İslâm adına cihad ederek, İslâmiyeti yaymış, yaşamış, yüzyıllar boyu dünyaya adaletle hükmedip, huzur içinde yaşayan necip bir millet nasıl bu hale geldi?
Atasına, dedesine küfreden, hakaret eden, Osmanlı’yı yok sayan, aslını inkâr etmiş olmaz mı? Biz onlarla iftihar ediyoruz, onlar bizim; anamız, babamız, atamız, dedemiz değil miydi? Biz onların soyundan gelmedik mi?Anlı şanlı bir tarih ve kültür mirası bırakmadılar mı? Biz onları rahmet ile anıyoruz.
Peki böyle bir necip millet nasıl bu hale geldi? Harama dalışımızdan, dinden çıkışımızdan bu hale geldi!
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mâide sûre-i şerif’inin 90 ve 91. Âyet-i kerime’lerinde:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytanın işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz.
Şeytan; içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi zikrullah’tan ve namazdan alıkoymak ister, artık siz bundan vazgeçtiniz değil mi?” buyuruyor.
Zamanımızda içki ve kumarla birlikte sefahat da almış gidiyor. Zevk ve sefa girdabının içinde yüzülüyor. Halbuki sarhoşluk veren bütün içkilerin azı da çoğu da haram kılınmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz içkiyi “Bütün kötülüklerin anası” saymış, “Allah’a ve ahiret gününe inanan kişinin üzerinde içki içilen sofraya oturmayacağını, içki içen onu içtiği sırada kâmil bir mümin olarak içmeyeceğini, içki içenin kırk gün namazı kabul olmayacağını, içkili olarak ölürse cahiliyet çağındakilerin ölüsü halinde göçmüş olacağını, içki içip de tevbe etmeden ölenlerin ahirette cennet şarabından mahrum olacağını” haber vermişler ve bir başka Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah içkinin kendisini, içeni, sunanını, satıcısını, satın alıcısını, imal edeni, imal ettireni, taşıyıcısını, taşıttıranı lânetlemiştir.” (Tirmizî)
Harama giden yolları kapatma bakımından, dinimiz içki ile ilgili her işi de haram kılmıştır.
On üç yıllık Mekke devrinde içki ve kumar yasaklanmış değildi, her evde küpler dolusu şarap vardı, su yerine şarap içenler bile bulunmaktaydı. Medine döneminde bir taraftan silahlı mücadele devam ederken, diğer taraftan da helâl ve haram olan şeyler belirleniyordu.
Medine devrinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ve Sa’d bin Muaz -radiyallahu anh- gibi Ashâb-ı kiram’dan bazı kimseler:
“Yâ Resulullah! İçki hakkında bize yol göster, çünkü o aklı gideriyor.” dediler.
Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
“Resul’üm! Sana şaraptan ve kumardan sorarlar, deki her ikisinde de büyük bir günah vardır.” (Bakara: 219)
Bu Âyet-i kerime’den sonra Mâide sûre-i şerif’inin 90. Âyet-i kerime’si de nazil olunca, Resulullah Aleyhisselâm:
“Şu anda ellerinde içki bulunanlar artık onu ne içebilir, ne de satabilir. Bu sebeple onu yok etsinler!” buyurdu.
Daha sonra bir nidacı: “Haberiniz olsun ki, içki haram kılınmıştır!” diyerek Medine sokaklarında seslendi. (Müslim: 1980)
Bunun üzerine dökülen içkiler Medine sokaklarında sel gibi aktı, onlar bir kere geldiler, onlar Ashâb-ı güzin Efendilerimiz’di, onlar işte böyle iman ettiler!
Ya biz nasıl iman ettik acaba?İçki tulumlarını bıçaklarla yırttılar, testilerini kırdılar. Böylece anında içkiyi bırakıp o kapları bile evlerinden dışarı attılar, bir daha da kullanmadılar. Biz ise Allah’ın emri, Resulullah Aleyhisselâm’ın sünneti olan, evlilik müessesesi üzerine gözümüz gibi titrediğimiz yavrularımızın, evlâtlarımızın kuracakları yuvaların düğünlerini içkili, danslı, kumar oynanan, zinâ yapılan lüks otellerde, restoranlarda, haram yerlerde yaparak onların yuvalarını pis bataklıklara kurarak, daha evliliğin ilk adımını çocuklarımıza haramla attırmadık mı?
Âile cemiyetin temel taşı olduğu için dinimizde evliliğin, dolayısıyla nikâhın çok mühim bir yeri vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Nikâhınıza aldığınız kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin. Bununla beraber eğer mehirlerinin bir kısmını kendiliklerinden gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin.” buyurmaktadır. (Nisâ: 4)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Bir kimse az veya çok bir mehir üzerine bir kadınla evlenir ve hakkını ödemek niyetinde olmayıp onu aldatırsa ve ödemeden ölürse kıyamet günü zinâ yapmış olarak Allah’a mülâki olur.” (Taberani)
Buyurduğu halde milyarlar harcayarak yaptığımız şanlı şöhretli düğünleri düşünürken oğlum, kızım, mehir’ini verdi mi?Nikâhı geçerli mi, yoksa çocuklarımız zinakâr duruma düşerler diye düşündük mü? Halbuki şöhret âfat’tır. O âfatın içinde dünya saâdetinden, ahiret selâmetinden mahrum olacağımızı düşündük mü?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz:
“Haya ile iman daima bir arada bulunur, birbirinden ayrılmaz.” buyuruyor. (C. Sağir)
Yani haya yoksa imanında yok, iman yoksa zaten haya da yok, biri gidince öteki de kalmaz buyuruyor. Bunun içindir ki doğan çocuklar Hazret-i Allah’a, Resulullah’a hasım kesiliyor. Dinin de hâin, vatanında nankör, ana baba’ya asi, beşeriyet için büyük tehlike oluyor, böyle atasına, dedesine, soyuna küfreden, soyunu inkâr eden bir nesil yetişiyor. Çünkü nikâh yok, ana-baba da besmele yok, ilim ise besmelesiz başlıyor.
Halbuki bir çocuğun ilk terbiye ocağı ana kucağıdır, sonra eğitim ve muhittir. Anne boş olursa, besmelesiz olursa, cemiyet ahkâmı yaşamazsa harama helâl, helâl’e haram denilirse hüküm değiştirilmeye çalışılırsa, bu çocuk nereden nasip alacak?Bunun müsebbibi anne, baba olarak biz miyiz, çocuğumuz mu?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Fâizi yemeyiniz.” (Âl-i imrân: 130)
“Allah alış verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)
“Eğer fâizi terketmez iseniz, bunun Allah’a e Peygamber’ine, karşı açılmış bir savaş olduğunu biliniz.” (Bakara: 279)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Allah fâiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizî)
Buyurduğu halde cahiliye adetlerinin en yaygınlarından biri olan fâizi Veda Haccı’nda “ayaklarının altına aldığını ve kaldırdığını, fâizin her çeşidinin günahının on altı zinâya eşit” saydığını, beyan etmişken fâizi almayan, vermeyen kaldı mı, herkes fâizci olup çıkmadı mı?
Allah ve Resul’üne harp ilân etmiş olan bu gibi kimseler, en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir. Aslında onların ne Allah-u Teâlâ ile ne de Resulullah Aleyhisselâm ile harp etmeleri mümkün değildir. Asıl harbi Allah ve Resul’ü onlara açmıştır. Fâizciler dünya ve ahirette hezimete uğrayıp kabirlerinden şeytan çarpmış gibi büyük bir azap ve ihtiyaçlar içinde kalkacaklardır, peki Allah ve Resul’üne harp ilân eden bir müslüman olabilir mi?
Şimdi de yeni bir âdet aldı başını gidiyor, bakıyorsunuz herkeste bir dövme! Halbuki; Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anh-buyururlar ki;
“Allah dövme yapan ve yaptırana, yüzünün tüylerini yolanlara, kaşlarını inceltenlere, güzel görünsün diye dişlerini seyrekleştirenlere, Allah’ın yarattığı şekli değiştirmeye çalışan kadınlara lânet etsin.”
Bir kadın bu hususta İbn-i Mes’ud -radiyallahu anh-ı kınayınca şöyle söyledi:
“Bana ne oluyor ki Resulullah Aleyhisselâm’ın lânet ettiğine ben lânet etmeyeyim, bu husus Allah’ın kitabında da vardır.
Allah-u Teâlâ:
‘Resulullah size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.’ buyuruyor.” (Haşr: 7)
İlâhi hükümler bu olduğuna göre isyanlara bir bakın, Allah-u Teâlâ kesin olarak yasak ettiği halde “Şeytanın pis mundar işidir.” buyurduğu halde, kadınlar da erkekler de her çeşit içkiyi içiyor, her türlü kumarı oynuyor. Fâiz alınıyor, Hazret-i Allah’ın hükümleri hiçe sayılıyor ve böylece cehennemlik olunuyor. Hatta fâize helâl diyenler bile çıkıyor. Bunlar, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini inkâr etmiş, kendi hükmünü Âyet-i kerime yerine koymuş olup, nefsini ilâh edinenlerdir. Bunlara uyanlar da Hazret-i Allah’a değil, bu fetvâları verenlere iman etmiş oluyor.
Yahudi ve hıristiyan ulemâsı da bir delile isnat etmeksizin bir çok mesele ihtas ederek, dinlerinde haram olan şeye helâl, helâl olan şeye de haram demişler. Avam tabakasında bunları kabul etmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime’nin mânâsını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine'ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm'a bazı sorular sordu. "Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları kendimize rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm; "Onlar helâli haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?" diye sorunca Adiy "Evet böyledir." diye tasdik etti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir." buyurdu. (İbn-i Kesir)
Bunun için yaratmak da emretmek de Hazret-i Allah’a âittir, kul olabilen dini kendine uydurmaya değil, Allah-u Teâlâ’nın hükmüne uydurur, dine uyar. Dünya saâdetine, ahiret selâmetine erer. O’na kul olabilecek sâdık bir kul olabilmek erişilmez, birer saâdettir.
Şeddah İbnil Hat -radiyallahu anh- anlatıyor:
“Bir bedevi gelerek Resulullah’a iman etti sonra da:
“Seninle hicret edeyim mi?” diye sordu.
Resulullah onu ashâbından birine teslim edip, meşgul olmasını söyledi, yapılan bir gazvede Resulullah bir miktar ganimet elde etmişti, bu ganimeti taksim etti, bu arada o bedeviye de bir pay ayırdı bedevi:
“Bu nedir?” diye sordu.
Resulullah: “Bu payı sana ayırdım!” buyurdu.
Bedevi: “Ben sana bunun için tâbi olmuş değilim. Ben eliyle boğazını göstererek şuraya bir ok atıp ölmem ve cennete gitmem için sana tâbi oldum.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm bunun üzerine:
“Sen Allah’a sâdık oldun mu, O da sâdık olur (dilediğini verir).” buyurdu.
Mücahidler bir müddet durduktan sonra savaşmak üzere kalktılar. Bedevi o gün şehid düştü, sırtlanıp Resulullah Aleyhisselâm’a getirdiler. Tam gösterdiği yere bir ok isabet etmişti.
Resulullah Aleyhisselâm: “Bu o adam mı?” diye sordu, “Evet o!” dediler, buyurdular ki:
“O Allah’a doğru söyleyip sadakat gösterdi, Allah da ona sadakat gösterdi.”
Resulullah Aleyhisselâm cenazeyi öne çıkardı, üzerine namaz kıldı, okuduğu duâdan işitilenler arasında şu duâ vardı.
“Allah’ım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret etmek üzere memleketinden ayrıldı. Şehid olarak öldürüldü. Ben buna şahidlik ediyorum.” (Nesai)
Onlar böyle iman ettiler, her şeyde yalnızca Hazret-i Allah’ın rızâsını gözettiler. Nam, şan, şöhret, makam, mevki, menfaat peşinde koşmadılar.
Numune-i imtisal olması hasebiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi’den söz edelim:
Son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
Osman Gazi oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyette bulundu:
"Allah'ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in'am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zalim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma.
Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır."
Otuz sekiz yıllık hükümdarlığı müddetince kılıncı kuşalı, atı eğerli yaşadı. Osmanlı beyliğini teşkilatlı bir devlet haline getirdi. İmparatorluğun temellerini adalet üzerine kurmuştur, yaptırdığı imaretlerde, kendi eliyle fakirlere yemek dağıttığı olmuştu. Ulemâya değer verir, onlara hürmet ederdi, onlar Allah yolundan ayrılmadı.
Onlar Hazret-i Allah’ın dinini desteklediler, Hazret-i Allah da onları destekledi, zaferden zafere koştular, yüzyıllarca dünyaya hükmeden bir vakıf devleti kurdular. Helâli helâl, haramı haram bildiler. Allah yolundan ayrılmadılar, Hazret-i Allah da onlara ihsanda bulundu; Murat Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman hepsi de Allah yolunda cihad ettiler. Allah yolundan ayrılmadılar.
Fatih Sultan Mehmed Han ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu Hadis-i şerif’ine mazhar olmuşlardır:
“Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir.” (Ahmed bin Hanbel)
Bizler böyle necip, şanlı bir millet iken harama dalışımızdan, dinden çıkışımızdan, bu hale geldik.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir millet (bir topluluk) kendi durumlarını değiştirip bozmadıkça Allah onların durumlarını değiştirmez.
Allah bir millete kötülük diledi mi, artık onu geri çevirecek yoktur. Onların Allah’tan başka koruyup kollayanları da yoktur.” (Ra’d: 11)