Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - Marifetullah Ehli Ve Marifetullah İlmi - Ömer Öngüt
Marifetullah Ehli Ve Marifetullah İlmi
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Temmuz 2003

 

Allah-u Teâlâ Âyet-i Kerime’lerinde Şöyle Buyurmaktadır:
“Biz Ona Nezdimizden Bir Rahmet Verdik, Tarafımızdan Has Bir İlim Öğrettik.”
(Kehf: 65)

“Ey İman Edenler! Eğer Siz Allah’tan Korkar, Takvâ Sahibi Olursanız, O Size Furkan (İyi İle Kötüyü Ayırdedecek Bir Marifet Bir Nur) Verir.”
(Enfâl: 29)

MARİFETULLAH EHLİ ve MARİFETULLAH İLMİ

 

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de bu ilmi nasıl verdiğini ifşâ ederek şöyle buyuruyor:

“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

“Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)

 

“Allemenî Rabbî = Rabbim Bana Öğretti”:

Bir ilim vardır ki buna mârifetullah ilmi denir. Kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah-u Teâlâ’ya yakın olanların sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim marifetullah ilmidir.

“Rabbim bana öğretti.” (Yusuf: 37)

Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’nın takvâ ve taat sahiplerinin kalbine nurunu akıtması ile Marifetullah ilmi husule gelir.

Marifet, bütün varlıkların muhiti olan Allah-u Teâlâ’yı tanımaktır. Zira O’ndan başka ve O’nun fevkinde başka bir şey yoktur.

Allah-u Teâlâ’nın kullarına imandan sonra en büyük ihsanı iki şeydir; biri mârifetullah, diğeri muhabbetullah.

Muhabbetullah Allah sevgisidir. O Allah’tan gayrı bütün sevgileri yakan bir ateştir. Ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır.

Mârifetullah ise muhabbetullah’tan daha hassas bir makamdır.

Bu incelik ve hassaslık nereden geliyor? “Muhabbetullah”ta sen varsın ki muhabbet ediyorsun. “Mârifetullah”ta ise O var, sen yoksun. Ne sen kaldın ne de muhabbetin kaldı.

Bu hususta bazı zâtlar tarafından birçok izahlar yapılmışsa da, fakirin kanaatı Hakk’ta hiç olmaktır.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah’ın halifesi yapan en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan ilim-irfan sahibi oluşudur.

“Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara: 31)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.

Bu makam Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin ismini öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır.

Mârifet, Hakk’ın ilminin var olduğu yerde kişinin bilgisizliğinin ve hiçliğinin mevcut olmasıdır. Mârifetullah budur. O Allah-u Teâlâ’yı görür, kendisini görmez. Kendisi yok ki ilmi olsun. Allah’ın kadrinin yüce oluşu, O’nun hakkında mârifet sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Bu da yalnız O’nun var olduğunu bilmektir. Allah’ın kadri hariç bütün kadir ve kıymetleri hakir bulmak, Allah’ın kadri yanında başka bir kadir ve değer görmemektir. Bunlar hep mârifetullah ehline âittir.

Allah-u Teâlâ’nın zât, sıfat ve fiillerini anlamak, hikmetlerini müşâhede etmek, kalbe tecelli eden hakiki hakikatlerle mümkün olur.

İlmin en üstün derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u Teâlâ’nın koyduğu bilgi esastır. Marifetullaha en kestirme yoldan ulaştıran, en efdâl, en makbul ilim, hakiki ilim de budur. Bizâtihi aranan ilmin tâ kendisidir. Çünkü marifet-i ilâhî’nin fevkinde hiçbir marifet yoktur. İnsanlar bu ilimle ebedî saâdete ererler. Diğer bilgiler zandan ibarettir.

Bu ilim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin kalb-i şerif’lerine Miraç gecesi kondu. O ise bu sırrı gizli tuttu, ancak çok yakınlarına açtı. O sır bereketi ile şeriat ahkâmı kıyamete kadar bâki kalacaktır.

Tecelliyât-ı ilâhiye akıl ile bilinmediği gibi ilim ile de bilinemez ve çözülemez. Yakınlık âleminden coşar gelir. Hakiki ilim de budur. İlim içinde ilimler olduğu gibi, yollar içinde de yollar vardır.

Bu bir iç âlemdir, dıştan görülmez.

 

Gönül Cenneti:

Bu gibi kimseleri Allah-u Teâlâ daha dünyada iken gönül cennetinde yaşatır. Marifeti arttıkça ahiret cennetindeki yeri de yükselir ve cennete konmaya lâyık olur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır.” buyurmuştur.

Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her şeyin fevkindedir.

Allah-u Teâlâ dilediklerini derecelerine göre dilediği sahada çalıştırır. Çok sevdiğini ise kendi maiyyetine alır.

Zâtî tecelli ile beşeri sıfatlar yok olduğu zaman, Allah-u Teâlâ’nın zâtına karşı irfan husule gelir. Marifetullah’a yükselen bir ârif, Hakk’ın nuru ile hakikatı görmeye başlar. Bu ise vahyin bir kolu olan “İlhâm-ı ilâhî” ile olur, “Kalp gözünün açılması” ile veya “Rüyây-ı sâdıka” ile olur.

Bu ilim sahiplerinin muallimi Allah-u Teâlâ’dır, onlara dilediği kadar duyurur.

Onlar Fenâfillâh makamına alınmış olan ve halkı Hakk’a götüren kimselerdir, sayıları çok azdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)

O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıran yine bunlardır.

Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.

Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği, kalplerine nuru akıtıp hakikatı bildirmek için gönderdiği kimselerdir.

Bu ilâhî hüküm Asr-ı saâdet’ten kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud: 4391)

Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır. Yüz senede bir gelenler ayrıdır, nâdir olarak gelenler ayrıdır.

 

Sadır İlmi Satır İlmi:

Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye “Elif” ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime’leri açıklar. Hadis-i şerif’leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.

Bir de Allah-u Teâlâ’nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ’nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ’dır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)

Sana hakikatı bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.

Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir.

Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.

İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi.

Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk’a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.

Sadır ilmi Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna “Marifetullah ilmi” de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.

Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.

Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.

Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.

Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.

Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.

Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.

Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O’na O’ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ’nın kâinattaki sanatını görmektir.

Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür.

Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.

Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk’tan ücret alır.

Birisi kendini görür Hakk’ı görmez, birisi Hakk’ı görür kendini görmez.

Bir temsil: Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal âlemine uçar.

Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur. Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken her şeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul tahsiline geçtiği zaman hakikata ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi; Fenâfillâh’a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya yüzünde kaç kişidir?

Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikata geçince içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah’a geçmesi ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş olur.

Kabuk da O’nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, mârifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.

Aslında var olan Allah’tır. Var’ı bulunca varlık ifnâ olur, kişi hiç olduğunu öğrenir.

Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır.

Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12)

Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır.

Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)

Hadis-i şerif’i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.

Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.

Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara “Vâris-i enbiya” denir.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye)

Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor.

Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.

Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.

Fakir onları tarif ederken;

“Sehm-i nübüvvete vâris olanlar”

“Sehm-i velâyete vâris olanlar”

“Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar” olarak belirtmişizdir.

Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nuru kalbine yazmış, Kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm’ın emanetini ona boşaltmıştır. Bütün sırlar bu noktada toplanıyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar.

“Az bir tevfik, birçok ilimden hayırlıdır.” (Deylemi)

Hâtem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din, kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.

Marifetullah ancak tasavvuf yoluyla, ruhi zevk ile husule gelir. Diğer bilgilerle hâsıl olmaz. Daha doğrusu Allah vergisidir, bir lütf-u ihsandır.

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cuma: 4)

Tasavvufun gayesi içi tahliye etmek ve temizlemektir.

 

İmam-ı Gazâlî ve Ledün İlmi:

Ledün ilmini “İlham nurunun kâmil insan ruhuna bir sirayeti” olarak tarif eden İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri “Er-risâletü’l-ledüniyye” adlı risalesinin giriş bölümünde şöyle buyurmaktadır:

“Hamd, has kullarının kalplerini velâyet nuruyla bezeyen, ruhlarını lütfun en güzeliyle terbiye eden ve bilgi anahtarıyla irfan sahibi bilginlere tevhid kapısını açan Allah’a mahsustur.

Koruyup gözeten, Hakk’a çağıran, ümmetin hidayet rehberi ve peygamberlerin efendisi Peygamberimiz Aleyhisselâm’a ve onun ehl-i beytine, âl ve ashabına salât ve selâm eylerim.

Ey okuyucum! Arkadaşlarımızdan biri, bir âlimin, güzide mutasavvıfların dayandığı Gayb ve Ledün ilmini inkâr ettiğini anlattı. Bu Gayb ve Ledün ilmi ki, tasavvuf ehli ona bağlanır ve onun öğrenme ile elde edilen ilimlerden daha kuvvetli ve sağlam olduğunu söyler. Yine bu arkadaşım bana bu Ledün ilmini inkâr edenin şöyle dediğini anlattı: ‘Mutasavvıfların ledün ilmini benim aklım almıyor. Zannetmiyorum ki, bu dünyada hiçbir kimse tahsil etmeden, düşünerek, hayaline dayanarak gerçek ilimden bahsedebilsin.’ Ona dedim ki:

‘Bu adam tahsil yollarını anlamamış, insan ruhunun ne olduğunu ve özelliklerini, gayb ve melekût ilimlerini nasıl alabildiğini bilememiştir.’

Arkadaşım dedi ki:

‘Evet, bu adam, ‘İlim, yalnız fıkıh, Kur’an tefsiri ve kelâmdan ibarettir. Bunların ötesinde başka bir ilim yoktur! Bu ilimler de ancak öğrenme ve çalışma ile elde edilir.’ diyor.’

Ben de dedim ki:

‘Evet, o halde tefsir ilmi nasıl öğrenilecek? Çünkü Kur’an-ı kerim herşeyi kapsayan bir okyanustur. Onun bütün mânâları ve tefsirinin hakikatları halkın elinde dolaşan şu tefsir kitaplarında zikredilmemiştir. Bilâkis tefsir ilmi, bu iddia sahibinin bildiğinden de başkadır.’

Arkadaşım dedi ki:

‘Bu adam sadece Kuşeyrî, Sâlebî, Mâverdî ve diğerlerine nisbet edilen ve halk arasındaki meşhur olan tefsir kitaplarını tanıyor.’

Ben de dedim ki:

‘Bu adam, hakikat yolundan uzaklaşmıştır. Çünkü Sülemî tefsirinde az-çok araştırma yapanların birçok sözlerini toplamıştır. Bu sözler diğer tefsir kitaplarında zikredilmemiştir. Bana öyle geliyor ki ilmi, yalnız fıkıh, kelâm ve halka hitabeden tefsirden ibaret sayan bu adam, ilimlerin bölümlerini, tafsilâtını, derecelerini, hakikatlarını bilmiyor, görünen ve görünmeyen yönlerinden de habersizdir. Cahilin bilmediği şeyi inkâr etmesi âdettendir. Bu iddia sahibi de hakikat şerbetinin zevkini tatmamış ve Ledün ilmine vâkıf olamamıştır. Öyleyse bunu nasıl kabul etsin! Ben, zaten onun bilmediği şeyi taklid veya tahmin suretiyle kabul etmesine rızâ gösteremem.’

Dostum dedi ki:

‘Ben sizin, ilimlerin derecelerini anlatmanızı, sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz bu Ledün ilminin gerçekliğini ortaya koymanızı, bu ilmi kendinize göre ele almanızı ve ispat etmenizi istiyorum.’

Ben de:

‘Bu anlatılmasını istediğiniz ilim cidden zor bir iştir. Fakat durumumun müsade ettiği, vaktimin elverdiği ve gücümün yettiği kadar bir başlangıç yapabilirim. Sözü uzatmak istemem; çünkü sözün en iyisi kısa ve öz olanıdır.’ dedim.

Allah’tan yardım ve başarı dileyerek bu fasıllarla kıymetli dostumun arzusunu yerine getirdim.”

İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri adı geçen risalesinde “Ledün ilmi” hakkında gerekli açıklamaları yaptıktan sonra özet olarak şöyle buyurur:

“İlâhî öğretim de iki kısma ayrılır:

1. Vahiy gönderme

2. İlham

İlham; Küllî ruhun, berraklığına, kabiliyetine ve istidadına bağlı olarak insan ruhunun uyanmasıdır. İlham, vahyin basit bir şeklidir. Çünkü vahiy gaybı açık olarak bildirmesidir, ilham ise gaibteki şeye bir işarettir.

Vahiyden hâsıl olan ilme Nebevî ilim, ilhamdan hâsıl olan ilme ise İlm-i Ledün denir. Ledün ilmi, Yaradan ile ruh arasında bir vasıta olmaksızın hâsıl olur. Bu gayb lâmbasından gelerek, hoş ve lâtif bir kalbe düşen ışık gibidir.

Ledün ilmi derecesine ulaşanlar çok tahsilden ve öğrenme yorgunluğundan uzak olurlar. Az öğrenir çok bilirler. Az yorulup çok istirahat ederler.

Bilmiş ol ki, vahiy kesildi, peygamberlik kapısı kapandı. Hakikat ortaya konduktan ve din tamam olduktan sonra peygamber gönderilmesine insanların ihtiyacı kalmadı. Fakat ilham kapısı kapanmamıştır, küllî ruhun nurundan ümit kesilmemiştir.”

İhyâ-u ulûm’id-din adlı eserinde ise şöyle buyururlar:

“Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma. Aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden, cehâlet çok daha iyidir. Kaynak bir olduğu için, velîleri ve kerâmetlerini inkâr, peygamberleri ve mucizeleri inkâr demektir. Peygamberleri inkâr ise tamamen dinden çıkmaktır.”

Hazret’in: “Allah-u Teâlâ’yı tanımanın diğer mârifetlerden daha lezzetli olduğuna” dair bir beyanları da şöyledir:

“İlim ve mârifetin lezzeti anlaşılınca, bazı ilimlerin daha lezzetli olduğunda şüphe kalmaz. Çünkü malum (bilinen) ne kadar büyük ve şerefli olursa, ona ait bilgi de o kadar lezzetli olur.

Meselâ memleketi idare etme ilmi, terzilikten ve çiftçilikten daha lezzetlidir. Bunun gibi, dinin hakikatini ve inceliklerini bilmek, gramer ve lügat bilgisinden lezzetlidir. Padişah’ın sırlarını bilmek, vezirin sırlarını bilmekten daha lezzetlidir.

Demek ki, bilinen şey ne kadar şerefli ise, onu bilmek de o kadar lezzetli ve zevklidir. Dikkat buyurun! Var olanlar içerisinde daha şerefli, daha azametli, daha mükemmel ve celâl sahibi olan Allah-u Teâlâ’dan başka kim vardır? Bütün kemâl ve cemalleri yaratan O’dur.

Hiçbir hükümdarın memleketini idaresi, göklerin ve yerin melekûtunu ve bu âlemin düzenini sağlayan Allah-u Teâlâ’nın tedbiri gibi düzenli değildir. Allah-u Teâlâ’dan daha güzel, daha kâmil hiç kimse yoktur. O halde O’nu görmekten, O’na bakmaktan daha lezzetli bir bakış olabilir mi?

Bundan anlaşılmış oldu ki, Allah-u Teâlâ’yı ve kendisine ait sırları bilmek, bütün bilgilerden daha lezzetlidir.”

 

Kalbin Lezzeti Marifetullah’tır:

Her âzânın hoşlandığı, zevk ve lezzet aldığı şeyler vardır. Gözün lezzeti güzel şeyleri görmek, kulağın lezzeti istediği şeyleri duymak, şehvetinki yemek-içmek, mukarenet, düşmanına galip gelmek gibi şeylerdir.

Kalbin lezzeti ise her şeyin hakikatını bilmektir, bu da marifetullahtır. Marifetullah yolunda ne kadar ilerlerse o nisbette lezzet alır. Kâinatın Hâlik’ı ve mutasarrıfı olan Allah-u Teâlâ’nın zât ve sıfatına, esrar ve hikmetine, âsâr ve sanatına, izzet ve kudretine taalluk eden marifetten daha lezzetli; O’na yakın olmak, O’nu tanımak şeref ve saâdetinden daha büyük ne olabilir?

Kalp, Allah-u Teâlâ’nın cemâlini müşâhede için halkolunmuştur. Bunun içindir ki kalbin saâdeti muhabbet ve marifetullahtır. En güzel ve en devamlı olan budur. Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’yı canlarından, mallarından, uzuvlarından, evlâd-ü ıyâlinden ziyade severler. Çünkü dünya hayaldir, ne ki varsa seriüz-zevâldir, muhabbet etmeye değmez.

Kalp ölümle fenâ bulmadığı için ebedîdir. Ölümden sonra kınından çıkan kılıç gibi daha da kuvvetlenir. Karanlıktan ışığa çıkar ve Cemâlullah’ı müşâhede imkânı daha ziyade olur. Bunun içindir ki, tasavvuf yolu insanı ebedî saâdete eriştiren en kestirme ve en doğru yoldur.

İnsan kendi varlığını yok ederse Hakk’a ulaşır. Yani kişi kendini yok etmekle, zaten içinde var olan Hazret-i Allah ortaya çıkmış olur.

Sen varsın O yok, O var sen yoksun.

Misafirin gelmesi kalp sarayının temizlenmesine bağlıdır. Fuad gözü yani kalp kapısı aralanırsa bazı sırlar tecelli eder.

Nimet-i ilâhiye temiz kalplerde tecelli eder. Kalpler kaplara benzer. Kap su ile dolu bulundukça hava giremez. Kalpler de mâsiva ile meşgul oldukça marifet hâsıl olmaz. Kalpte iki kapı vardır. Birisi dahile yani melekût âlemine, diğeri harice yani beş hislere açılır.

Kalbin dış âlemle temasını sağlayan ve dış âleme tanıtan beş duyu organıdır. Bu dünyaya ait tad ve lezzetler kalpten çıkarıldığı anda kalbe doğru gayb âlemi açılır ve hakikat görülür. Çünkü kalbin her iki âleme yönelip ikisini birlikte bilmesi mümkün değildir. Bir tarafı kapalı olduğu için aynada görüntü meydana geldiği gibi, kalp de Hakk’tan gayrı olan şeylere kapalı olduğu zaman ona gayb âlemi açılır. Esrar-ı ilâhiye zuhur eder. Çünkü bu görülen âlem değersizdir ve Allah-u Teâlâ’dan çok uzaktır. Eğer gönül bu âleme tamamen çevrilip gayb âlemi terkedilirse, o kimse insan suretinde hayvan olur. Böyle insanların çok yiyip-içtiklerini, çok uyuduklarını, öfke ve şehvetlerinin esiri olduklarını görürsünüz.

Gönül gayb âlemine dönüp ona bağlanırsa, o kimse Allah yoluna sülûk eder, meleklerin vasıflarını kazanır, emaneti taşımaya yaraşır bir kimse olur.

Kalpten murad, marifetullah ve ruhtur. Kalp, ilim ve irade ile teçhiz edilmiştir.

Bir kalp vardır, et parçasıdır, maddi hastalıklara düçar olur. Mânevi kalpte ise ahlâk-ı zemime ile hastalık hasıl olur.

Kalp bir et parçası olmasına rağmen, içi ilâhidir. Allah’ı bilme ve sevme makamıdır. Kalbin büyük şânı ve fazileti bu özelliğindendir.

İrfan ehlinin kalbi, Allah-u Teâlâ’nın evidir, feyz ve keremin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhi güzelliği aksettiren bir ayna, O’nun ilim ve irfanının bir hazinesi, lütuf ve ihsanının bir denizidir.

Kalbin bu özelliğini bilen kişi, nefsini ve Allah’ını bilmesi için zikrullah ve ibadetlerle gönlünü temizler ve cilâlar. Böylece ilâhi güzelliğin aksetmesini sağlar.

İşte bundan sonradır ki:

1. Gönül açıklığı Allah-u Teâlâ’nın kudretini duyup güzelliğini seyreder.

2. Kalp, sevinç ve elemi unutarak görünmez âlemde uçmaya başlar.

3. Allah-u Teâlâ’nın lütfuna kavuşan kalp gözü, sevinç ve aşkı ile dolar, cemâlini görür. Zaman ve mekândan çıkarak gerçek makama yükselir. Peygamberler meclisine girer, ebedî huzur ve saâdete erişir.

Allah-u Teâlâ’nın öyle veli kulları vardır ki, bedenleri dünyadadır amma, kalpleri arşın altındadır. Kalpleri Arşurrahman’ın altında olması, dünyada Allah-u Teâlâ’nın sırlarının kalbe tecelli etmesindendir.

Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:

“Kalbim, Rabbimin nuru ile Rabbimi gördü.” buyurmuştur.

Kalp, Cemâl sıfatının tecellisine bir aynadır. Sıfatların tecellisi, fuad yani kalp gözü ile görülür.

“Fuad yani kalp, gördüğünü yalanlamadı.” Âyet-i kerime’si bu mânâyı teyid etmektedir. (Necm: 11)

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de: “Görmediğim Allah’a ibadet etmem.” buyuruyor.

Bunlar hep ayrı tecelliyattır. Bunların cümlesi Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarının müşahedesindendir. Cama güneşin vurması gibidir.

 

KUR’AN-I KERİM’DEN İŞARETLER, İLÂHÎ BEYANLAR

Âyet-i Kerime (1):

Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç okuma-yazma bilmiyordu. Nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin ilimlerini içinde toplayan Kur’an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderilmesinin apaçık delilidir.

Hâtem’ül-enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.

Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Allah-u Teâlâ her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir.” buyuruyorlar. (Keşf-ül Hafâ)

İşte vehbî ilim buna denir.

Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ile bu kullarının sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan marifetullah ilmi husule gelir.

Onların “Kitabullah” oluşu bu sebepledir. Sadır ilmi ile satır ilminin ayrılık noktası da burasıdır. Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların kalplerinin Hazret-i Kur’an olduğunu beyan buyuruyor. Kalplerine tecelli etmesiyle Hazret-i Kur’an’ı nakşediyor. Onlara bu ilmi akıttığı için, Allah-u Teâlâ’nın kitabı olmuş oluyor. O kitaptan isterse sırları kitabına geçirir, isterse geçirmez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:

“Mümin müminin aynasıdır.” buyuruyorlar. (Ebû Dâvud)

Birinci müminden mümin kulun kalbi, ikinci müminden ise bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir.

Allah-u Teâlâ bir kula tecelli ettiği zaman, o kalbe nakşeder ve akıtır. Onun kalbi artık bir kitap olur. Öyle bir kitap ki satırlar arasında bulunmaz.

Niçin bulunmaz? O bildiriyor, O gösterdiği kadarını gösteriyor. Buraya zâhir ehli giremez. O satırda gezer, sadır ilminden habersizdir, çünkü burada bir berzah var.

Allah-u Teâlâ kalbe nakşeder ve ilham suretiyle kalpteki nakışları peyderpey söyletir. Neler nakşettiğini, ona bu nakışları nakşeden Nakkaş bilir.

Bu hale gelmiş bir kimse yalnız Hakk’ı bilir. O bir maskedir, bir hoparlördür, ne bildirdiyse onu bilir, ne gösterdiyse onu görür. Bu ilmin Hakk’tan geldiğini de bilir.

Hazret-i Kur’an’ın verdiği ilimle, kalplerinde hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde parlayan apaşikâr nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar esrâr-ı ilâhî’yi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki onun bildiğini başkası bilemez. Çünkü bu sadır ilmidir, zâhirî ulemanın ilmi ise satır ilmidir.

Zâhirî âlimlerin satırdan aldığı ilmi, nefisleri karatahtasına nakşeder, onun için “Ben âlimim!” demekten kendisini alamaz. O karatahtadan o ilimleri okudukça kendini görür ve kibirlenir, kibiri nisbetinde kendisini büyük görür, her şeyi bildiğini zanneder, gerçekten câhil olduğunu bilmez.

Onlar sadır ilmini bilemedikleri için satırda kaldılar. Allah-u Teâlâ’nın bu ilmini cehaletlerinden ötürü inkâr ettiler.

Nitekim Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında beyan buyurduğu Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurmaktadır:

“Zâlimlerden başkası âyetlerimizi inkâr etmez.” (Ankebut: 49)

Kibir ve gururda haddi aşanlar, doğruyu kabul etmeyip büyüklük taslayanlar işte bunlardır. Sonunda da lâyık oldukları cezâlara kavuşurlar.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kelâmını anlamaktan mahrum edilen kimselerdir.

Onlar hakkında bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları, âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf: 146)

Birisi ilâhî kelâmı anlamaktan mahrum ediliyor, diğerinin kalbi ise Hazret-i Kur’an oluyor.

 

Âyet-i Kerime (2):

Allah-u Teâlâ bu nurun kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)

Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz süzme kulları ona varis kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu vârislerdir.

Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin tecelliyâtına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk’ta fâni olduğu zaman bu durumlar husule gelir.

 

Âyet-i Kerime (3):

Allah-u Teâlâ iman nuru ile kalbi vüs’at bulan kulları hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer: 22)

O öyle münevver bir kalbe sahiptir ki, esrâr-ı ilâhî an be an tecelli edip durmaktadır. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlara vâkıftır.

Allah-u Teâlâ müslümanlık üzere kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak o duyar, ancak ona duyurur.

Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler, o nur ile beşeriyete hayat veriyorlar. Onlar Allah-u Teâlâ’nın nurunu taşıyan ve nuru yayanlardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu nuru bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle açıklamıştır:

“Mümin-i kâmil’in ferasetinden sakınınız. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi)

Bunun mânâsı; kalbindeki nur-i ilâhî ile sırlarınızı keşfedeceği büyük ihtimaldir. Bu lütfu onlara Allah-u Teâlâ vermiştir.

Bir Hadis-i şerif’lerinde de Hakk ehlinin kalplerindeki nuru Zuhal yıldızına benzetmişlerdir. Doğduğu zaman o yıldızın bir ok gibi ziyası nasıl karanlıkları delip geçiyorsa; Hakk ehli de böyledir, kalplerindeki ilâhî nur sayesinde keşifleri mümkün olur.

O göz onun değildir. İlâhî bir nur ile bakar, O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyât-ı ilâhî’sine mazhar olanlardır.

İşte Allah-u Teâlâ sevdiği kullarına böyle lütuflarda bulunur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar.” (En’am: 125)

Bunlar halkı karanlıklardan çıkarırlar, Nur’a götürürler. Her iş ve icraatları Hakk’ın emriyledir. Asla kendi başlarına hareket edemezler. Bunun için de rehber-i sâdıktırlar. Hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurduğu kullar işte bunlardır. Hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye içinde bulundurduğu için de bunlar yanılmazlar. Bunlar mahfuz olanlardır. Tasarruf-u ilâhî ile hareket ederler.

Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a hitaben:

‘Yâ İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah’a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah’tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.’ buyurdu.

İsa Aleyhisselâm:

‘Yâ Rabbi! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?’ diye sordu.

Cenâb-ı Hakk:

‘Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.’ buyurdu.” (Ahmed bin Hanbel)

İşte mârifetullahtaki sır budur. Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder.

Azim nisbetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.

Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir.” (Ankebut: 69)

 

Âyet-i Kerime (4):

Peygamberlik kulun çalışması ile kazanılan bir haslet olmayıp, Allah-u Teâlâ’nın bir lütfu olarak dilediğine verdiği gibi; hikmet de hakîm kimselere Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur, verilme iledir, çalışma ile elde edilmez.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)

Hikmet, dünya ve ahiret hayırlarını içine alır. Hikmetsiz bir hayıra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayıra erilir.

Hikmet verilen kişiye nurânî basiret bahşedilmiştir.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ancak iki şeye imrenilir: Birine Allah mal vermiş hak yolunda harcatıyor. Diğerine hikmet vermiş onunla amel ediyor ve onu başkalarına öğretiyor.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 66)

Demek oluyor ki hikmet sahibi olan insanlar, bu hikmetle yükselirler, halka muallim olmak hakkını elde ederler.

Muâviye -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Allah kime hayır murad ederse, onu şer’i meselelerde âlim yapar.

Ben yalnız taksim ediciyim, veren ise Aziz ve Celil olan Allah’tır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 64)

Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ dilediğine bu lütfu bahşediyor. Diğerleri de nasipleri kadar nasibini alıyor ve orada kalıyor.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

“Hikmet, şereflinin şerefine şeref katar.” (Câmiüs-sağîr: 3827)

Konuşunca hikmetle konuşur, düşününce hikmetle düşünür ve hareket edince de hikmetle hareket eder.

 

Âyet-i Kerime (5):

Bir kimse aklını iyi kullanarak Rahman olan Allah’a yaklaşmak için çalışırsa Allah-u Teâlâ da onu nuruna kavuşturur.

Âyet-i kerime’sinde:

“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” buyuruyor. (Nur: 35)

O nur, kalbe akıttığı mârifetullah nûrudur. O ruhu da Kudsî ruh ile çevirmiş, her şeyden muhafaza ediyor.

Bunlar bir kimsede cem olduğu zaman “Nûrun Alâ Nûr” oluyor. Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın seçtiği, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu taktığı, kendisine çektiği kullarda olur, ancak o kullarda bulunur, başkasına şâmil değildir.

“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)

Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.

 

Âyet-i Kerime (6):

Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir ve görülür. Onun muallimi bizzat Allah-u Teâlâ’dır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Takvâ üzere olursanız, mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)

Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil vehbîdir. Yani herhangi bir hocadan, medreseden tahsil etmezler, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dan ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.

Vehbî ilim verilme ile elde edildiği için, bu ilme hiç kimse hiçbir surette sahip çıkamaz. Çünkü görülüyor ki veriliyor, bir çalışma yok, yani miras. Kimisi çok çalışır, bir ev yapar, öbürü de hiç çalışmadan mirasa konar. Bu ilim de böyledir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine vâris kılar ve kimseye bahşetmediğini dilediğine verir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu ilmi tarif ediyor ve şöyle buyuruyor:

“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.

Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn)

Cevherleri onlara Allah-u Teâlâ verir. Yüzüne yüzü ile yönelmesiyle, kalbine nurunu akıtmasıyla dilediği kadar ilmullahtan ilim verir. Bu ilim has bir ilimdir. O’nun duyurduğundan başka bu ilmi kimse bilmez.

Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” buyuruyor. (Yusuf: 76)

Farz-ı muhal ki büyük bir elmas parçası var. “Bunu satıyoruz, bir milyon liraya alır mısınız?” deseler, bu mücevherin kıymetini bilmeyen kimse: “Ben ne yapayım bu taşı, beni kandırmaya mı çalışıyorsun, hiç ben kanar mıyım?” der. İşte bu da bir akıldır. Fakat anlayanın eline geçtiği zaman, parça parça yapar milyarlara satar. Bu da bir akıldır. Çünkü biliyordu, bilgisini kullandı, mücevheratın kıymetini takdir etti.

Bu bir temsildir ve bu temsilde gizli sırlar var. İyi bilin ki bu insanların her biri bir taş değildir. Elmas olanlar da vardır. Amma kimde olduğu belli olmaz.

İşte bu Hadis-i şerif, onlara verilen ilmi beşeriyetin anlayamayacağını da teyid ediyor. Onlar bu ilimden bahsederken beşeriyet bunu anlamaz. Çünkü akılları ve ilimleri yetmez. Onların muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için, onlara verilen ilim Allah-u Teâlâ’dan verildiği için, bir kimse âlim de olsa bu ilmi idrak edemez. Çünkü onun muallimi benî beşerdir. Zâhirî ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu ilmi anlamaz.

Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:

“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.” (Buharî)

İtiraz edenler bu Âyet-i kerime’lerin ve bu Hadis-i şerif’lerin tecelliyatlarından mahrum oldukları için bilmeyerek itiraz ediyorlar.

İlim mesleğinin ehli ve âşinası olmadığı, vukufiyet kesbedemediği, ilmi ve aklı yetmediği için birinci basamakta kalmış. O ise kendisini allâme zannediyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Faydalı ilim” olarak vasıflandırdığı ilim mârifetullah ilmidir. Bu ilme “İlmullah” da denilir. İnsanları bu gayeye ulaştıranlar marifetullah ehlidir. Bu gaye Hakk’a ulaşmaktır.

Amma kendilerinin âlim olduğunu zannedenlerin bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar işte bu faydalı ilimden mahrum kaldıkları için itiraz ediyorlar, bilmedikleri için inkâra kalkıyorlar.

Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:

“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki omuzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine varis kıldı. Ayrıca bana çeşitli ilimleri de öğretti.

Rabbim, bir kısım ilmi gizli tutmama dair benden söz aldı. Çünkü benden başka hiç kimsenin onu taşıyamayacağını biliyordu.

Başka bir ilimde de beni muhayyer kıldı. Yani ‘Serbestsin, istersen başkalarına söyle istersen hiç kimseye söyleme.’ dedi. Kur’an’ı bana öğretti. Cibril devamlı olarak Kur’an’ı bana hatırlatıyordu.

Ve daha başka bir ilim var ki, onu herkese söylemekle beni memur etti.” (El-mevâhib’ül-Ledüniyye)

Bu Hadis-i şerif’te gizli tutulması emir buyurulan ilim, nübüvveti ilgilendiren ilimdir. Umuma bildirilmesi emredilen ilim şeriat ilmidir. İfşâ edilip edilmeme hususunda muhayyer bırakılan ilim ise bâtınî ilimdir.

Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Bâtın ilmi Allah-u Teâlâ’nın sırlarından bir sır, hikmetlerinden bir hikmettir, onu ancak dilediği kulunun kalbine atar.” (Camiüs-sağir)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların isimlerini yalnız Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine bildirdiği gibi, bu sırları da en yakın arkadaşlarına ifşa etmiştir.

 

Âyet-i Kerime (7):

Bir insanın gerçekten bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur.

Nitekim Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi.” (Alâk: 5)

Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, bu hakikatler ve bu esrâr ancak Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir, O’nun duyurması ile kaimdir. Hem bildirir, hem gösterir.

Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle vasıflandırmıştır:

“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)

Allah-u Teâlâ kiminle beraber olursa, o kimse en büyük saâdete ermiştir.

Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ’dır, bu hususi bir beraberliğin ifadesidir. Sevdiği ve seçtiği bu kullarına dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisini ayrı ayrı vazifelerle göndermiştir.

Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şöyle tarif buyuruyor:

“Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm’da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz.” (Deylemî)

Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığını da verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.

Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ yüz senede bir gönderdiği her kulunu ayrı bir tecelliyatla gönderir. Bir daha o tecelliyatla o ilimle göndermediği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar onun yerinin boş kalacağını beyan buyuruyor.

 

Âyet-i Kerime (8):

“İlmullah” Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve bildirmesi ile bilinen bir ilimdir. O bildirmedikçe bir insanın bilmesi mümkün değildir.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:

“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” buyurmaktadır. (Bakara: 255)

Çünkü irfan; okumakla, işitmekle husule gelmez. Kendisine âlim süsü verenler, bu ilimden habersizdirler.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Yakîn bir bilgi ile inanan bir topluluk için, Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide: 50)

Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki; ancak Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu, bildirdiği kimseler bu esrâr-ı ilâhî’yi bilirler. Diğerleri kendi kuru zanlarıyla konuşurlar.

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de bu ilmi nasıl verdiğini ifşâ ederek şöyle buyuruyor:

“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

“Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)

Bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği kullara mahsustur, başkasına şamil değildir. Verilene böyle veriliyor.

Hadis-i kudsî’den de anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kulunun kalbine bu nuru ve bu ilmi koyuyor. Ve bunlar Allah-u Teâlâ’nın sırlarının esrar odalarıdır. Yalnız ve yalnız bunlar hakikatlere vâkıftırlar. Hakk’ın bütün duyurduklarını bilirler, bazısını ifşa etseler de hepsini ifşa etmezler. Yani bunlar Allah-u Teâlâ’nın sırdaşıdır. Bu hal Allah-u Teâlâ’nın has kullarına mahsustur. Başkasına şamil değil. Onu sevmiş, onu çekmiş, esrarını da ona duyurmuş. Bu kimse Allah’ın dostu olmuş, sırdaşı olmuş.

Çünkü nuru O akıttı. O akıttığı için O’nun nuru ile O’nu görüyor, O’nu biliyor. Allah-u Teâlâ kendi nurunu akıttığı için, kendi nurundan O’nu tanıyor. Hem Allah-u Teâlâ’yı biliyor, hem de bildirdiği her şeyi o nurla biliyor. Onlardan başkası da bunu bilemez. O nurunu akıtacak ki bilinsin. Başka türlü tanınmaz.

Onlar, nurunun nurudurlar. Allah-u Teâlâ sevdi de seçti, kendisine çekti, yüzüne yüzü ile tecelli etti, dilediğini lütfetti.

Diğer bir Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyuruluyor:

“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.

Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.

Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebu Nuaym, Hilye)

Onların peygamber gibi olması, vazife itibariyle, irşad itibariyledir. Bir taraftan en efdal ümmet, diğer taraftan da en seçkinleri olduğu için Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize verilen vazifenin onlara verildiği belirtiliyor. Onlar o zaman o vazife ile vazifeli idi, bunlar da bu zaman bu vazife ile vazifelidirler.

Allah-u Teâlâ peygamberlere verdiğini hiç kimseye vermemiştir. Bir kimse her ne kadar peygamber durumuna gelemese de, bu noktanın iç mânâsı; “Enbiyâya verdim, onlara da verdim.” demektir. Onlara duyurduğunu bunlara da duyurmuştur, onlara öğrettiğini bunlara da öğretmiştir. Niçin? Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetinin âlimleri olduğu için.

 

Âyet-i Kerime (9):

Allah-u Teâlâ kime hidayet verirse, hidayetiyle beraber imanını kemâlleştirirse, ona bir nur verir.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç? (En’am: 122)

Allah-u Teâlâ’nın, hayatından hayat verdiği, nurundan nur verdiği kimseler, hakikat ile dalâleti birbirinden ayırabilir, yolunu tayin eder, yolunu şaşıranlara yol gösterir.

Gözü gören kimse ile görmeyen kimse nasıl aynı değilse; Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimse ile vermediği kimse de bir değildir. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ hal ehli ile söz ehlinin arasını ayırmıştır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:

“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur ver, kemiklerime bir nur ver!

Ey Allah’ım! Nurumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)

 

Âyet-i Kerime (10):

Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruhla desteklediği kimselerden başkası bu esrâr-ı ilâhî’ye vâkıf olamaz. Kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullara âittir.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele: 22)

Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikatı ona bildirmiş oluyor.

Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.

İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Biz onu kudsî ruhla destekledik.” (Bakara: 87)

Bu gibi kulların ruhaniyetleri daima uyanıktır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:

“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ buyurmuştur. (Buhâri)

Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.

O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.

Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır.

 

Âyet-i Kerime (11):

Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın tayin ettiği muallimlerdir. Onlar ilmi Rablerinden alırlar, Hakk’ın talebeleridirler. Allah-u Teâlâ onlara ne öğrettiyse onu bilirler, ne gösterdiyse onu görürler. Hakk’ın öğrettiklerini halka öğretirler. Sırları ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışırlar.

Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz.” (Âl-i imran: 79)

Bu Âyet-i kerime bâtınîdir, zâhir ehline ait değildir. Allah-u Teâlâ kendi talebelerine bu emri veriyor.

“Rabbânî olmak” demek; “Rabb’e hâlis kul olun, Rabb’e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakanlar olun.” demektir. Bu iç âlem işidir.

Bu nokta değişti şimdi. Onlar “Kafa gözü ile kafa kulağı ile” bunlar ise “Kalp gözü ile kalp kulağı ile” alırlar.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tasarrufundadırlar, bunları O idare eder ve kendi katından ilim ihsan eder.

Bunlar Hakk’ı bilir, Hakk’tan olduğunu görür, kendilerini bilmez. Bunlar Hakk’ta fâni olanlardır. Zira bunlar Mârifetullah ehlidirler.

Rabbânîlerin gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde Allah var. Sözleri de sadece Allah ve Resulullah’tır.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i imran: 13)

Bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla desteklenen kimselerdir. Onların yalnız suretleri var, gerçekte ise içlerinde Allah ve Resulullah mevcuttur.

Zahirde kafa gözü ve kafa kulağı mevcuttur, bunlarla dış âlem idrak edilir. Dış dünya çok küçük ve gayet cüz’idir.

Allah-u Teâlâ bir de kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir. Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.

Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de seyreder, Levh-i mahfuz’daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri içine alır.

Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. Gerçek duyma budur.

Hakikatı duyurdukları kadar duyulur. Gayb âlemini müşahede ettirdikleri kadar görülür.

Sana ne duyurulursa sen onu duyarsın. Kalp gözünü açarlarsa, ne gösterirlerse onu görürsün.

Allah-u Teâlâ’ya yakın olan Mukarreb kulların her işi Hakk iledir, onların yaşayışları mânevîdir, içtendir. Çünkü onların içinde Hakk var.

Herşeyin bir özü vardır. Dağların özünde elmas var, Kâbe-i muazzama’nın özünde Hacer-i esved var, insanın özünde ise Hazret-i Allah var.

İnsan-ı kâmil’in âlem-i ekber oluşunun sebebi budur.

Onun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Sâdıklarla beraber olunuz!” diye emir buyurmaktadır. (Tevbe: 119)

Bu emr-i şerif’te çok büyük esrar vardır..

Gerçek Mürşid-i kâmil, mürşid-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı bilir, kendisinin bir resimden ibaret olduğunu da bilir. Bir paçavradan ibaret olduğunu hem gözü ile görür hem bilir. Allah-u Teâlâ murad ederse o paçavrayı kullanır, dilediğinin gönlünü siler.

Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür hem bilir.

Bunlar Hakk’ı bilenlerdir. Onlardan başka bunu bilen ve gören olmaz.

 

Âyet-i Kerime (12):

Allah-u Teâlâ bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm’a da bahşettiğini Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:

“Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” (Kehf: 65)

Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır. Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O’nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur. Seyr-ü sülûkta olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir. Bu ilim verilme iledir, kişide hiçbir şey yoktur.

Allah-u Teâlâ dilerse Hızır Aleyhisselâm’a “Has ilim” öğrettiği gibi, dilediğine de vasıtasız ilim öğretir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a vâkıf ettirmediği ilmi Hızır Aleyhisselâm’a vâkıf ettirdi.

Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm’la karşılaştıktan sonra, kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu.

“Musa ona: ‘Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.” (Kehf: 66)

Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve yüceliği hususunda en bâriz delildir. O ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm’a tâbi olmakla bunu göstermiş oldu.

Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm’a kendi katından bir fazilet ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde bir takım ilimlerle mücehhez kılmıştı. Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm’ın ilminden bambaşka bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. “İlm-i Ledün” ve “İlm-i Bâtın” gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble, çalışmakla elde edilmez, mevhibe-i ilâhîdir. Allah-u Teâlâ’nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği kimselere verdiği lütfudur.

Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm’a uymak istedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Hızır Aleyhisselâm’ın Musa Aleyhisselâm’a şöyle buyurduğunu haber vermektedir:

“Ben Allah’ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzerinde yürüyorum ki, sen onu bilmezsin. Allah’ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 102)

Hızır Aleyhisselâm’ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır Aleyhisselâm’ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledün ilmi” idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.

Musa Aleyhisselâm’la Kehf sûre-i şerif’inde beyan edilen yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.

Hızır Aleyhisselâm ise şöyle buyurdu:

“Ey Musa! Benim ve senin ilmin Allah’ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 102)

Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’yı tarif ediyor. Çünkü o: “En âlim benim.” demişti. Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. “Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ’dır, âlim O’dur.”

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri tükenmez.

Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman: 27)

Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.

İlmin sonu Allah-u Teâlâ’ya dayanır. Bu ilme “İlm-i billâh” dendiği gibi, “Ledünî ilim” de denir.

Bu ilme mazhar olan Hakk’ı görür, Hakk’tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın tecelliyâtının sonu yoktur.

Allah-u Teâlâ bildirmedikçe, duyurmadıkça kimse bu gerçekleri bilemez.

Nitekim Allah-u Teâlâ kaderin sır ilmi kendisine verilen Yakub Aleyhisselâm hakkında bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki o ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik.” (Yusuf: 68)

Yani onların muallimi Allah-u Teâlâ’dır. O’nun öğretmesi ile bilinebilir, başka türlü mümkün değildir.

Duyurunca dilediğine duyurur, gösterince dilediğine gösterir.

 

Âyet-i Kerime (13):

Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur sebebiyledir ki, marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün hakikatları bilirler.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, o size furkan (iyi ile kötüyü ayırdedecek bir marifet bir nur) verir.” (Enfâl: 29)

Bu ilim, O’nun ihsan edeceği mârifet ile mümkündür.

Dikkat edilirse marifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor. Yani takvâsız marifetullah ehli olmak imkansızdır. Takvâ ise her türlü haramdan ve şüphelilerden kaçınmak demektir. Kaçınmadıkça takvâya ermek mümkün değildir.

Bunun için de hem zâhirî hem bâtınî ilim lâzımdır. Zâhirî ilim dış nizamı sağlar, bâtınî ilim iç nizamı sağlar. İç nizamı sağlayan ilim de marifetullah ilmidir.

Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler Hakk’tan korkar, halktan korkmaz. Hakk’tan korktuğu için, bütün hayatını takvâ üzerinde, O’nun rızâsını kazanmak için yürütür.

Öğretmek için bir hoca talebesini karşısına aldığı gibi, Allah-u Teâlâ da kendi talebesini karşısına alır, anlayacağı şekilde ona bir bir hakikatları duyurur, bildirir ve gösterir.

“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)

Âyet-i kerime’si de bunu gösteriyor. Muktedir olan Allah-u Teâlâ onu huzuruna alıyor ve ona bir bir öğretiyor.

Satır ilmi sahibi ne kadar tahsili olursa olsun, bu nurdan mahrumdur. Çünkü bu ilim sadır ilmidir, diğer bütün ilimler satır ilmidir.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” (Nur: 40)

 

Âyet-i Kerime (14):

Hiç kimseden hiçbir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)

Onların bu bilgisi Allah-u Teâlâ’nın tâliminden ileri geliyor. O’nun dilediği kadar bildirmesiyle görür ve bilirler. Hiç kimseden bir şey sormadıkları halde Hakk’tan ilim alırlar.

Abdullah ibni Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize:

“Kur’an ve sünnet’te bulamadığımız bir vak’a ile karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorulduğunda:

“Onu sâlih kimselerden sorun ve onların istişaresine arzedin.” buyurmuşlardır. (Taberâni)

Evliyâ zümresi umûr-u diniyede fakihtirler. Sohbet ve nazarları kimyâdır. Allah yolunda köprü mesâbesindedirler. Kalpleri üzerinde perde yoktur.

Sıdk-i sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i Mevlâ bunlardır.

İşte bu ampuller, Allah-u Teâlâ’nın verdiği nuru saçan kandillerdir. Çünkü içindeki nur O’nun nurudur. O nuru kalplerine döktüğü için kitabullah oluyor. Çünkü o kitabı kalplerine döktü. Onlar da kalplerindeki kitabı satırlara döktü.

Onlara gelen ilim Allah-u Teâlâ’nın has ilmi olduğu için de onlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.

“Kim Allah içinse, Allah da onun içindir.”

 

Âyet-i Kerime (15):

Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu ve bildirdiği kimseler, bu gerçekleri göre göre bilirler. Ve fakat bu gerçekleri bildirmeleri mümkün değildir. Zira gerek ilim gerek akıl o noktada olmadığı için kavranması mümkün değildir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Bunu bir bilene sor!” buyuruyor. (Furkan: 59)

Yani bu inceliklere vâkıf olanlar vardır. Böyle bir kimseye uy ve yolundan git.

Bu bir emr-i ilâhi’dir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.

Bu hakikatleri bilebilmek ve öğrenebilmek için, ilim-irfan mektebine dehalet etmek zaruridir.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın muallimleridir, Rabbânilerdir. Halka Hakk ve hakikatı bildirirler, gizli yollardan Hakk’a yürütüp götürürler. Bunlar Hakk’al yakîn ilim sahipleridir.

 

Âyet-i Kerime (16):

Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhi’yi dilediğine bildirir. Onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.

Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez.” (Cin: 26)

“Ancak râzı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 27)

Ancak dilediği kuluna, dilediği kadarını bildirir. Onun haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.

Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O öğretiyor.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı.

Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” (Buharî)

İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.

Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimize şâmil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına işarettir.

İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi o Kudsî ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler meclisine girer.

Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.

 

Âyet-i Kerime (17):

Bütün bu güzel işler Allah-u Teâlâ’nın dilemesinden ibarettir. Dilediğini sever, kendisine çeker, murad ettiğini bildirir, gösterir ve öğretir.

Oysa mahlûk âcizdir, hükümsüzdür. Hüküm yalnız yaratıcı olan, yücelerin yücesi olan Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bu Âyet-i kerime mucibince bütün bu ilimler, bu tefekkürler hep O’nun vermesi, ikram ve ihsanı iledir. O öğretmezse kim ne bilecek, kim öğretecek?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)

Bu Âyet-i kerime en bâtınî Âyet-i kerime’lerden birisidir.

Sana senden yakın olan sana duyuruyor, sana gösteriyor. Bunu ehl-i hakikat Hakk’al-yakîn olarak bilirler. Çünkü onlar Hakk’tan gayrısını görmezler. Kâinatın bir perde olduğunu bilen, perdeye ibadet eder mi?

O’ndan geldiğini görüyor, hem de biliyor. Hakk’tan gayrısını görmüyor, kendisinin de bir örtü olduğunu çok iyi biliyor. O örtünün altındakinden nasibini alıyor ve O’nunla her şeyi biliyor.

Sana şekillenmiş bir perde vermiş, sen perdeden ibaretsin. Amma ne kadar güzel şekillendirmiş, O’nun varlığı ile görülüyorsun.

O varlığını çektiği zaman o muazzam vücut bir kovan oluyor. İki gün dursa çöplük oluyor. Kişi bal arısı olursa, ilâhi lütuflardan istifade eder. Hem kendisine hem de beşeriyete balını sızdırır. Fakat eşek arısı olursa, o her fırsatta icraatını yapar.

Bütün bunlar bâtınîdir. Allah-u Teâlâ’ya yakın olanlara âittir. Yoksa kendisini görmeyen, Yaratan’ını tanımayan, gözü kör, kulağı sağır bir kimseye bu hakikatı bildirmek mümkün değildir. Köre ayna satmaya benzer, hiç farkı yoktur.

“Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok.” (Bakara: 32)

 

Bâyezid-i Bestâmî -Kuddise Sırruh- (Ö. 848)

Cezbe ve vecd halinde iken söylediği bazı sözlerini muasırları anlayamadılar. “Kendimi tesbih ederim, şanım ne kadar yücedir!”, “Çadırımı arşın hizasına kurdum.” gibi bazı sözleri üzerine çeşitli ithamlarda bulundular. Bu mübarek Allah dostunun şerefine lâyık olmayan sözler sarfettiler. O kadar dikkatleri üzerine çekmişti ki, yedi defa Bestâm’dan ayrılmaya mecbur bıraktılar. Fakat bunlardan hiç birisi başarıya ulaşamadı, başlarına bir çok haller geldi.

Kendisi de onların bu durumundan yakınır ve Bestâm’ın yarı okumuşları saçımı, sakalımı ağarttı.” buyururdu.

İçlerinde daha sonraları hatalarını anlayanlar çıktı, büyüklüğünü görerek saygı göstermeye başladılar.

Şöhreti âfaka ulaşan Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretlerini nice ârifler, veliler ve âlimler ziyaret etmiş, mübarek lisanından duyduklarını bir kelime olsun ilâve etmeden rivâyete çalışmışlardır.

Onun bir hususiyeti ilmi Hakk’tan almasıdır.

Bir toplulukta “Filan hoca ilmini filan zâttan almış... Falan âlim bilgisini şu medresede geliştirmiş...” şeklinde konuşmalar geçiyordu.

Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri onları dikkatle dinledi ve şöyle buyurdu:

“Bahsettiğiniz zâtlar ilmi ölüden almışlar, biz ise ilmimizi hiç ölmeyenden aldık.”

Bu sözleri ile “Faydalı olan” mârifet ilminin kalbinde kaynadığını ve dilinden döküldüğünü anlatmaya çalışmışlardır.

Bir beyanları da şöyle:

“Unuttuğunda cahil olacağı için, kitaplardan bazı şeyler ezberleyen kimselere âlim denmez. Hakiki âlim, öğrenmeden ve ezberlemeden, dilediği anda Hakk’tan ilim alabilen kimsedir.”

Bir gün bir camide fıkıh dersi okutan bir âlimin ders halkasına oturmuştu. O arada birisi bir feraiz meselesi sordu. “Birisi öldü, geride şu kadar malı ve şu şu yakınları kaldı, bunun mirası nasıl taksim edilir?” dedi. Fakih cevap vermeye çalışırken Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri kendisini alamadı ve “Ey üstad! Öldüğünde Allah’tan başka kimsesi kalmayan kimse hakkında ne buyurursun?” dedi.

Orada bulunanlar hayretle birbirine bakıyorlardı. Sözlerine devam etti:

“Aslında insanın sahip olduğu hiç bir şeyi yoktur. Öldüğünde tıpkı önceden olduğu gibi, sadece Mevlâ’sı kalır. Çünkü insan dünyaya gönderilmeden önce de yalnızdı, bu âlemde de yalnızdır. Amma çoğu zaman yalnızlığının farkında değildir, ancak kabre konulduğu zaman anlar.”

Fakih onun bu hikmetli sözleri karşısında “Sen bu ilmi kimden aldın?” dediğinde “Ben bu ilmi Hakk’tan aldım.” buyurdu.

Geniş bir mârifet ve irfan hazinesine sahip oluşu sebebiyle “Sultan-ül Ârif’în” ünvanını almıştı.

Sorulan suallere verdiği her cevap, gönüllere feyz havası estirmiş, sadırlara şifa olmuştu.

Mârifetullah’ın ne olduğu sorulduğu zaman:

“Hükümdarlar bir memlekete girdikleri zaman orayı perişan ederler, halkın şerefli kimselerini zelil kılarlar.” (Neml: 34)

Âyet-i kerime’sini okudu.

Yani bir kasabayı ele geçirdikleri zaman sultanların âdeti, halkını köleleştirmek ve kendilerine boyun eğdirmektir. Artık bundan sonra halk, sultanın emri olmadan hiç bir şey yapamaz. Mârifet de böyledir, bir kalbe girince orada ne var ne yok hepsini dışarı atar. Orada kımıldayan her şeyi derhal yakar kül eder.

Mârifetullah’ı gönül sultanı haline getiren Bâyezid -kuddise sırruh- Hazretleri, kendisi de ehl-i mârifetin ve âriflerin sultanı olmuştur.

“Mârifet nasıl kazanılır?” diyen bir kimseye de “Mârifet sahipleri haklarından feragat ederek, kendilerini O’na vakfederek buna nâil olmuşlardır.” demiştir.

Bu husustaki bir beyanları şöyledir:

“Allah hakkında Allah sayesinde mârifet sahibi oldum. Allah’tan başkası hakkında ise Allah’ın nûru ile mârifet sahibi oldum.”

Âriflerin sultanı Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri Hicri 234 Milâdî 848 yılında, kıyamete kadar anılacak bir isimle ahirete intikal ettiler.

Son nefeslerinde “Bir kerecik anamadım seni Yâ Rabbî, meğer ki cahilliğimle... Bir kerecik ibadet edemedim, meğer ki uzaklığımla...” buyurmuşlardır.

Vefatından sonra rüyada görenler “Hâlin nice oldu?” diye sordular.

Buyurdu ki:

“Bana ‘Ey Pir! Ne getirdin?’ dediler. Ben de dedim ki ‘Dilenci padişahın kapısına gelince ona ne getirdin demezler, ne istersin derler.’ O anda bir hitap geldi. ‘Doğru söylüyor, onu bırakın.”

Türbesi Bestâm’da, tarihi binaların bulunduğu yerde, süs ve ihtişamdan uzak bir halde bulunmaktadır.

 

Abdulkâdir-i Geylânî -Kuddise Sırruh- (Ö. 1166)

Abdulkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri dinin zâhiri hükümlerine titizlikle bağlı kalmıştı. Bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî hallerin dini ölçülerin dışına taşmamasını söylerdi. Müridlerine hep “Uyun, uydurmayın, itaat edin muhalefet etmeyin, temizlenin kirlenmeyin.” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu.

İlk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak bir kaç kişiye hitap ediyordu. Daha sonra cemaatı giderek arttı, medrese dar gelmeye başladı. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için binlerce kişi Bağdat’a gelirdi. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Allah’ın şâhini” mânâsına gelen “Bâzullah” ünvanıyla anıldı.

Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sâde bir üslup kullanmış, konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren duâ ve niyazlara yer vermiştir.

“El-gunye” adlı eseri; iman, tevhid ve ahlâkı konu almaktadır. İbadetlerin faziletine ve müslümanların günlük hayatla ilgili hal ve hareketlerine geniş yer vermiştir.

Muhammed Es’ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Üçüncü kitap” olarak vasıflandırdığı “Fethür-Rabbânî” adlı eseri, verdiği vaazların müridleri tarafından notlar halinde yazılmasından meydana gelmiştir ve en önemli eseridir.

“Fütûhul-gayb”, Hazret’in meclislerinde oğlu tarafından toplanan yetmişsekiz vaazdan meydana gelmiştir.

On beş mektubunun bulunduğu “Mektubat” ile “Sırrul-esrar”, “El-füyûzâtür-Rabbâniye” gibi eserleri de vardır.

“Gavs-ı Âzam” olarak da tanınan Abdulkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhul-gayb” adlı eserinin 14. Makalesinde şöyle buyurmaktadır:

“Sen nefsine, kötü arzularına taptıkça, velilerin derecesine çıkmayı isteme. Halbuki onlar, yalnız Mevlâ’ya kulluk ederler. Senin istediğin dünya; onların ki ise ukba.

Sen, yalnız bu dünyayı görürsün; onlar, yerin göğün sahibini görürler.

Sen, halka ünsiyet edersin; onlar, daima Hakk’la olurlar.

Senin kalbin, yerdekilere bağlı; onların kalbi, arşa bağlıdır.

Sen, gördüğünü tuzağa düşürmek istersin onlara gelince; senin gördüklerine iltifat etmezler. Yalnız yaradanı görürler ve O’nun emirlerine uymaya bakarlar.

O Allah dostları, bulacaklarını Hakk’la buldular; ereceklerine erdiler. Sana gelince; zavallı bir halde, şehvetine uydun kaldın. Yalnız dünyayı ve arzularını gördün. Halbuki onlar; halkı, arzularını, temennilerini bırakarak bu yola girdiler... Yüksek derecelere bu sayede erdiler. Onları bu makama, yaptıkları, ibadet, taat, sena götürdü. Bu da onlara Allah’ın bir ihsanıdır ki seçtiğine verir.

Onlar; ibadete, taata, Allah’ın yardımı ve verdiği kolaylıkla, bıkmadan usanmadan koştular...

İbadet onlara ruh oldu. Manevî bir gıda oldu...

Onlar, bu hâle devam ettiklerinden, dünya başlarına belâ oldu... Bir felâket halini aldı. Fakat onlar bunu duymadılar. Kendilerini cennet evinde gördüler. Onlar her şeyin evvelini aradılar, şimdiki hâline aldanmadılar. Hakk Teâlâ onları evvelden niçin yarattı ve neyi anlattıysa onu öğrenmeye çalıştılar.

Yer onların hürmetine durur. Semâ onların duâsıyla açılır... Ölüm onların kararıyla olur... Bu salâhiyeti onlara Mevlâ vermiştir.

Padişah onları yerin düzeni için yaratmıştır, yer yüzünü onlarla bezetmiştir. Onlar hep birden dağlar gibidirler. Hakk’a giden yollar bunlar arasından açılmıştır.

Malı, mülkü gaye edinip bunlardan kaçana merhamet yoktur.

Onlar, yer yüzündekilerin hayırlısıdır... Yer gök baki kaldıkça onlara selâm ve saygılar olsun.”

Abdulkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri ölüm anında, yanında bulunanlara şöyle diyordu:

“Şu anda benim yanımda sizlerden başkaları da var. Onlara biraz yer açın. Onların yanında edebli olun. Nâzik olun. Orada büyük bir rahmet vardır. Onlara yeri daraltmayın. Onlara da yer kalsın.”

Evlâdlarından birinin anlattığına göre Hazret, bu esnâda ayrıca şu cümleleri mırıldanıyordu:

“Ve aleykümüsselâm ve rahmetullâhi ve berekâtühü.”

Abdulkâdir Geylânî Hazretleri Bağdat’ta vefat etmiştir.

 

Mevlânâ Celâleddin-î Rûmi -Kuddise Sırruh- (Ö. 1273)

Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri, babasının müridi olan Seyyid Burhaneddin -kuddise sırruh- Hazretleri’nden dokuz yıl kadar tahsil ve terbiye görmüştü. Daha sonra hocasının emir ve tensibiyle Halep’e gitti, gerek zahiri gerekse bâtınî ilimlerde tekâmül etmiş şahsiyetlerle görüştü ve onlardan feyz aldı. Oradan Şam’a geçti, Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- ve Sadreddin Konevî -kuddise sırruh- gibi meşhur sufî ve âlimlerle görüşüp sohbet etti.

Konya’ya geldikten sonra talebelere ders vermeye, halka vaaz ve nasihatta bulunmaya başladı. Herkes elini öpmek ve duâsını almak için can atıyor, ona “Dinin önderi, Şeriat-ı Ahmedî’nin direği” diyorlardı.

Musa Aleyhisselâm bunca kemâlâta ermesine rağmen yine de nasıl ki Hazret-i Hızır’ı aramaya koyuldu ise, Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de bunca kemâlat ile yetinmeyerek, Allah-u Teâlâ’nın perdesi altında gizli bulunan ve hiç kimse tarafından bilinmeyen bir Hakk eri aramakta idi. Nihayet Allah-u Teâlâ karşısına Şems-i Tebrizî -kuddise sırruh- Hazretlerini çıkardı. Mânevî bir işaret ile Konya’ya gelen Şems-i Tebrizî -kuddise sırruh- Hazretleri ile karşılaştılar. Onun mânevî cezbesine öyle kapıldı ki, her şeyden alâkasını kesti.

Bu sıralarda mazhar olduğu hali şöyle anlatıyor:

“Şems bana sual sorduğu zaman tepemden sanki bir duman çıktı, tâ arşın üstüne kadar yükseldi. İşte o andan itibaren dersleri de, vaazları da bıraktım. Ruh sahifeleri üzerinde yazılan yazıları okumaya başladım.”

Bu iki gönül dostu aylarca başbaşa kalıp sohbet ettiler. Daha sonra Şems-i Tebrizî -kuddise sırruh- Hazretleri aniden ortadan kayboldu.

Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri’nin en meşhur eseri “Mesnevî”dir. Bu kitabın yazılmasında çok sevdiği hulefâsından Hüsameddin Çelebi’nin çok büyük emeği olmuştur. Onbeş yıllık beraberliklerinin en güzel yadigârı olan Mesnevî, altı cilt olup Farsça beyitler halindedir.

Sabah akşam her yerde Sünuhat gelip coştuğunda o söyler, Hüsameddin Çelebi’de yazardı. Bu işe aşk ile öylesine girmişlerdi ki, bazı geceler sabahladıkları olurdu. Yazdıklarını yüksek sesle vecd içinde Hazret’e tekrar okur, tetkik ederlerdi.

Kendisine “Sizden sonra yerinize kim geçecek?” dediklerinde “Çelebi Hüsameddin!” cevabını vermiştir.

Hanımı “Keşke Celaleddin dörtyüz yıl yaşasa idi de âlemi hakikat ve mârifetlerle donatsaydı!” deyince Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Amma da yaptın ha! Yoksa biz Firavun’muyuz, Nemrud’muyuz? Biz bu toprak âleminde eyleşmeye gelmedik. Biz bu dünya zindanında esir bulunmaktayız. Umarız ki yakında sevgili’ye kavuşuruz. Eğer bir avuç düşkünün irşadı ve işlerine bakmamız olmasaydı, bu yer yüzünde bir an olsun durmazdık.” buyurmuştur.

Mesnevî’de Mârifetullah ile ilgili beyanları şöyledir:

“İki türlü akıl vardır. Birincisi kazanma ile elde edilen akıldır ki, mektepde çocuğun öğrendiği gibi öğrenirsin.

Kitaptan, üstaddan, fikir ve zikirden, mânâlardan, güzel ve dokunaklı bilgilerden, aklın başkalarından daha çok artar. Amma onu ezberlemekten dolayı da ağırlaşır sıkılırsın. Geze dolaşa âdeta bir ezberleme levhası kesilirsin. Halbuki bunlardan geçen, bir levh-i mahfuz olur.

Öteki akıl Hakk vergisidir. Onun kaynağı tâ candadır.

Gönülden ilim irfan pınarı kaynayıverince, artık ne kokar, ne ekşir, ne de sararır.

Kaynağın yolu kapansa bile üzülmeye ne gerek, çünkü o evin içinde fışkırmadadır.

Tahsil ile kazanılan akıl ırmaklar gibidir. Şuradan buradan dolaşıp evlere girer. Yolu kapandı mı çaresiz kalır, akmaz. Sen pınarı gönlünde ara.” (c.4, 1960-1967)

“Aklının aklı içtir, özdür, senin aklın ise kabuktur. Hayvanın midesi daima kabuk arar. İçi arayan kabuğu hiç sevmez, ondan bıkar usanır. İç ve öz, temiz kişilere helâldir.

Kabuktan ibaret olan akıl, yüzlerce delil gösterse de, Akl-ı kül kesin olarak bilmediği yola hiç adım atar mı?

Akıl, defterleri baştan başa karalar durur. Aklın aklı ise, ufukları ay ile nûrlandırır.

O karadan da geçmiştir aktan da... Onun ayının nûru, gönlü de canı da parlatmıştır.” (c.3, 2528-2532)

Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Divân-ı Kebir” adlı eserindeki şiirler Şems -kuddise sırruh- ile buluşmasından sonra söylenmiştir.

Çeşitli yer ve zamanlarda, hususiyetle semâ sırasında duygularını dile getirdiği şiirler “Kâtib-i esrar” denilen özel katipler tarafından anında kaydediliyordu. Söylediği şiirlerin hiçbirini kalem kağıt kullanarak bizzat tesbit etmemiştir. “Divan-ı Kebir” in üslup, ifade ve heyecan bakımından “Mesnevî”den hiç farkı yoktur.

Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri’ne göre söz, vezin ve kafiye mânâyı kayıtlamaktadır. Mânâyı daralttığı için harfi bile kınar, söze sığmayan mânânın vezin ve kafiyeye hiç sığmayacağını söyler.

“Fihi mâ Fih” adlı eseri, sözlerinin not edilmesinden meydana gelen orta hacimli bir kitaptır. Sadece tasavvufî fikirlerini değil, dünya görüşünü de nakleder.

“Mevâizu Mecâlis-Seb’a” Mevlana -kuddise sırruh- Hazretleri’nin yedi vaazını muhtevidir. Vaaz sırasında dinleyenlerin not etmesinden meydana gelmiştir.

“Mektubat” ise, çeşitli zamanlarda tavsiyelerde bulunmak üzere yazdırmış olduğu mektupların bir araya gelmesinden meydana çıkmıştır.

“Bu ilmi bir can bir candan beller, kitaptan defterden öğrenilmez.” buyuran Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri 1273 yılında vefat etmiş, babası Sultan-ül ulemâ’nın yanına defnedilmiştir.

 

Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -Kuddise Sırruh- (Ö. 1389)

İsm-i âlileri Muhammed Bahaüddin, “Nakşeden” mânâsına gelen “Nakşibend” ise lâkabıdır. Baştaki “Şah” kelimesi de “Gönül Sultanı” mânâsına bir saygı ifadesidir.

Babasının ve dedesinin mürşidi olan Muhammed Baba Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri kendisinin doğumunu “Buradan benim burnuma büyük bir zâtın kokusu geliyor” diyerek müjdelemiş, üç günlük bebek iken Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri tarafından “Bu bizim oğlumuzdur.” buyurularak mânevî evlatlığa kabul edilmiş; tasavvufî terbiyesi daha o gün, beraberinde bulunan halifesi Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretlerine havale buyurulmuştur.

Muhammed Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri henüz maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dini ilimlerin tahsili için Semerkant’a gitti. Orada tahsilini tamamlayarak onsekiz yaşında memleketine döndü ve evlendi.

Semmâsî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin vefatından sonra Kasrıârifân’a gelen Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri, Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretlerine şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun mânevî eğitimi ile meşgul olmaya başlamıştır.

Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri ile birlikte Nesef’e giden Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri yedi yıl kadar orada kaldı.

Mürşidi tarafından dergâha abdest suyu taşıma görevi verildiği günler oldu.

Tarikat âdâb ve erkânını öğrenen Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri bir gün, şeyhinin doğduğu Suhâri’de yapılan bir camiye tuğla taşırken Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri tarafından huzuruna çağırıldı, sulûkünü tamamladığı bildirildi ve irşada mezun kılındı.

Emir Külâl -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurdular:

“Şeyhimin senin yetişmen hususundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâlât semâsında dilediğin gibi uçmaya tarafımdan mezunsun.”

Cami inşası sırasında beşyüz kadar müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra oradan ayrıldı.

Bundan sonra Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri şeyhinin bir diğer halifesi Ârif Dikkerânî’nin yedi yıl kadar sohbetine katıldı.

Bunun ardından Yusuf Hemedanî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin neslinden, Yeseviye tarikatı mensubu iki Türk şeyh ile buluştu. Bunlardan Kusem şeyh ile ilişkisi kısa sürdü. Halil Ata’nın yanında ise oniki yıl kaldı, sohbetlerinde bulundu.

Mevlânâ Bahaüddin Kışlâki’den hadis dersi de alan Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Herat, Merv, Nişabur gibi beldelere muhtelif zamanlarda seyahatleri oldu.

Henüz şeyhinin sağlığında iken irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhib kitlesi husule gelmişti.

Silsile-i sâdâtın onuncu halkası olan Abdülhâlik Gücdüvanî -kuddise sırruh- Hazretleri zamanında gizli zikre önem veren “Hâcegân yolu”nda Mahmud Fağnevi -kuddise sırruh- Hazretleri ile cehri zikri, hâfi ile birleştirildi. Muhammed Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri “Zikr-i Hâfî”ye meyilleri sebebiyle bir bakıma, kendisinden yaklaşık bir asır önce yaşamış olan Abdülhâlik Gücdüvanî -kuddise sırruh- Hazretlerine ruhanî olarak intisab etti, üveysi müridi oldu.

Çok yönlü bir şekilde uzun süren müridlik devresini tamamladıktan sonra doğum yeri olan Kasrıârifan’a dönerek müridlerini yetiştirmeye başlayan Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri üç defa Hacc maksadıyla Hicaz’a gitti.

Son Hacc’ında halifelerinden Muhammed Parisâ -kuddise sırruh-u müridleriyle Nişâbur’a gönderdi. Kendisi Herat’a giderek Zeyniye tarikatının kurucusu Zeynüddin Ebu Bekir Tâyubâdî -kuddise sırruh-u ziyaret etti. Üç gün süreyle sohbetlerde bulunduktan sonra Nişâbur’da bulunan dostlarına yetişti.

Hacc dönüşü Bağdat ve Merv’e uğrayan Hazret, daha sonra Buhara’ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada sürdürdü.

Bir ara Herat Hükümdarı Müizzüddin Hüseyin’in tarafından Herat’a dâvet edildi. Bu ziyaret esnasında tasavvuf anlayışını ve tarikatının esaslarını hükümdara anlatma fırsatı buldu.

Hükümdara pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki itibarını ve “Gönüller Sultanı” olma hususiyetini daha da arttırdı.

Dönemin sûfileri yanında ulemâ da kendisine saygı duymuş, o da devrinin âlimlerine hürmet etmiştir.

Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri’nin doğduğu yıllar, Osmanlı Devleti’nin kuruluş asrına rastlamaktadır.

Doğumundan bir asır evvel Moğol Hükümdarı Cengiz Han Buhara’yı işgal edip yakmadık yıkmadık târumâr etmedik yer bırakmadı. Bundan sonra Buhara, Moğollarla, Harzemliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek bir çok karışıklıklar yaşadı.

Hazret doğduğunda Buhara, İran Moğolları ile müttefikleri olan Çağatay hanedanı’nın elindeydi.

Muhammed Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri hayatı boyunca Ahkâm-ı ilâhiye bağlı kalmış, Sünnet-i seniyye çizgisinden hiç bir zaman inhiraf etmemiştir.

Çok mütevazi bir hayat yaşamış, haramlardan ve şüphelilerden titizlikle kaçınmış, ruhsat yolundan çok azimet yolunu seçmiştir.

Misafirlerine ikrâmdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışır, mahlukata şefkat nazarı ile bakardı.

“Bizi fazilet kapısından iki şeyle aldılar. “Mahviyet ve niyaz” buyurmuşlar ve yakınlarını da bu nokta üzerinde toplamaya, bu iki hususu sevdirmeye özen göstermişlerdir.

Vefatı yaklaştığı demlerde “Muhammed Pârisâ’nın eli benim elimdir, her kim bizi istiyorsa Muhammed Pârisâ’ya nazar etsin.” buyurarak Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri’ni işaret etmesine rağmen, emanet Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri’ne geçmiş ve yol oradan devam etmiştir.

Herkesin irşad kabiliyetleri ayrı ayrıdır. Bazı veliler irşada mezundur, bazıları değildir. Derecelerinin farkını yalnız Allah bilir.

Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri 3 Rebiülevvel 791, 2 Mart 1389 tarihinde doğduğu yer Kasrıârifan’da Hakk’a kavuştular.

Cenaze merasiminde şu beytin okunmasını istemişlerdi: “Büyük müflislerin köyünde ey şâh! Cemâlinden kılarız şey’en lillâh”

Buhara ile Bahaüddin -kuddise sırruh- Hazretleri arasında kurulan mânevî bağ o kadar kuvvetli olmuştur ki, Buharalı’lar onu “Belâyı defeden Hâce” mânâsına gelen “Hâce-i belâ-gerdân” diye anmışlardır. Onun mânevî varlığı bütün Orta Asya müslümanları için bir ilim ve kutsiyet merkezi haline gelmesinde önemli bir faktör olmuştur.

Yetmiş yıllık komünizm rejimi sırasında da halkın mânevî himaye merkezi gibi hizmet görmüştür.

Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri’nin nûrlu bazı sözleri, başkalarının telif ettiği eserler yoluyla günümüze intikal etmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ders ders öğretildiği rivayet edilen “Evrad-ı Bahâiyye” ise “Duâlar” kitabımızın son bölümünde bulunmaktadır.

Bu pek mühim münâcaatın bir çok yerlerinde Mârifetullah’tan izler bulunmaktadır:

“Allah’ım! Bize ilminden ilim öğret ve seni bilmemize anlayış ver, yardım kılıcını boynumuza as!”

“Allah’ım! Nûru mahluktan önce olan, zuhuru âlemlere rahmet olan Efendimiz Muhammed Aleyhisselâm’a salât ve selâm eyle!”

Büyük hakikatları ortaya koyan diğer bazı beyanları da şöyledir:

“Ben Hakk’a ulaşmayı istedim. Allah-u Teâlâ beni bu yolda rehberlik yapanlara ulaştırdı, onlar da beni Hakk’a ulaştırdı.

Şimdi ise bir çok insanlar kendi kendilerine Hakk’ı arıyorlar, bulmak istiyorlar. Gerçek yolcuları Allah-u Teâlâ bize gönderir. Biz de ezelî nasibi varsa, Hakk’ın ihsan ettiği nasibini verir ve onu Hakk’a ulaştırırız. Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır.”

“Biz Sevgiliye eriştirmeye vasıtayız. Yola düşenlere gerektir ki, sonunda bizden kesilip sevgiliye ulaşsınlar.”

“Cüneyd ‘Okuyanlar erişemedi, sofiler erişti.’ demiştir. Okuyanlar isimlerle uğraşır, sofi ise isimlerin sahibiyle”

“Bize kibir atfetmişler. Bizim kibrimiz kibir değil Kibriyâ’dır.”


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR