Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime, yüz seksen kelime ve dokuz yüz yetmiş altı harften teşekkül etmiştir.
İsmini birinci Âyet-i kerime’den almıştır. Bu isim bir alâmettir ve münâfıklar hakkında hükümleri ihtivâ etmektedir.
Cum’a sûre-i şerif’inde hakiki müminlerin güzel vasıfları anlatıldığı gibi; bu sûre-i celîle’de ise İslâm’ın ve müslümanların iç düşmanları olan münâfıkların en kötü vasıfları ortaya konulmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cuma namazında Cum’a sûre-i şerif’ini okur ve onunla müminleri teşvik ederdi. İkinci rekâtta ise Münâfikûn sûre-i şerif’ini okur, bu şekilde münâfıkları kınardı.
Bu sûre-i şerif; özü sözüne sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan, İslâm’ı içten yıkmaya yönelen kâfirlerin iç yüzlerini ortaya dökerek onları halk arasında rezil etmiştir.
Bu sûre-i şerif’te baş münâfık Abdullah bin Ubeyy bin Selül başta olmak üzere münâfıkların ahlâkları, huyları, hile ve desiseleri, bayağılıkları, korkaklıkları, kalplerinin körelmiş olması hülâsa olarak anlatılmaktadır. Çünkü onların tehlikeleri daha büyük ve verdikleri zarar daha çoktur.
Münâfıklar dış görünüşleri ile müslüman, iç yapıları itibariyle kâfir idiler.
Allah’a yemin etmek suretiyle renklerini gizlemeye çalışırlardı.
Gerek inananları, gerekse İslâmiyet’e ısınanları Allah yolundan çevirebilmek için ellerinden gelen gayreti gösterirlerdi.
Münâfıklar din ve Allah düşmanıdırlar. Düşmanların en tehlikelisidirler. Onlara hiçbir zaman itimat edilmez. Fırsat buldukları zaman yapamayacakları kötülük yoktur.
Bu mübarek sûre-i şerif’te ayrıca müminler uyarılmakta; münâfıklar gibi Allah-u Teâlâ’ya ibadet ve taati bırakıp dünya eğlencesi ile meşgul olmaktan sakındırılmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların yalan yere iman iddiâsında bulunduklarını ve yalan yere yemin etmekten sıkılmadıklarını, imandan sonra küfre saptıklarını, kalplerini mühürlediğini, onların sapık olduklarını, küfürde devam ettikçe tevbelerinin kabul edilmeyeceğini beyan buyurmaktadır:
“Münâfıklar sana geldikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz!’ derler.” (Münâfikûn: 1)
Baş münâfık Abdullan bir Ubeyy İslâm’a açıktan cephe aldığı takdirde, bunda başarılı olamayacağını ve kendisine çok pahalıya mâlolacağını bildiği için, müslüman olmuş gibi göründü. Böylece İslâm’ı içten çökertebilmenin plânlarını yapmaya başladı.
Huzura çıktıkları zaman ezilirler büzülürler, Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamber olduğuna dair şehâdette bulunurlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyleyerek riyâkârlık yaparlardı. Gerçekte şehâdetlerinde samimi değillerdi, göz göre göre yalan söylüyorlardı.
Allah-u Teâlâ onların tasdik etmek için değil, şehâdet getirerek müslümanları aldatmak için geldiklerini beşeriyete duyurdu.
“Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir.” (Münâfikûn: 1)
Çünkü seni gönderen O’dur, sen bütün insanları sapıklıktan kurtarmaya çalışan bir uyarıcısın.
“Ve Allah, o münâfıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.” (Münâfikûn: 1)
Münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğini gerçek bir imanla kabul etmiyorlardı. Diliyle bir şey söyleyip de onun aksine inanan bir kimse yalancıdır. Bir insan inanmadığı bir şeye inandığını söylediği zaman, hiç şüphesiz ki yalancı olmuş olur.
Nifâk İslâm’a bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkmaktır. Dil ile imanı açıklamak, kalpte ise küfrü gizlemektir.
İşte günümüzdeki münâfıklar da böyledir. Halkı yolabilmek, soyabilmek, kendilerine çekebilmek için İslâm gibi görünüyorlar. Yoluyorlar, soyuyorlar, sonra da kendi arzularına göre hareket ediyorlar.
Münâfıkların yalancı olmalarının sebebi şu şekilde izah ediliyor:
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar.” (Münâfikûn: 2)
İnandıklarına dair yaptıkları yemin, yalan yemindir. Yalan yeminin arkasına sığınarak nifaklarının açığa çıkmasını önleyeceklerini ve kötülüklerini rahatça sürdüreceklerini sanıyorlardı.
“Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikûn: 2)
O yalan yeminleri kalkan yaparak hem kendilerini hem de başkalarını Allah yolundan uzaklaştırdılar. İnsanları şaşırtıp Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.
Bu iki yüzlüler İslâm’ın ön safında görünürler, sonuçta küfre hizmet ederler. İşte münâfıklar bu derece aşağılıktırlar.
“Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar!” (Münâfikûn: 2)
Yalanla dolanla, sahtekârlıkla hilekârlıkla Allah yolundan yüz çevirmelerinden daha büyük sapıklık olabilir mi?
Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
Münâfıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduklarını açıkça ortaya koydu. İnandıklarını söylemelerine rağmen sapıklık yolunda ısrar etmişlerdir.
“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi.” (Münâfikûn: 3)
Artık onlardan iyilik ve güzellik beklenemez. Gözleri kör, kulakları sağır, basiretleri bağlı, hidayetten mahrum bir şekilde ömür tüketecekler. Onların Hakk’a vâsıl olmaları beklenemez.
“Onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)
Bunun sebebi ise imandan küfre dönmeleri, sapıklığı hidayete tercih etmeleri, âdetâ küfürde alışkanlık kazanmalarıdır. Bunun içindir ki iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini inceden inceye ayıramazlar.
O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!” buyuruyor. (Bakara: 118)
O bakımdan onların yaptıklarının aynısını bunlar da yapıyorlar.
Allah-u Teâlâ münâfıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurduktan sonra şöyle buyuruyor:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikûn: 4)
Cüsseleri gösterişli olduğu için dıştan bakınca imreneceğin tutar.
“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)
Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikûn: 4)
“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.
Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.
Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;
“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikûn: 4)
Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu hâindirler. Hâinler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)
Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.
“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikûn: 4)
Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
“Allah kahretsin onları!” (Münâfikûn: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır.
Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.
“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
Delillerin açıklığına rağmen akılları nasıl sapıyor? Nurdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar?
Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.
O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.
İslâm onlara gerçekten düşmandır, onlar da İslâm’a ve müslümanlara düşmandırlar.
Her ne kadar “Onlar da inanıyorlar.” diye gösterilse de İslâm’a tâbi olmadıkça, İlâhî emirlere ve hükümlere riâyet etmedikçe hiçbir zaman inanmış olamazlar. Günümüzdeki bölücü münâfıklar da böyledir.
Bunların İslâm dinine ve müslümanlara olan zararı ve tahribatı kâfirlerden daha büyük ve daha beterdir. Çünkü kâfirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Bunların küfrü ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalâleti fark edemeyenler onları müslüman zannederek aldanır, küfür batağına düşer ve dinden imandan soyulurlar.