Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübârek Sûre-i celîle; on bir Âyet-i kerime, yüz seksen kelime ve yedi yüz yetmiş harften teşekkül etmiştir.
Dokuzuncu Âyet-i kerime’de Cuma namazı için ezan okunduğunda câmiye gitmek emredildiği için, Âyet-i kerime’de geçen “Cum’a” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmuştur. Sadece Cuma namazının hükümleri açıklanmış olmayıp, bu isim bir alâmettir ve ahkâm Âyet-i kerime’lerini ihtiva etmektedir.
Sâf sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de, göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamakta; Allah-u Teâlâ’nın en güzel isimleri olan “Esmâ-i hüsnâ”dan dört isim yer almaktadır.
Daha sonra Allah-u Teâlâ’nın ümmî bir topluluğun içinden peygamber göndermesinin sebepleri ve peygamberlerin görevleri açıklanmakta; âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm’ın bazı vasıfları açıklanmaktadır.
Ayrıca bu mübârek Sûre-i celîle’de Tevrat-ı şerif’le amel etmeyen, ilâhî emirleri samimiyetle benimsemeyen yahudiler şiddetle kınanmakta; bu gibi kimseler, sırtında Tevrat taşıyan ve tabii olarak onun ulvî muhtevâsından habersiz olan merkebe benzetilmekte ve ne kadar bedbaht oldukları beşeriyetin ibret gözlerine serilmektedir.
Daha sonra yahudilerin kendilerini Allah’ın dostu olarak tanıtmaları üzerinde durularak, iddiâlarında samimi iseler ölümü temenni etmeleri istenmektedir.
Dokuz ve onuncu Âyet-i kerime’de Cuma vakti gelince işi gücü bırakıp câmiye gitme, namaz kılınınca tekrar işe dönme ve Allah-u Teâlâ’nın fazl-u keremine sığınarak geçim için çalışma emredilmekte, her hâl ve ahvâlde Allah-u Teâlâ’yı zikretmenin önemi belirtilmektedir.
Son Âyet-i kerime’de ise Resulullah Aleyhisselâm’ı minberde yalnız bırakıp alım-satıma koşan müminler kınanmakta ve eğitilmektedir.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, azîz, hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.” (Cum’a: 1)
Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün varlıklar O’nun kudretine, azâmetine işaret ve şehâdet eder dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
Buradaki “Yüsebbihu” kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam eden bir tesbihtir.
Binaenaleyh insanlar da iradelerini kullanarak Allah-u Teâlâ’yı her türlü kusur ve eksikliklerden tenzih etmeli, O’na şirk koşmaktan şiddetle sakınmalıdırlar.
Melik: Zâtında ve sıfatında her vâsıtadan müstağnî olan; mülk ve melekûtün yegâne sahibi, hakiki mutasarrıfı, mutlak hükümdârı O’dur.
Bir kul ne kadar güçlü hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı geçicidir.
Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hakimiyetini sınırlayan hiçbir şey, yetkilerini sınırlayan hiçbir güç yoktur.
Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir, her vasfında mükemmeldir, pak ve temizdir.
O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun kemâli de sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır. O hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kabul etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz, haksızlık yapmaz. Kararlarında herhangi bir hata ve yanılgı ihtimali imkân haricidir.
Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak derecede değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur. Kudretine yetişilmez, kudsiyeti sarsılmaz.
Galip gelmek, mağlup olmamak ancak O’nunla mümkündür.
Hakîm: Bütün buyrukları ve işleri hikmetli ve hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde yapar.
Yegâne hikmet sahibi O’dur, hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür. Yaptıklarında bir eksiklik ve kusur görülmez.
O’nun emir ve yasakları hep hikmettir, hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün beşeriyeti Hakk ve hakikatten haberdar etmek için Allah-u Teâlâ tarafından beşeriyete en büyük bir nimettir.
Araplar câhiliye döneminde bilgisiz idiler. Onun risaletinin bereketiyle en yüksek âlimlerin karakterlerine sahip oldular. İnsanlar arasında en derin bilgiye, en iyi kalbe, en kuvvetli imana ulaştılar.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O Allah ki okuma yazma bilmeyen ümmî bir kavmin içinden, onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermiştir.” (Cum’a: 2)
O Peygamber onların içinde, ölülerden hayat fışkırır gibi filiz vererek ortaya çıkmıştır. Bâtıl inançlarından, kötü huylarından arındırmış, gönüllerini nurlandırmış, feyizlendirmiştir.
“Halbuki onlar daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cum’a: 2)
Öyle bir sapıklık içinde idiler ki, bu sapıklıklarından daha büyük bir sapıklık görmek mümkün değildi. Daha önceleri İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine bağlı iken, daha sonra onu değiştirip bozdular. Tevhid dinini unutup şirke düştüler.
Bir mürşide, bir yol göstericiye son derece muhtaç oldukları bir zamanda Allah-u Teâlâ onlara Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi. O Peygamber-i zîşan onlara Kur’an-ı kerim âyetlerini okudu, onları Hakk dine dâvet etti, Hakk’ı ve bâtılı öğretti, haramı ve helâli bildirdi, onları inkâr ve günah kirlerinden temizleyip feyizlendirdi. Kısa zamanda insanlar arasında medeni bir topluluk oldular. Âlemde emsali görülmedik muvaffakiyetlere erdiler.
Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ’nın zâtî tecellisine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.
Muhammed Aleyhisselâm’ın nübüvveti yalnız Araplar’a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah o Peygamber’i ümmî Araplar’dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir.” (Cum’a: 3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar’a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.
“Bu Kur’an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu.” (En’âm: 19)
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın yanında, daha sonraki devirlerde de müslümanlar derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Muazzez ism-i şerifleri o günden bu güne milyarlarca insanların dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.
Hiçbir devirde, hiçbir zaman hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören aşık görmeyen aşık.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (Câmiu’s-sağir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Benden sonra hakikati anlatmak için ümmetimin içinden kıymetli kimseler gelecek.” demek istiyorlar.
Bu Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki; onu bütün kâinata duyurdu. İnceleyen bildi, buldu ve iman etti, onu bulan buldu, diğerleri ise küfürde kaldı.
Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a bağışlamış olduğu nübüvvet ve ümmetine has olarak onu göndermiş olması, hem kendi devrindeki insanların hem de geçmiş ve geleceğin peygamberi olması, beşeriyete lütufların en büyüğüdür.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır.” (Cum’a: 4)
Sevdiği ve seçtiği kullarına böyle lütuflarda bulunur.
“Kime dilerse ona verir.” (Cum’a: 4)
Bu lütuf verilme iledir, bir Allah vergisidir, hediye-i ilâhîdir. Çalışma ile elde edilmez. Okumakla, yazmakla olacak iş değildir. Onda sebeplerin hiçbir etkisi yoktur.
“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cum’a: 4)
Bu engin lütuf sebebiyle dilediği kimseye dilediği şey ile üstünlük vermiştir.
Tevrat-ı şerif, Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla İsrâiloğulları’na gönderilmiş hak bir kitaptır.
Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla gönderdiği Tevrat’ın, İsrâiloğulları tarafından değişikliğe uğratıldığı ve tahrif edildiği de Kur’an-ı kerim’de açık ifadelerle beyan edilmektedir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“(Ey müminler!) Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan (hahamlık eden) bir zümre vardı ki, Allah’ın kelâmını (Tevrat’ı) işitirler de iyice anladıkları halde onu bile bile tahrif eder (değiştirirler)di.” buyuruluyor. (Bakara: 75)
Tevrat Musa Aleyhisselâm zamanında levhalar halinde muhafaza ediliyordu. Daha sonra bu levhalar muhafaza edilememiş ve Yahudi âlimleri tarafından tahrifata uğramıştır. Hatta bu tahrifat o derece ilerlemiş ki, Tevrat’ta peygamber olarak ifade edilenlere, daha sonradan çok çirkin iftiralarda bulunulmuştur.
Tevrat’taki Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ilgili bölümleri ise değiştirmişler ve bu gerçekleri kibirlerine yedirememişlerdir.
Tevrat’ı kendi istekleri doğrultusundaki hükümlerle değiştirdiler. Kitapta yazılı olanlara bağlı kalmayarak kendi hükümlerini icra ettiler. Tevrat’ta olmayan şeyleri ona kattılar, kitabın hükümlerini yerine getirmediler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların bu hallerini, ne taşıdığını bilmeyen, sırtında kocaman kitaplar taşıyan merkebe benzetmiştir:
“Kendilerine tevrat yükletildiği halde, onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” (Cum’a: 5)
Çirkine benzetilen çirkindir.
Âyet-i kerime her ne kadar Tevrat’la amel etmeyen yahudileri misal veriyorsa da, Kur’an-ı kerim’le amel etmeyen müslümanları ve âlimleri daha çok ikaz etmektedir. Yani: “Siz de merkep gibi olmakta yahudilerden geri değilsiniz.” mânâsına gelmektedir.
İlmiyle âmil olmayıp dünyaya meyleden âlim için bu Âyet-i kerime’de büyük bir tehdit vardır. Bir merkeple temsil olunmaktan daha büyük rüsvaylık olamaz. Bunların durumu hamakat bakımından merkeplerin durumundan daha kötüdür. Çünkü merkebin anlayışı yoktur. Kendisine şuur verilmediği için mazurdur. İnsan ise sorumluluk yüklenmiştir.
“Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür!” (Cum’a: 5)
Bu gibi kimselerin merkebe benzetilişleri, insanlıktan ne kadar uzak olduğunu gösterir. Bunu anlayacak olsalardı yüzlerinin kızarması gerekirdi.
“Allah, zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Cum’a: 5)
Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’i iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Allah, kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Bakara: 264)
Bütün kalpler Hazret-i Allah’ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.