Birçok insan çok genç yaşta kanser olmakta, Avrupa’daki en genç yaşta kalp krizi geçirme oranı ülkemizde yaşanmaktadır.
Bitkisel ve doğal kaynak bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden olmamıza rağmen bu kaynaklarımız sağlık sektöründe gereği gibi kullanılmamaktadır.
Alternatif yöntemler bularak hastalıkların tedavisinde başarıyla uygulayan insanlarımızı aforoz eden mevcut sistem -her bilimsel sahada olduğu gibi- tıp ve sağlık sektöründe de değiştirilmelidir.
Yine sağlık sektörü için kritik önemdeki ilaçların stokları bulundurulmalı, ilaç sektörünün kaynağı durumundaki doğal bitki örtümüz değerlendirilmeli, gerekli olanların ziraatı teşvik edilmelidir.
Gıda, enerji ve sağlık tedbirleri her birey gibi bir ordunun da en temel ihtiyaçlarıdır. Bu sahalarda alınacak tedbirler aynı zamanda silahlı kuvvetlerimizin de işine yarayacaktır.
Bununla beraber her sektörde olduğu gibi ordu bünyesinde de adem-i merkeziyetçi bir anlayışla hareket edilmelidir.
Silah sanayiimiz bir an evvel bağımsızlaştırılmalı, özellikle stratejik mühimmatı kendimiz üretebilir duruma gelmeliyiz.
Fabrikalar ve askeri karargahlar güdümlü füzelerin ulaşamayacağı arazi yapısına sahip bölgelere taşınmalıdır. Özellikle dört tarafı yükseltilerle çevrili çukur bölgeler tesbit edilerek bu işler için hazırlanmalıdır.
Anadolu bir kale gibi düşünülmeli, doğuda, kuzeyde Kuzey Anadolu dağlarında, batıda Anadolu platosunun yükseldiği yerlerde ve özellikle güneyde Toroslarda gerekli savunma tedbirleri artırılmalıdır.
Süvari alayları yeniden canlandırılmalıdır.
Bireysel silahlanmanın önündeki engeller kontrollü bir şekilde azaltılmalıdır.
Savaşa giren bir ülkenin parası paçavra hükmüne döneceği için elden geldiği kadar altın rezervine dönüş sağlanmalıdır. (Son ana kadar dünyanın yükselen yıldızı Çin olacağı hesaba katılarak ekonomik ve parasal stratejiler bu gerçek üzerine bina edilmeye çalışılabilir.)
Her birey yukarıda sıralanan tedbirleri kendi çapında uygulayabilir. Temel gıdalarını (şeker, yağ, un, makarna gibi), yakıt ve aydınlanma ihtiyaçlarını (gaz ve gaz lambası gibi) bir miktar depolayabilir. Hepsinden önemlisi bir miktar birikimini zor günler için -altın olarak- ayırabilir.
Bu zor günlere hazırlık olması bakımından en temel prensip şu olmalıdır:
Siyasal ve askeri olarak kendimizden başkasını kurtarmamız şimdilik mümkün değildir. Emperyal duygulardan kendimizi sıyırmalı, mümkün olduğunca kendi topraklarımızda karar kılmalı, gerektiğinde savunma yapabilmek için kendi ülkemizde tetikte olmalıyız.
Bu listeyi genişletmek mümkündür. Burada en temel konuları dile getirmeye ve öncelikle okuyucularımıza bir ışık tutmaya çalıştık.