Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri rüyâyı sorar, katiyyen tabir buyurmazlardı. Hayatımızda bir rüyâyı iki defa sorduklarını, fakat tabir etmediklerini biliyoruz. Mahşerdeki defter verilme durumu ile ilgili rüyâ idi. ‘Oğlum bir daha anlat!’ buyurdular, başka bir şey ilave etmediler.
Gerek terbiyeyi, gerek rüyâ tabirini hep halle yaparlardı. Hazret-i Allah onlara hâl tasarrufu vermişti, bütün tasarruflarını hâl içinde kullanırlardı. Baktığımız zaman bütün hatalarımızı yüzlerinde görürdük ve kendimizi oradan ayarlardık. Üç kelime arka arkaya duymamışızdır.
Meselâ: ‘Şurdan şuraya git... Şunu yap!..’ buyurmazlardı. Bir defa hatırlıyoruz: ‘Onları at, onları at... Bize gelen bize yeter!’ buyurdular. Bize hep rumuz kullanırlardı. Üç mevzuyu değil de üç kelimeyi ard arda sıralamazlardı.
Yabancılara çok iltifat ederlerdi, fakat ihvanı diledikleri gibi terbiye ederlerdi.”
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Yeni intisap etttiğimiz günlerde idi. Halk Hazret-i Allah’a yönelişimizi tuhaf karşıladı. Hatta hiç unutmam, akrabamızdan birisi: ‘Kimin kızına göz kestirdin de namaz kılıyorsun?’ dedi. Fakat biz Hazret-i Allah’a sığınmıştık ve devam ediyorduk. Çevredeki insanlar nihayetinde anneme gittiler ve dediler ki: ‘Bu çocuk deli olacak, bunu bu yoldan al!’
Fakat Hazret-i Allah’ın tuttuğunu kul koparamıyor. Bir gün geldi annem bile Efendi Hazretleri’ne gitti.
Hatta annem gittiği zaman ona şöyle buyuruyor:
‘Allah-u Teâlâ sana hediye olarak iki çocuk verdi, onların ikisi de bir dükkânda çalışıyor.’
Hiç görmemişti, fakat Allah-u Teâlâ’nın bildirdiğini bildirmek istiyordu. Levh-i mahfuz’a bakardı da konuşurdu.”
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“Sabri Kaptan’ı tanımazdım, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri’ne ziyarete gelmiş, orada tanıştık. Vâlide hanım fakiri çağırmış, gittim. Efendi Hazretleri karşıda oturuyordu, huzurda Sabri Kaptan da vardı, bir kenara oturdum.
Vâlide hanım İstanbul’daki köşke birçok şeyler hazırlamış, onları benimle göndermek istiyor. Daha evvel söylemişti. Fakat: ‘Ben emirsiz bir adım atamam!’ demiştim.
Efendi Hazretleri’ne hitaben: ‘Efendi! Ben onu köşke göndereceğim, gitsin gitsin değil mi?’ dedi. Efendi Hazretleri hiç sesini çıkarmadı. Sonra bana döndü: ‘Bak izin aldım!’ dedi. ‘Yok vâlidanım, ben bu izinle bir adım atamam.’ dedim.
O zaman tekrar döndü: ‘Efendi! Köşke gitsin gitsin, değil mi?’ diye bastırarak söyledi. Yine hiç sesini çıkarmadı. ‘Vâlidanım ben bu hareketle bir adım atmam.’ dedim. Onlar dışarıya çıktı, Efendi Hazretleri’yle karşı karşıya kaldık. ‘Oğlum gitsen iyi olur!’ buyurdu. Amma Vâlidanıma gitsin demedi. Efendi Hazretleri’nden emir çıkınca Vâlidanımdan çıkmış gibi oldu.
Meğer ne hadiseler çıkacakmış, ne hadiseler başımıza gelecekmiş!
Anneme söyledim, o da: ‘Oğlum sana üç gün izin!’ dedi. Çünkü annem de rahatsız, işim de çok. ‘Peki anneciğim!’ dedim.
Vâlidanım da lüzumlu lüzumsuz birçok şeyler çuvala yüklemiş.
Giderken iki günü Hendek’te geçirdik, bir günüm kaldı. Adapazarı’na geldik, beni bir gülme aldı. Öyle gülüyorum ki, durmak tutmak mümkün değil! Kimbilir ne hikmet vardı o gülmede, hem gülüyorum hem de o çuvalı da taşıyorum. Tâ ki istasyona geldik, trene bindik, Pendik’e geldik. Oradan Erenköy trenine bineceğimiz yerde başka bir trene binmişiz. Sabri Kaptan: ‘Yanlış trene bindik, inelim!’ dedi. Tam ineceğimiz sırada tren de yürüdü. Onun bir torunu vardı, onu yere indireyim derken aşağıya düştüm, tam trenin altında kalıyordum. Her bakan: ‘Bu gitti!’ diyordu. O anda tren durdu ve oradan çıktık.
Fakat bu arada gizli mânevî filmler de dönüyordu, bunu hissediyordum.
Erenköy’e indiğimizde vakit biraz gecikmişti. Bir zâtın kapısını çaldılar. Evdekiler yattıkları halde, onu tanıdıkları için kalktılar, hemen bir çorba pişirdiler, önümüze koydular. Yemeğimizi yedik ve yattık.
O gece bir rüyâ zuhur etti, fakat kimseye bir şey demedim. Sabahleyin oturuyoruz, sohbet ediyoruz. O zât-ı muhterem: ‘Sabri! Bu kim?’ diye sordu. O da: ‘Düzce’de bir ayakkabıcı!’ diye cevap verdi. Ona: ‘Sen onu tanımıyorsun!’ dedi ve Sabri Kaptan’la hiç ilgilenmedi. Bizimle sohbet açtı. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz’den mevzu etti, bu evi ona nasıl hediye ettiğini uzun uzun anlattı.
Çıkışımızdan dönünceye kadar o hayatî hikmetler devam etti. Baştan aşağı gizli hikmetler vardı.”
Yaşayanlar ve görenler anlatıyor:
“İntisabdan sonra öyle bir arzu doğdu ki, hiçbir şey bilmediğimizden, her şeyi öğrenelim istiyorduk. Tahminen bir-iki haftalık iken bir pazar günü Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetlerine girdik. Bize döndüler ve “Yeter!..” buyurdular. Bir şeyi yasak ettiklerini hissettik, fakat ne olduğunu anlayamadık.
Bir hafta sonraki pazar günü tekrar gittik. Bize sıra gelince şöyle bir baktılar ve “Yeter, yeter!..” buyurdular.
O zaman düşündük, her halde dersin haricinde okuduğumuz şeyler var, onları men ediyorlar dedik. Emir kati olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Hayat boyunca Efendi Hazretleri’nden aldığımız emirler hep böyle rumuzladır. Arka-arkaya üç-dört kelâm duymuş ve açık bir emir almış değiliz. Çözebilirsen hakikati bulursun. Çözemezsen bu hakikat kaybolur gider. Bunun içindir ki, en küçük bir işaretlerini kaybetmeyelim diye dikkat kesilirdik.
Kısa bir müddet sonra askerlik çıktı. Şubede olduğumuz için hemen hemen beş vakit namazımızı da camide kılıyorduk. Muhterem bir hocaefendi vardı. Bir Cuma günü cemaate; “Kitapta yeni bir şey gördüm, sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
‘Sübhânellhahi vel-hamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm.’
Denilirse on günah gidiyor, on sevap veriliyor, on derecât artıyor.” dedi. Biz bunu duyunca tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık.
Aradan bir gün geçmeden bir rüyâ zuhur etti. Tanımadığımız bir kimse ile bir deniz kenarında bulunuyoruz. Bir de baktık ki Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-Hazretlerimiz küçük bir odada yatıyorlar. Duvarda bir de levha vardı, kalktıkları zaman mübarek sırtları o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Tam karşı karşıya gelmiş bulunduk. O anda bize buyurdular ki:
‘Yeter, yeter, yeter!.. Okuduğun sana yeter!’
Zaten tahmin ediyorduk da, şimdi daha iyi anlamış olduk. Bu sözleriyle: ‘Sana bir defa ‘Yeter!..’ dediler, sen anlamadın. İkinci defa ‘Yeter!..’ dediler, sen yine anlamadın. Şimdi ise biz ihtar ediyoruz.’ demek istiyorlardı. Onların birisi hepsi, hepsi birisidir...
Profesöre muayene olan hasta bir insan, hastalığına göre ilacını alır ve istimâle başlar. Daha tedavisi bitmeden profesöre kanaat etmeyip bir de asistana muayene olursa, kendi zannına göre o da ona bir ilaç verir. Fakat iki ilacı kullanan bir hasta şifa bulayım derken daha çok hastalanır. Marazı daha da artar.
Mânevî tedavi de böyledir. Mânevi tabib tedavisine aldığı müridine ilacını verip zikrullahla meşgul ettiriyor. İnkişafına kadar her şeyi kesiyor, bir ilaçla onu tedavi ediyor. Tedavisi bittikten sonra ise istediğini yapmakta serbest bırakıyor. Yoksa faydalıdır diye yapılan her şey hastalığı artırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Hatta bazı zevât-ı kiram istidatlı müridlere o tedavi esnasında Kur’an-ı kerim dahi okutmamış, elinden çekip almıştır. Hastalığını iyileştirdikten sonra eline vermiş ve “Al oku!..” demiş. Çünkü o âna kadar kalp hasta idi, okuduğundan bir şey anlamıyordu.
Bütün bocalamalar buradan geliyor. Kişi onu yapıyor, bunu yapıyor, sonra hiçbirisi de ele gelmiyor. Kıymetini bilmediği için icabında o nimeti de elinden kaçırıyor.
Bu bakımdan kalbi bir tek hedefe bağlamalı, dimağı sağa-sola oynatmamalı. Yolcu yolunda gerek!”