Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşme, Avrupa’ya benzeme, onlar gibi olma hevesi Tanzimat’a dayanır. Bu düşüncede olan Osmanlı ve Cumhuriyet bürokrasisi, aydınları ve halk, ülkenin gerilemesini, ekonomik olarak düze çıkamamasını, dünya siyasetinde söz sahibi olamamasını ve dahi Avrupa’nın gelişip ilerlemesini, Avrupa ve Batı’dan kopmasına ve bu gruba dahil olamamasına bağladılar. Halbuki dedelerimiz kıtadan kıtaya at koşturup gittikleri her yeri İslâm nuru, ahlâkı, adaleti, hukukuyla tenvir ederken, Avrupa Osmanlı’ya muhtaçtı. O zaman ileri idiler daha sonra neden gerilediler?
Konunun özünde aidiyet meselesi vardır: Türkiye nereye, hangi tarafa âittir? Eğer bu ülke İslâm’a, öz kültürüne ve kendine âitse ona göre hareket edecek; yok eğer Avrupa ve Batı’ya âitse ona göre yaşayacak; sosyal hayattan hukuka, ordudan sanata, ekonomiye Avrupa’ya benzeyecektir. Daha doğrusu benzemeye çalışacaktır. Bu vatan ve millet dini, tarihi, kültürü, içtimai hayatıyla ve hatta ordusuyla İslâm’a âittir.
O zaman Osmanlı’nın yüzü, yönü Hakk’a dönüktü, Allah-u Teâlâ Hazretleri de muzafferiyet, huzur, güven, ferah ve rahmet yağdırıyordu. O zaman Hazret-i Allah’a sığınan, yalvaran, yönelen O’ndan isteyenler vardı; O da lütfundan herşeyi ihsan ediyordu. O’na yönelindikçe Hazret-i Allah da ihsan ediyordu. Her bir padişah yanına Hazret-i Allah’ın bir sevgilisini almış, öylece hareket ediyordu; O da kazanılmayacak savaşlarda zaferler bahşediyor; hayatın her noktasında kemâliyat zirvelerine ulaştırıyordu.
Ve fakat ne zaman ki maddeye sarılınıp mânâ bırakıldı, gerileme başladı. O andan itibaren yalnız maddeye değer verilmeye başlandığı için Avrupa imrenilecek, örnek alınacak taraf oldu. Avrupa’ya benzeyerek, onlar gibi olarak eski ihtişamlı günlerimize döneceğimiz zannedildi. Ve fakat tam tersi oldu, onlarla beraber olmaya, onlara benzemeye çalıştıkça iyice geriledik ve hatta onlara bağımlı ve borçlu konuma düştük.
Osmanlı’nın son dönemlerinde onlara benzemeye çalıştık ama bizim vatanımızı işgal edip parçaladılar ve gene onlara karşı savaşıp toprağımızı geri aldık. Kurtuluşu onlarda görmüştük ama bizi işgal ettiler. Bugün de aynı hesaplar yapılıyor.
Tarih boyunca birbiriyle çok kanlı savaşlar yapmış olan bu yaşlı kıta devletleri, müslüman Türkleri hep bir tehdit olarak görmüşlerdir. Bu bugün de böyledir. Avrupa hıristiyan, Türkler ise müslümandır. Avrupa Roma İmparatorluğu’nun Grek Helenizminin ve daha sonra hıristiyanlığın yoğurduğu bir kıtadır. Bu kıta halklarının kültürü bunlara dayanır. Avrupa Haçlı Seferleri’nin kaynağı ve yatağıdır. Avrupa’yı yoğuran maddeler bunlardır. Özellikle 600 yıllık Osmanlı tarihi boyunca, müslüman Türkler’e karşı düşmanlık, Avrupa edebiyatında, müziğinde, resminde kendini göstermiştir.
Demek ki Avrupa’nın mayasında müslüman Türkler’e karşı bir sıcaklık, yakınlık yoktur ve hatta aksine bir hasmiyet vardır. Ve biz onların dinine girmedikçe de bu yaklaşımlarının değişmesi mümkün değildir.
Türkiye, Soğuk Savaş’ın gergin yıllarında 1963’te Avrupa’nın kapısını çalıyor ve Avrupa Ekonomik Topluluğu Türkiye’yi “Ortak üye” yapıyordu. Ve fakat 1963 yıllarıyla beraber Rumlar’ın Kıbrıs’ta Türkler’e kanlı saldırıları karşısında Avrupa’nın kayıtsızlığı, Türkler’in nasıl algılandığını açıkça ortaya koyuyordu. Avrupa ve Batı, Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın yanında yer almıştı. 1980’li yıllarla beraber Avrupa ekonomik olarak refah toplumu olmuştu. Soğuk Savaş koşulları yavaş yavaş ortadan kalkmış, Türkiye’nin Avrupa için önemi azalmıştı. Türkiye’nin 1987’de yaptığı tam üyelik başvurusu reddediliyordu. Halbuki o zaman, bugün olduğu gibi Kıbrıs, Ege, Avrupa Birliği’nin üyelik koşulları değildi. Ama gene de üyelik başvurusu reddedilmişti. 1995’te Gümrük Birliği belgesi imzalandı. Bu belge ile Türkiye tek yanlı olarak Avrupa Birliği’ne bağımlı kılınıyordu.
“Üye olamadık ama bari Gümrük Birliği’ne girelim” düşüncesiyle yola çıkan Türkiye tam üye olmadan ABİle Gümrük Birliği’ni gerçekleştiren ilk ve tek ülkedir. Bu anlaşma ile Türkiye tek yanlı olarak yükümlülükler altına girmektedir; hem de siyasi, hukuki ve ekonomik olarak. Bu anlaşma;
– AB’nin dış ticaret politikalarına uyma zorunluluğu,
– AB’nin bugüne kadar üçüncü ülkelerle imzalamış olduğu ve ileride imzalayacağı ticaret anlaşmalarına uyma zorunluluğu,
– Üçüncü ülkelerle tercihli ticaret anlaşmaları konusunda getirilen sınırlamalar,
– AB Adalet Divanı’nın aldığı kararlara kesinlikle uyulma zorunluluğu,
– AB’nin çıkaracağı Gümrük Birliği ile ilgili mevzuata uyma zorunluluğu getiriyor.
Görülüyor ki Türkiye yer almadığı, üye yapılmadığı AB’nin denetimine giriyor. Türkiye tam üye olmadığı halde, tam üyelerin belirlediği dış ilişkiler şablonuna, bir tam üye yükümlülüğü ile sokulmuş bulunmaktadır. Türkiye’nin dış ilişkilerinin bir şekilde kontrol altına alınmasıdır bu. Türkiye mevzuatı yapan kurumlarda yok, kendi görüş ve çıkarlarını koruyamıyor, gereken hallerde veto hakkını kullanamıyor ama bu kararlara uyma zorunluluğu var. Tam üyeler ulusal çıkarlarına göre yasa çıkarırken, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına bu ters düşebilir. Çünkü Gümrük Birliği mevzuatları, Avrupa Birliği’nin siyasal, mali ve sosyal politikalarının bir aracı ve uzantısıdır. Örneğin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti veya Kıbrıs Rum kesimi hakkındaki bir mevzuata Türkiye uyma zorunluluğundadır. Hele Adalet Divanı’nın kararlarına kesinlikle uyma zorunluluğu Türkiye’yi iyice bağlamaktadır.
Ayrıca Türkiye’nin Gümrük Birliği sürecinde AB üyeleri ve üçüncü ülkeler karşısında açık bir pazar konumuna gelmesi, üretimden çok ithalata ağırlık verilmesine ve dolayısıyla dış ticaretin büyük açıklar vermesine neden olmuştur.
Ayrıca GB ile beklenen yabancı yatırımlar ve AB fonlarından gelecek yardımlar umulduğu gibi gerçekleşmemiştir.
Dolayısıyla Türkiye, yalnızca ticari bir çarkın içine tek yanlı olarak sıkıştırılmakla kalmıyor, AB tam üyelerinin sosyal, mali, ekonomik ve siyasi uygulamalarına da dolaylı olarak bağlanmış oluyor. Gümrük Birliği AB’ye girmek için verilen hem ticari hem siyasi bir tavizdir.
Takip edildiği üzere AB Türkiye’yi dışlamıyor, istediklerini kolaylıkla elde etmek istiyor ama tam üye yapmaya da hiç niyeti yok. Asıl gayesi bölgenin güçlü ve söz sahibi ülkesi Türkiye’yi denetim altında tutmaktır.
Gümrük Birliği ile başlayan ticari “köleliği” Kopenhag Kriterleri, Uyum Yasaları, Ulusal Program gibi çeşitli vasıtalarla, bürokrasiye, eğitime, hukuka daha doğrusu Türkiye’nin hayatının her anına yaymak istiyor. Türkiye’nin içişlerine karışmaya kadar işi götürüyorlar. Azınlık hakları, özgürlük adı altında bugün Kürt vatandaşlarımızı azınlık olarak göstermek istiyorlar. İstedikleri zaman içişlerimize karışabilecekler. Kürtlere azınlık diyerek bu vatana âit olmadıkları işaret edilerek bölünmenin önü açılıyor. AB farklı etnik kökenlerden oluşan Türkiye’yi etkin kökenlere göre bölme ve parçalama çabasındadır. Avrupa Parlamentosu 1996’da aldığı bir kararda Güneydoğu Anadolu bölgemizden “Kürdistan” diye bahsetmiştir. Gene 1999’daki bir kararda gene aynı Parlamento’nun kararı aynen şöyle demektedir: “Bay Öcalan’a verilen cezayı lanetliyoruz ve ölüm cezasının kullanılmasına kesinlikle muhalifiz.” AB PKK’yı muhatap alarak Avrupa Komisyonu Başkanı imzasıyla mektup bile göndermiştir. Ve daha pek çok kararla Türkiye’nin PKK’va ayrılıkçı gruplar kaşısındaki gardını düşürmeye çalışmıştır ve halen çalışmaktadır. PKK’nın siyasallaştırılması da AB ülkelerinin desteğiyle olmaktadır. Esasen PKK’yı Avrupa bir terör örgütü olarak görmemektedir. Bu bile Avrupa’nın Türkiye’ye bakış açısını açıklaması aşamasında yeterli bir kriterdir.
Kıbrıs ve Ege Denizi’nin AB vasıtasıyla Yunanistan’ın denetimine sokulmasına çalışmaktadır. En mühim konulardan biri de budur. Avrupa Birliği Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci olarak görmekte ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adadan derhal çekilmesini istemektedir. Rum kesimini tam üye olarak AB’ye kabul etmekte ve fakat Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımamaktadır. 2000 yılında Avrupa Parlamentosu Genişleme Çalışma Grubu raporunda aynen şöyle denilmektedir: “Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının yüzde 37’sini yasadışı bir biçimde işgal etmektedir.” Bunlar Yunanistan’ın kışkırtmasıyla olmaktadır. Kıbrıs adasının Rumlara âit olduğunu, Rum kesimini AB’ye dahil ederek gösterdiler. Yani Avrupa Birliği bu konuda taraftır; tarafı da Yunan tarafıdır. Ve Türkiye hâlâ her tavizi verme pahasına AB’ye üye olmak için çırpınıyor. Nihai hedef Türkiye’nin parçalanıp, Ege Denizi, Ege adaları, Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesidir.
Ege Denizi konusunda da 1996 yılında yayınlanan bir Avrupa Parlamentosu kararında şöyle deniyor: “AB’nin bir üye devleti olan Yunanistan’ın egemenlik haklarını Türkiye tehlikeli bir biçimde ihlal etmektedir ve Ege’deki askeri gerginliğin artmasından ciddi biçimde kaygı duymaktadır... Yunanistan’ın sınırlarının aynı zamanda AB’nin dış sınırlarının parçası olduğunu vurguluyoruz.”
Açıkça Avrupa “Ben Yunan’ım, Yunan’da Avrupa’dır” diyor. “Yunan’la didişme karşında beni bulursun” diyor. Ve Türkiye hâlâ bu çifte standartlara gözü yumuk bakıyor.
Ege Denizi’nin karasularının 12 mile çıkarılması, kıta sahanlığı problemi Türkiye için çok hassas mevzulardır. Yunanistan’ın tavrı belliyken, Avrupa’da onun yanındayken hâlâ Avrupa Birliği’ne girme isteğimiz bizi zillete düşürür.
Ayrıca sözde Ermeni soykırımının Türkiye tarafından kabul edilmesi, Fener Rum Patrikhanesi’nin evrensel bir nitelik kazanması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden faaliyete geçirilmesi hep Avrupa’nın dikte ettiği, şart koştuğu maddelerdir üyelik için. Bir Avrupa Parlamentosu kararında İstanbul yerine Bizans İmparatorluğu dönemindeki adıyla “Konstantinopolis” sözcüğü kullanılmıştır. Bunlar hep Avrupa’nın niyetinin ifadeleridir.
Osmanlı’nın yıkılış sürecinde kullanılan unsurlardan biri de azınlıklardı. O zaman azınlıklara Avrupa’nın dayatmasıyla tanınan haklar Osmanlı’nın sonunu hazırladı. Bugün de yabancıların Türkiye’de toprak ve ev alabilmelerini sağlayan düzenlemeler yapılıyor. Bu şekildeki sosyal, siyasi, ekonomik ayrıcalıkların sonu nereye varır düşünmeliyiz. Bu gelişmeler sonucu Avrupa içişlerimize müdahale için bahaneler elde ediyor. Türk Devleti’nin hakimiyet ve nüfuzu azalacak ve parçalanmaya zemin hazırlanacak. Avrupa buna uğraşıyor.
Toprağını sat, Kıbrıs’ı ver, azınlıklara ayrıcalık ver, Ege Denizi’ni Yunan gölü yap, Patrikhaneyi Vatikan gibi bir yapıya dönüştür... Bunların sonu iyi olmaz. Bu bize yakışmaz. Bu kadar taviz ve alçalma ne İslâm dinine ne de Türk milletine yakışmaz. Ecdadımız nasıldı, biz nasılız!
Avrupa Birliği’ne kayıtsız şartsız üye olunmasını, taviz verilmesini istemek bize yakışmaz. Biz Avrupa’ya, Amerika’ya değil Allah-u Teâlâ’ya muhtacız. O’na yönelirsek, O bize her şeyi verir. Avrupa’ya, Amerika’ya yaslanmaktansa, O’na dayanalım.