Muhterem Okuyucularımız;
Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar.
Kötü yöneticiler hakkında büyük bir tehdit olmak üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)
Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun. Yani bu gibi kimseler Cennet-i âlâ’ya giremezler. Onlara destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.
Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine birbir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine yüklenecektir.
Oysa Allah-u Teâlâ Zilzâl sûre-i şerif’inin 7. ve 8. Âyet-i kerime’lerinde zerreden soracağını haber veriyor.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.”
Kötü yönetici dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.
Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur, memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Bu ise doğrudan doğruya ihanettir. Doğru ve dürüst olanlara sözümüz yoktur.
Erkekler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın.
Hakk ve hakikatten saptıkları için başlarına bu belâlar gelecek. Başlarındaki âmirler de öyle olacak.
Rezzak-u âlemden ümidini kesmiş ve kopmuş, siyasetçiye ümit bağlamış ve onun dinine girmiş. O da onun ağzına yalandan bir bal çalıyor, o da o ümit ile yaşıyor.
O ise arzettiğimiz gibi siyasetçinin sermayesi yalandır ve hemen dolandır. Sen oturma ben oturayım. Sen öl ben yaşayayım. Hangi yoldan olursa olsun mevkiye geleyim ve cebimi doldurayım. Kim daha çok çalarsa o şöhret sahibidir. Ve şaşkın ona daha çok rağbet ediyor. Kim daha çok çalarsa ona daha çok yaklaşıyor. İyileri müstesna.
•
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.
O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.” (Tirmizî: 1329)
Hiç şüphe yok ki imanlı, vicdanlı namuslu insanlar da mevcut. Bunlara aslâ sözümüz olmaz.
Ve fakat ekserisinin durumu şöyledir:
Sermayesi yalandır ve hemen dolan. Niçin yalan söylüyor? Yediği haram, giydiği haram. Bu haramların icraatı budur. Ondan başka ne beklenir?
Ve sonra hemen dolanır.
Şayet mebus olursa sanki o sözleri o söylememiş, sanki o vaadlerde aslâ bulunmamış. Niçin? Çünkü artık arzusuna kavuştu. O bütün vaadler oraya oturuncaya kadar idi.
Mühim olan bundan sonrası.
Mebus namzedi arkadaşına der ki: “Sen oturma ben oturayım!”
Onu seçen halka da der ki: “Sen öl ben yaşayayım!”
Bütün hazineyi aralarında taksim etseler yine de az gelir.
Ve fakat millet açmış, maaşını alamamış, onların umurunda bile değil.
Din, iman, vicdan, millet, memleket ne gerek sana! Otur koltuğuna, doldur cebini, salla başını al maaşını! Memleketi düzeltmek sana mı kalmış?
Cehennem namzetleri de boş durmaz çalışır. Amma onlar şöyle çalışır: Çalabildiği kadarını çalar, işi o, çalamadığını kanun çıkartarak cebine doldurur. Onların çalışması kanunu değiştirmek ve hazineyi ceplerine koymaktır. Onlar da bunun için çalışır.
Onun içindir ki millet olarak bu hâle geldik.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Demek ki sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz öyle mi?” (Muhammed: 22)
İş başına geçer, kumandayı elinize alır da memleketinizi bozguna verir, halkı, hısım ve akrabalarınızı perişan mı edeceksiniz!
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed: 23)
Siyaset demek siyah set demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkâtın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur.” buyuruyorlar. (Deylemî)
İşte bunların böyle çok olması memleketin bu felâketlere düşmesine vesile olacak.
Kim fazla çalarsa onların şöhreti var. İşte bu duruma gelen bir milletin âkıbeti de şudur, bu âkıbeti bekleyebilirsiniz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği
Ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizi)
Bundan sonra tasavvura sığmayan harplere hazır olun!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
•
Hadis-i şerif’te:
“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı.” buyuruluyor.
Devlet malı birkaç şahsın elinde olacak, devlet kasasını, hazinesini aralarında taksim edecekler ve bunu istedikleri gibi kullanacaklar. Kim fazla çalarsa o çok rağbet görecek.
Devleti idare edenler, halka âit malları kendi üzerlerinde toplamaya çalışacaklar, halkın kazancını vergiler vasıtası ile ellerinden alacaklar ve bunu rahatça hem yiyecekler hem de yığacaklar. Kendileri büyük refah içinde yaşayıp halk sıkıntı çekecek.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Allah bir millete gazap ettiğinde yere batırma ve suret değiştirme azabını vermese de, pahalılık onları ezer. Yağmurlar yağmaz olur. Kötüleri idareyi ele geçirir.” (İbn-i Asâkir)
Zâlimin zulmü artacak, mazlum ise inleyecek.
Çünkü onlar Hakk’a yönelmeyecek, halka yönelecek. Her yöneldiği kimse başına kaynar su dökecek. “Yandım!” diyecek, yine ona sokulacak. Niçin? Şaşkın olduğu için.
Balık otu yutmuş ve uyuyor. O da fırsat bulmuş icraatını yapıyor. Herbiri koyun postuna bürünmüş kurda benzer. Koyun postuna bürünerek halkın karşısına çıkarlar. Hep yalan söylerler, hiç utanmazlar. Halkı da aptal yerine koyarlar. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Âyet-i kerime’sinde:
“Halbuki onlar yalnız kendi kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” buyuruyor. (En’am: 123)
Hiç şüphesiz ki bu yaptıklarının vebali kendilerini kuşatacaktır.
Fakat hakikat ehli yine kanaat sebebiyle huzurludur. O, halka hiçbir zaman rağbet etmez. Hazret-i Allah’a ve Resul’üne rağbet eder. Fakat bunlar da pek azdır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi) çıkarmaya, ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk etmeye çalışır.
Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar.
Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur, memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Bu ise doğrudan doğruya ihanettir.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra, artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Çeşitli vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası yoktur. Sözü yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.
İmanlı, asaletli, doğru insanlara sözümüz yok; ve fakat asaletsiz, vicdansız hırsızlara sözümüz çok.
Daha önce arzettiğimiz gibi Türkiye’deki siyaset:
Sermayesi yalandır ve hemen dolan.
Sen oturma ben oturayım, sen öl ben yaşayayım. Din, iman, vatan... Bunlar mevzu değil. Otur koltuğuna, doldur cebini. Bu ikincilerin durumu budur.
“Nadir bulunur tıynet-i kemalde kusur,
Kem mayeden eyler ne ki eylerse zuhur.”
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- şöyle söylemiştir:
“Bir toplulukta devlet malından hırsızlık (Gulûl) zuhur ederse, Allah o topluluğun kalplerine korku salar.
Bir topluluk içinde zina yayılırsa orada ölümler artar.
Bir topluluk ölçü ve tartılarda hile yaparak miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser.
Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır.
Bir kavim sözünden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.” (Muvatta. Cihad: 26)
Görülüyor ki devlet malının yağmalanması ile başlayan düşüş; zina, ölçü-tartıda hile, adaletsizlik gibi çeşitli safhalardan geçerek sözünden dönme noktasına ulaşmaktadır.
Midelerine haram girince, kalplerini korku sarar ve düşmanlarıyla karşılaşmak istemezler. Düşmanları da onlara galebe çalar.
•
Kötü yöneticiler hakkında büyük bir tehdit olmak üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)
Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun. Yani bu gibi kimseler Cennet-i âlâ’ya giremezler. Onlara destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.
Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine birbir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine yüklenecektir.
Oysa Allah-u Teâlâ Zilzâl sûre-i şerif’inin 7. ve 8. Âyet-i kerime’lerinde zerreden soracağını haber veriyor.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.”
İkinci bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruyor:
“Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğne deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler. Suçluları işte biz böyle cezâlandırırız.” (A’râf: 40)
Amma imansız, vicdansız insan bu Âyet-i kerime’leri de dinlemez, tâ ki cehenneme girinceye kadar. Oraya girdiği zaman tadını tadar.
Onu sadece imtihan için oraya koymuştu, onu denemişti. Cehennemi hak etmişti. Birkaç gün için bir ebedî cehennem azabı.
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!
Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 47-48-49)
Artık orada o bir gübre olur. Ne ölür ne de yaşar. Çünkü cehennemin ortasında başına kaynar su dökülüyor, haşlanıyor.. O da gübre olur. Ölüm yok, yaşama da yok. Cife gibi kalır orada.
Azap üstüne azap çekmeleri için dünyada geçirdikleri zevk ve sefaları, yiyip içtikleri başlarına kakılır, onlara taraf-ı ilâhî’den şöyle hitap edilir:
“Siz bütün zevklerinizi lezzetlerinizi, sizin için güzel olan her şeyinizi dünya hayatınızda yaşayıp bitirdiniz. Artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız.” (Ahkâf: 20)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olur giderirse; kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur, giderir.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif, hangi mertebede olursa olsun halkın idaresinde bulunan kimselerin halka yakınlık göstermesi, işlerini kolaylaştırması gerektiğine işaret etmektedir.
Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.
O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.” (Tirmizî: 1329)
Kötü yönetici dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.
Kötü yönetici, devlete en büyük ihaneti eder. Her fırsatta devlet kalesinin taşlarını bir bir yuvarlar, yıkmak için çalışır. Çünkü o kime hizmet ediyorsa onun kuludur. Herkes sevdiği ile beraberdir ve sevdiği ile beraber haşrolunacaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Sen ise onları müslüman zannediyorsun.
Allah-u Teâlâ’ya gönül veren kimse Hakk’ın kuludur. Kalbini bâtıla çevirenler halkın kuludur. Bu gibi kimselerin cismine aldanman, senin aptallığına delâlet eder.
Şerefsiz bir yönetici olmaktansa, şerefli bir vatandaş olmak ondan çok daha hayırlıdır. Zira şerefi ile yaşar.
Şerefsiz bir yöneticinin ruhu ölmüştür. Vicdanı ona rahat vermez ve kalbi daima huzursuzdur.
Bir yönetici konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise onun hiçbir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o, hâinlik yürütür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hâinlerin savunucusu olma!” buyuruyor. (Nisâ: 105)
Allah-u Teâlâ’nın halkettiği bütün mahlûkat bunlara lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi görünüyor, fakat Din-i İslâm’a ihanet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor. Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.
Kim daha fazla hırsızlık yaparsa şöhret oluyor.
Kim daha fazla çalarsa rağbet buluyor...
Harama irtikap edenlerin oturduğu koltuk elektrikli sandalyedir. O kişi, o anda ölüme mahkûmdur. Yani ruhu o anda ölmüştür, yaşayan canlı cenazedir. O koltuğa hevesli, cebine hevesi çok amma, oturduğu anda elektrikli sandalyeye oturduğunu çok iyi bilmelidir, ebedî hayatını söndürmüştür.
Üstelik bunlar, memleket için doğru-dürüst çalışacaklarına dâir yemin ederler. Doğru dürüst çalışanlar dünya saâdetine ahiret selâmetine erdikleri gibi; diğer münafıklar ise hem dünyada büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı içindedirler, ahirette de büyük bir azapla karşı karşıya kalacaklardır.
Onlar artık Hazret-i Allah ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız nam ve şöhret düşünürler, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler. Halk da bunlara rağbet eder. Sözüne, kalıbına, elbisesine bakar.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar nefislerine değer verdikleri için, Hazret-i Allah’ın yanında gerçekten en düşük insanlardır.
Bunları yapanlar riyâkâr olur, yalancı olur, emanete hıyanet ettiği için de vatanına ihanet etmiş olur. Onun vazifesi cebini doldurmak olur. Bunlar emanete hıyanet edip münafık oldukları için de, ahiretteki yerleri esfel-i sâfilin’dir.
Fakat dikkat ederseniz herkes sandalyeye üşüşüyor, o ölüm sandalyesine doğru koşuyor değil mi? Bugün o ölüm sandalyesinden kurtulan kaç kişi olabilir?
Halbuki mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları dünya sahnesine denemek için göndermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.” (Mülk: 1)
Gökte ve yerde hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz, dilediğini yapmakta hiç kimse O’na mâni olamaz. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır. O Azîz’dir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk: 2)
Yani insanın dünyaya geliş sebebi sahne-i imtihandır. Allah-u Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye göndermiştir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Ve bunlar güya o sandalyeye milletin memleketin menfaatine çalışmak için otururlar. Fakat aslında bu adaletsizlikleri ile hem dine, hem de vatana en büyük ihaneti etmiş oluyorlar.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’ dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu. Sonra da:
“Ey Hattab oğlu! Git de: ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ et!’ buyurdu.
Ben de çıktım ve:
‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)
Şehitlik dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı savaşlarda şehit olanlara gıpta ederlerdi. Burada, şehit olanları Resulullah Aleyhiselâm’a haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’sini çok iyi biliyor ve bu ilâhî beyandaki ölümsüzlerden olmak istiyorlardı:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz.” (Âl-i imrân: 154)
Böyle olduğu halde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şehit olduğu haber verilen kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiştir.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ’ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
‘Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Hayber’de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır.’ buyurdu.
Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: ‘Yâ Resulellah! Bunu Hayber’de almıştım’ dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!” (Müslim: 115)
Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.
Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve borç.” (Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:
‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.
Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1283)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden (devlet malından) olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir.
Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bir elbise eskitip de öyle geri verecek şekilde giymesi helâl değildir.” (Ebu Dâvud)
•
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-ı ganimetleri korumakla vazifelendirmişti. Derken bir kimse gelerek: “Selman! Elbisem yırtık idi. Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?” diye sordu. Selman -radiyallahu anh-: “Herşey miktara göredir.” diye cevap verdi. Bunun üzerine o kimse elbisesinden o ipliği çekip çıkararak, ganimet malının içine kattı.
Yine rivayet edildiğine göre bir kimse ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp: “Bunları Hayber günü ben ele geçirmiştim.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı bağı!” buyurdu. (Buhârî - Müslim)
•
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz devlet malından iki dirhemlik bir miktarı çalan Eşca’lı sahabenin cenaze namazını kılmamıştır. (İbn-i Hemmâm; el-Musannef)
Erkekler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın.
Hakk ve hakikatten saptıkları için başlarına bu belâlar gelecek. Başlarındaki âmirler de öyle olacak.
Rezzak-u âlemden ümidini kesmiş ve kopmuş, siyasetçiye ümit bağlamış ve onun dinine girmiş. O da onun ağzına yalandan bir bal çalıyor, o da o ümit ile yaşıyor.
O ise arzettiğimiz gibi siyasetçinin sermayesi yalandır ve hemen dolandır. Sen oturma ben oturayım. Sen öl ben yaşayayım. Hangi yoldan olursa olsun mevkiye geleyim ve cebimi doldurayım. Kim daha çok çalarsa o şöhret sahibidir. Ve şaşkın ona daha çok rağbet ediyor. Kim daha çok çalarsa ona daha çok yaklaşıyor. İyileri müstesna.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)
İşte o zaman ayılacak.
Fakir inliyor, kimsenin umurunda değil. Akla hayale gelmeyen vergilerle bu semer vurulmuş, halk bu yükün altında inliyor, içi yanıyor ve fakat Hakk’tan koptuğu, ümidini siyasetçiye bağladığı için yine ona sarılıyor. Siyasetçi ona “Sen öl ben yaşayayım.” diyor, itişip kakışıyor. Bütün dünya bu sahneyi seyrettiği halde umurunda bile değil. İşsiz çok, küçük esnaf inliyor. Vergiden ötürü eli cebinden çıkmıyor, amma zengine erişen yok, refah içinde yaşıyor.
Rüşvet âdet olmuş, haram yemek moda olmuş. Bu işlerin sonu ne olacak? Bu isyan cezasız kalmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah bir millet hakkında hayır dilerse akıllı ve yumuşak huylularını idareci yapar. Aralarında âlimler hüküm verir. Cömertlerine de mal verir.
Allah bir millet hakkında şer dilerse, kötülerini idareci yapar. Aralarında cahiller hüküm verir. Cimrilerine de mal verir.” (C. Sağîr: 391)
•
Plânlar önceden yapılmış. Mebuslardan, bakanlardan bazıları ne çalarsa çalsınlar, onların “Dokunulmazlık kanunu” var, biz onlara erişemeyiz. Memur görevini ihmal ettiğinde veya görevini kötüye kullandığında “Memuriyet kanunu” var, biz onlara erişemeyiz.
İyileri, dürüstleri, tenzih ediyoruz. Onlar müstesna.
Adaletsizlik, hırsızlık son haddini bulmuş, Rey alacağız diye hazineler boşalıyor. Peki, bunun karşılığı nereden karşılanacak? “Adam sende, nasıl olsa semeri halkın sırtına yükledik, nasıl olsa vergi de alırız!”
İsraf son haddini buldu, paramız pula döndü.
İnleyen inliyor, kimsenin umurunda değil.
Şu kadar var ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler gelir.” buyurmuşlardır. (Deylemî)
Bu da sizin ameliniz ve cezânızdır.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Bazı hareketlerini akla ve dine uygun, bazılarını da çirkin bulduğunuz bir kısım idareciler çıkacak. Onlara verdiği desteği geri alan kurtulur. Onlardan uzak yaşayan selâmete erer. Onlarla haşır-neşir olan da helâk olur.” (C. Sağîr: 4781)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Amel defterleri soldan verilenler... Onlar ne uğursuzdurlar.
İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.
Onlar serinliği ve hoşluğu olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı. Büyük günah işlemekte direnir dururlardı. ‘Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz? Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?’ derlerdi.
De ki:
Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.” (Vâkıa: 41-50)
•
“Dokunulmazlık kanunu” nedir? Bu kanun kime göre yapılmıştır? Böyle bir imtiyaz İslâm dininde var mıdır? Asla yoktur.
Değil İslâm’da, gayr-i müslimlerde dahi yok.
Bunu niçin yaptılar? Minareyi çalmadan kılıfını hazırladılar. Cibiliyetsiz olanlar kötülük yapmak için kendilerine zemin hazırladılar.
Namuslu, haysiyetli olanlar böyle bir kanuna muhtaç değildirler.
Milletin vekâletini üzerlerine alanların, doğru dürüst iş yapacağına yemin edenlerin herkesten daha dürüst olmaları lâzım gelmez mi? Çünkü masum insanların vekâletini yapıyorlar. Maaşlarını o millet veriyor. Bu emanete hiyanetlik yapmaları apaçık münafıklık oluyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder.” (Buhârî)
Diğer bir rivayette “Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de.” buyurulmuştur. (Müslim)
Üstelik biri diğerinin pisliğini sergiliyor, pis kokusu ile bütün dünyayı kokutuyor. Sonra menfaat icabı o pisliğe ortak oluyor, bir perde çekiyor. Sanki onlar hiç onu yapmamışlar!
İç düşmanın yaptığı tahribatı dış düşman yapamaz, çünkü onun hedefi var, amma iç düşmanın hedefi yok.
İçte İslâm düşmanları, en büyüğü Halk parti, dışta mâlum.
Halk parti neler neler neler yaptı? Tarih bunları belgeliyor.
İslâm’a o kadar düşman idiler ki, dini kaldırdılar, birçok camiiyi yıktılar, birçoğunu ahır dahi yaptılar, bazılarını depoya çevirdiler, bazılarına kilit vurdular. Bu ise İslâm’a en büyük hakarettir. Onlar İslâm’ı yıkmaya azmederken Allah-u Teâlâ onu yıktı. Yirmi sekiz mebusa düştü.
Sonra bazı hatalar yüzünden yine düzene girdi.
İsmet Paşa Cumhurbaşkanlığı döneminde siyasi hayata tek başına hakimdi. Milli şef olan İnönü politikayı bizzat ve doğrudan doğruya idare ediyordu. Onun döneminde Meclis formaliteden ibaretti.
Vergi oranları yüksekti. Aslında Halk parti yönetimi vergi tahsildarı ve jandarmayla özdeşleşmiştir. Zorla tahsil ediliyordu. Vergisini vermeyenler jandarma zoruyla çalışma kamplarına gönderiliyordu. Burada esir gibi muamele görüyorlardı. Masraflarını mükellef kendisi çekiyordu. Ücretinin bir kısmı vergiye kesiliyordu. Kadınlarda bu uygulamaya maruz bırakıldı.
İnönü’nün karakteri ekonomiye yansımıştı. Döneminde dış borçlar dört misli, tüketim mallarının fiyatı beş misli artmıştı.
Kampa gönderilenlerin bir kısmı ölmüş, kalanların sağlığı bozulmuştu.
Zenginler için özel vergi türü getirildi.
Herşey karneyle satılıyordu. Stokçular da türemişti. Ekmek karneyle alınıyordu. Şeker, çay yoktu. Elinde bir şeyi olandan elindeki alınıyordu.
Varlık vergisi diye bir vergi çıkarılmıştı. Bu vergi o kadar ağırdı ki, ödemeyenin malı haczediliyor veya ödemeyenler sürgün ediliyor, kampa gönderiliyor, ağır cezalar veriliyordu. Komünist Rusya’da olduğu gibi herşey karneye bağlanmış, ekmek yok, yağ yok. Halk fakir ve açtı, bu şartlarda II. Cihan Harbi tehlikesi ve halkın çektiği sıkıntılar işin cabası idi. Halktan toplanan hasat ve ürünler yok pahasına heder ediliyordu.
Tek parti diktatörlüğü halkı ezip canından bezdirirken adamlarını zengin yapıyordu. Yolsuzluk, usulsüzlük artarak devam ediyordu. Bu devirde sermaye kazanmak adet haline gelmişti.
II. Dünya Savaşı öncesi ülke korkunç bir savaş ekonomisinin içine sürüklenirken, liberalizm, hür teşebbüs, devletçilik vs. birbirine karışmakta idi. Türkiye’yi Almanlar’a karşı bir güvence olarak yanlarında gören batılılar, sonraları Sovyetler’e karşı bir tampon bölge, petrol bölgesi ve öteki askeri ve siyasi çıkarlarının sıçrama tahtası görmüşlerdi. Bu durum Nato’ya girişi beraberinde getirecek, Türkiye’yi ABD ve Batı’ya tam bağımlı kılacaktı. Aslında bir dönem Sovyet yanlısı, bir dönem Alman yanlısı ve BM’e girme uğruna Almanya ve Japonya’ya savaş ilânı ile Amerika yanlısı politikalar İnönü’nün eseridir. İnönü, “Milli Şef”lik döneminde adı konulmamış bir komünizmi uyguladı. II. Dünya Savaşı’na girebiliriz endişesi ile stoklanan buğdaylar savaş bitince millete dağıtılmak yerine denize döküldü.
İnönü döneminde, halka vesika ile 400 gr. ekmek verilirdi. Vesika almayan ise zaten açtı. Hatta adamın parası var, altını var. Bütün memleketi geziyor, çocuğuna getirecek ekmek bulamıyor. Aç yaşayacağına çocuklarını aç yaşatacağına hem kendisini hem çocuklarını öldürdüğü vakidir. İşte İnönü de bunları yapmıştı.
Savaş, İnönü’nün istediği gibi olmamış, II. Cihan Savaşı bitmiş, diktatör rejimlerin safı yenilmişti. Bu arada Sovyetler Birliği Türkiye’ye nota veriyor, Ankara ve Montrö anlaşmalarıyla doğu sınırlarımızda kendi lehlerinde değişiklik istiyorlardı.
Bu gidişat batıya yakınlaşmayı, çok partili siyaset hayatına geçişi ve Demokrat Parti’yi getirdi.
•
Bu kuşağa göre İslâmiyet; “Terakkiye mânidir. Bu dinle yola devam edilirse mahvolunacağı, kimsenin Türklere kıymet vermeyeceği.” inancında idiler.
Bu şekilde düşünenlere tepki gösteren bir kısım kimselerde daha sonra takipten, hapisten, tacizden kurtulamamışlardır.
Halk partisi ve İnönü’nün tertiplediği kiralık adamların oyunu olan Menemen hadisesi bahane edilerek ülke çapında birçok din ve ilim adamı, samimi müslüman mahkeme edilmiş, bilhassa hiç ilgisi, bilgisi olmadığı halde İstanbul Erenköy’de inzivaya çekilmiş bulunan Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri ve oğlu Ali Efendi bu sebeple tutuklanmıştır. Daha sonra Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri hastanede, oğlu Ali Efendi ise idam sehpasında şehit olmuşlardı.
Yine Şapka kanunu’nun çıkmasından iki yıl evvel resmi izinle yazdığı “Frenk Mukallitliği” isimli kitaptan dolayı yasanın sonradan çıkmasına rağmen bu bahane ile İskilipli Atıf Hoca’nın idam edilmesi de düşündürücü ve üzücüdür.
Bu zâlimler zulmüyle nice nezih ve temiz insanları ortadan kaldırmak istediler. Gayeleri ulemâyı ortadan kaldırmak ve din-i İslâm’ı yıkmak.
Ve fakat Allah-u Teâlâ’da onların hepsini bir bir yere serdi. Âkıbetleri malûm.
Asırlardan beri büyük bir şevkle bağlı bulunduğu İslâm dininden Türk milleti uzaklaştırılmak istenmiştir. Böylece birlik ve beraberliğin en kuvvetli kaynağı kurutulmaya başlanmıştır.
“Reform, devrim, inkılap, yenileşme, yeni düzen” için mutlaka milletin geri kalmasına sebep imiş gibi gösterilen İslâm’dan uzaklaşıp kurtulmak gerektiğine inanılıyordu. Milleti; “Adam etmek, medenî yapmak ve ilerletmek için bu şarttı.”
Günün yöneticileri ve yeni düzenin kurucuları doğulu olmayı reddederek, batılı olmayı tercih ediyorlardı.
Yeni yetişen nesiller, dinden, imandan, ahlâk ve tarih kültüründen yoksun olarak yetiştirildiler. Dininden ve milletinden nefret eder hâle getirildiler. Bu ters gidişi durdurmak isteyenler çeşitli şekilde durduruldular.
Dinine ve vatanına bağlı kimseler “Bağnaz, yobaz, gerici” olarak damgalanıyordu. Avrupa hayranlığında, dinsizlikte ileri gidenler de “ileri görüşlü, medenilik, çağdaşlık” adıyla taltif ediliyordu.
•
Adam kayırma, iltimas, rüşvet, devlet soygunu, gasb, hırsızlık, fuhuş, haksızlık, adam öldürme, vatana ihânet gibi kötülüklerin hepsi ortaya çıktı, önü alınamaz hâle geldi. Hayasızlık ve fâizle iştigal etmekte bunlardandır. Din kalkınca hayasızlık başladı. Hayasızlık ise küfür alâmeti idi.
Bir de haram lokmaya, fâize yönelindi. Yani bu millet fâizle iştigal etmesinden dolayı tamamen çözülmüş ve bu hâle gelmiştir. Ahlakî olarak çökmüştür. Yani halkın bugünkü durumuna sebep fâiz ve setri açmaktır.
Bu parti kendisinden başkalarına söz söyleme hakkı tanımıyor, karşıt tepkileri arkasına aldığı kurumlarla susturuyordu. Bu tavır uzun süre devam etti. Türkiye bu partinin çiftliği hâline getirilmişti.
Hindistan müslümanlarının, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek, halifeye bağlılıklarını göstermek için gönderdikleri yüklü paralar bu partinin temelini oluşturmuş, bu paralarla bir banka, bir de bira fabrikası kurulmuş, çiftliklere harcanmıştı. Opera ve bale okulları açılmıştı.
•
Vatanın İslâmî değerlerden kopartılması için kanunlar çıkartıldı. Halk Takrir-i sükûn ile bütün dini faaliyetlerden menedildi. Ezan Türkçe okunmaya başlandı. İbadetler, ezan ve namaz Türkçeleştirilmişti. Dinde reform yapmak üzere bir sürü yasalar çıkarıldı. Camilere sıralar konulacak, üstüne secde yapılacaktı. Namaz rekâtleri sekizi geçmeyecek, oruç tutup tutmamakta herkes serbest olacaktı. Hafızlık yapmak, arapça parçaları ezberlemek yasaktı.
Halk cenaze yıkayacak, cenaze namazını kıldıracak kimse bulamıyordu.
Araplar Türkleri arkadan vurdu denilerek Hacc yasaklanmıştı.
Kur’an toplatılmış, arşivler yakılmıştı. Camiler kapatılıyor, halkevleri açılıyordu. Kur’an kursları ve köy mektepleri kapatılıyor, Kur’an okumak ve okutmak yasaklanıyordu.
Hazret-i Kur’an-ı okutan hocayı jandarmalar döverdi, hakaret ederdi, mahkemeye sevk ederdi.
İnönü’nün isteği ile İstanbul’un Fethi’nin sembolü Ayasofya Camii bütün garb âlemini sevindireceği gerekçesiyle, 1934’te müze oldu. Bu arada Sultan Fatih’in duâsını hatırlatmak isteriz:
“Benim bu camimi camilikten çıkartan ve yaptığım vakfı bozanlar ebediyyen Allah’ın, meleklerin ve insanların lânetine uğrasınlar.”
Bir çok camii de aynı âkıbete uğradı. Depo, ambar olarak kullanıldı. Bazı medrese ve kütüphaneler uzun zaman CHP’nin ocak merkezi olarak kullanıldı.
Sultanahmet camii bile İnönü döneminde 1939-1945 yıllarında Trakya’ya gönderilen erlerin sevkiyat merkezi haline getirildi. İçinde kazanlar kaynatılmış, ocaklar yakılmış, yemek pişirilmişti. Çinileri yanmış, kararmış, kimileri de kırılmıştı. Bu talandan hemen hemen bütün camiler payını almıştı. Onların onarımına Menderes hükümeti döneminde başlandı.
“Allah” diyemeyecek kadar imandan mahrumdu. Etrafındakilerin: “halk sizden Allah lâfzı duymak istiyor” sözlerine, sadece: “Allah’a ısmarladık, diyoruz ya!” diyebiliyordu. Devleti bütün kurum ve kuruluşlarıyla dinden uzaklaştırdı.
İşte Halk partisi demek bu demek.
Aslında Halk partisi deyince; ekmek karnesi, Kur’an kurslarına yapılan baskınlar, idam sehpaları hatırlanacaktır. Minarelerde Türkçe ezan okunmuş, dini herşey yasaklanmıştı.
•
Bu arada İtalyanlar 12 adalar sorununu görüşmek için Türkiye’yi davet ediyor, İnönü ise 12 adalardan vazgeçtiğini açıklayarak affedilmez hatalarından birisini daha yapıyordu.
İnönü devrinde parti devletin yürütme organı idi. Parti teşkilatı vali-kaymakamlara teslim edilmiş, bürokratik nitelikler kazanan partinin halkla ilişkisi tamamen kesilmişti. Öyle ki bakanlar, valiler, müdürler zeytinyağı, gazyağı piyasasında tekel kurmuşlar, karaborsacılıktan avanta almışlar, karne ile dağıtılan tüketim mallarını halka satarak zimmetlerine geçirmişlerdir.
Millet fakirliğe mahkum edilmişti. Pantolonlar yamalı idi. Takım elbise yaptıran pek azdı. Bir Abaza şöyle demişti: “Köyde bir ayakkabı alındığı zaman herkes onu giyerdi.” İşte memleketin durumu bu idi.
Bu sırada Arap dünyası da karma karışıktı, ya manda egemenliğinde ya da batılıların işgali altında idiler. Araplar, İngiliz, Fransız, İtalyan mandası altına girmişlerdi. Türkiye kendi içinde inkılap, yoksulluk, iktidar muhalefet üçgeninde bocalarken, Araplar bağımsız değillerdi.
Onların bağımsızlık kazanmaları 1950’lere, 60’lara kadar sürmüş, ancak herbirinin başına münafıklar gelmişti. Onlar da halkı eziyor, sömürüyor, İslâmî değerlerden uzaklaştırıyorlardı. Yani dünyadaki bütün İslâm devletleri harap, bitap vaziyette, tam bir keşmekeş içinde idi.
Fakat onların yine bekledikleri lider ülke Türkiye idi, gönülleri bu vatanda idi. Ve fakat bu vatanın hali ise mâlûmdu.
1945’e doğru artık işlerin yürümediği iyiden iyiye anlaşılmıştı.
Mayıs 1945’de parti içinde bir muhalefet kanadı doğdu. Bütçe müzakereleri sırasında memurların kötü durumları, vurgunculuk, karaborsa, vergi sistemindeki bozukluk, bütçe açığı, pahalılık vs. sert eleştirilere uğradı. Sonuçta yedi CHP’li bütçeye red oyu verdi. Bunlar Menderes ve arkadaşları idi.
Hükümet bunalımdan çıkmaya çabalarken merkezde güçlenen muhalefet tedirginlik doğuruyordu.
1946’da Celal Bayar başkanlığında muhalefet doğuyor ve seçimlere katılarak DP şansını deniyordu. “Açık oy gizli tasnif”le İnönü yine kazandı. Fakat Menderes ve arkadaşları mücadelelerine devam ettiler.
CHP devamlı olarak oy kaybediyor, itibardan düşüyordu. Yönetimde yumuşamalar başlamıştı. İnönü döneminin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu şöyle diyordu:
“1946 seçim kampanyasından çoklukla seçilip gelen CHP milletvekilleri bozuktular. Parti, ilk defa milletten bir zılgıt yemiş, sarsılmıştı. Uzun bir tek parti devrinin biriktirdiği hoşnutsuzluk yaygındı. Denilebilir ki halkın bir numaralı yakınması din hizmetleri ve din öğretimi bahsindeydi. Vatandaş, ‘Ölü yıkayacak adam bulamıyorum.’ diyordu.”
CHP telâşa kapılmıştı. Bir şeyler yapmış olmak için okullara din dersi kondu, İmam-Hatip okulu ve İlâhiyat Fakültesi açılması kararı alındı.
1946’da ABD 100 milyon dolarlık alacağından vazgeçiyordu. Temmuz 1948 de Türk-Amerikan iktisadi işbirliği andlaşması imzalandı. Amerika’dan 5000 traktör alındı. Amerika ile yakınlaşmalar oldu.
Bütün bunlara rağmen gerek maddi, gerek manevi sıkıntılar artık Halk partisi ve İnönü’nün sonunu getiriyordu. Halk İnönü’den umudu kesmiş, Menderes’e bağlanmıştı.
Burada bunca sıkıntıları yaşayan halkın bu sıkıntıları unutmasını nankörlüğe bağlamak lâzım.
Millet nankör olursa herşeyi çabuk unutur ve belâ, musibet, zillet, fakirlik yine başına gelir.
Musa Aleyhisselâm’ın kavminden neler çektiğini, yahudilerin isyanını ve neticesinde çektikleri azapları Hazret-i Allah Kelâm-ı kadîm’inde haber veriyor:
•
Kızıldeniz’i karşıya geçen İsrailoğulları başlarında Musa aleyhisselâm olduğu halde Kenan diyarına doğru yola çıktılar.
Her ne kadar Musa Aleyhisselâm’a tabi olmuşlar ise de, Mısır’da iken putlara ve suretlere gözleri alışıktı. Daha henüz zihinlerine Tevhid yerleşmemişti.
“Gönülden putlara tapan bir topluluğa rastladılar. ‘Ey Musa! dediler, onların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh yap!’ O da dedi ki ‘Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. Onların taptıkları putlar bâtıl, bütün yaptıkları yok olmaya mahkûmdur. Allah sizi âlemlere üstün kılmış iken, ben size Allah’tan başka ilâh mı arayayım?” (A’râf: 138-140)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerin devamında şöyle buyuruyor:
“Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size işkencenin en kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bütün bunlarda, Rabb’inizden size büyük bir imtihan vardı.” (A’râf: 141)
Allah-u Teâlâ İsrailoğulları’nı ataları İsrail’den kendilerine miras olarak kalan Arz-ı mukaddes’te iskan edeceğini vadetmişti. Fakat şimdiki Filistin’in bulunduğu bu yerler, o vakit Amâlikalılar’ın işgali altında idi. Onları oradan çıkarmak için savaşmakla emrolunmuşlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.
Ey kavmim! Allah’ın size takdir ettiği Arz-ı mukaddes’e girin, ardınıza dönmeyin. Yoksa zarara uğrar, kaybedersiniz.” demişti. (Mâide: 20-21)
Ne yazık ki İsrailoğulları, kendilerine vadedilen yere girmekten kaçındılar ve şöyle söylediler:
“Ey Musa! Orada çok zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz asla girmeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” (Mâide: 22)
Akabinde şunları da söylediler:
“Ey Musa! Onlar orada oldukça, biz asla oraya girmeyiz. Sen ve Rabb’in gidin savaşın. Biz burada otururuz.” (Mâide: 24)
Musa Aleyhisselâm’ın yakınlarından iki kişi, onlara şehrin kapısından girmelerini, girdikleri takdirde mutlaka galip geleceklerini söyledikleri halde, onlar girmemek için direndiler. Bütün ısrarlara rağmen yüz çevirdiler ve peygamberlerine bir çok gönül endişesi yaptılar.
Musa Aleyhisselâm da onlara gücenerek bedduâ etti:
“Rabb’im! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum. Artık bizimle, yoldan çıkmış bu milletin arasını ayır.” (Mâide: 25)
Cenâb-ı Hakk sevgili peygamberine şöyle buyurdu:
“Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış fasık millet için tasalanma, üzülme.” (Mâide: 26)
Böylece Arz-ı mukaddes’in kapısına kadar geldikleri halde, bu emr-i ilâhî’yi yerine getirmedikleri için Tih Çölü’ne düştüler. Yuşâ peygamberin kumandası altında yeni neslin Arz-ı mukaddes’i fethederek oraya girmesine kadar zillete düçar oldular.
•
İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra, aslî vatanları olan Arz-ı mukaddes’e ulaşmak için uzun yollar katetmişler, ömürlerinin çoğunu çöllerde geçirmişlerdi. Arz-ı mukaddes’e geldikleri halde, orada zorba bir millet bulunduğunu bahane ederek oraya girmekten çekinmeleri üzerine, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştı. Tih sahrasında her gün ileri-geri gidip-gelmek ve yine yerinde saymak suretiyle azap olundular.
Bir çok güçlüklerle, hatta kendilerini yok edebilecek büyük tehlikelerle karşılaştıkları halde; Allah-u Teâlâ onları bertaraf etmiş, kendilerine yeni yeni nimetler ihsan buyurmuştur.
Esaretten hürriyete kavuştular. Gölgelenmeleri için çölün kızgın sıcağında üzerlerine bulutlar gönderdi. Karınlarını doyurmaları için gökten kudret helvası ve bıldırcın indirdi. Susuzluktan ölecekleri bir sırada taştan pınarlar akıttı.
Bu ilâhi nimetlerin şükrünü edâ edecekleri yerde büsbütün şımardılar. Nimetleri beğenmemezlik ederek hıyar, sarmısak, mercimek gibi yiyecekler istediler. Hakk’ın taksimine razı olmadılar.
Bu kadar mucize yetmiyormuş gibi, dosdoğru inanabilmeleri için Allah’ı apaçık görmeyi şart koştular.
Nefislerini ıslah edecekleri yerde, bozgunculuk yaptılar. Kaskatı yürekleri yumuşamadı. Bunun için de tarih boyunca zilletten kurtulamadılar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri İsrailoğulları’na vermiş olduğu nimetleri hatırlatarak, yaşayan milletleri ibret almaya ve intibaha dâvet ediyor:
“Ey İsrailoğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve sizi bir zamanlar âlemlere üstün kıldığımızı hatırlayın.
Hiç kimsenin hiç kimseye bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden şefaâtin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği azap gününden korkup sakının.
Hani size işkencelerin en kötüsünü tattıran, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlatan Firavun hanedanından kurtarmıştık. Bu Rabb’inizin büyük bir imtihanı idi.
Denizi yarıp sizi kurtarmış ve gözlerinizin önünde Firavun hanedanını suda boğmuştuk.” (Bakara: 47-50)
“Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz. Böylece kendinize zulmettiniz.
Bundan sonra şükredersiniz diye sizi bağışlamıştık.
Doğru yolu bulup hidayete erişesiniz diye Musa’ya kitap ve furkan vermiştik.
Musa kavmine ‘Ey kavmim! Buzağıya tapınmakla nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürünüz. Bu, Yaratıcı’nızın katında sizin için daha hayırlıdır.’ demişti. Allah da tevbenizi kabul etmişti. Çünkü o tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametlidir.
‘Ya Musa! Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız.’ demiştiniz de gözleriniz göre göre yıldırım çarpmışa dönmüştünüz.
Bu ölü halinizden, belki şükredersiniz diye, sizi tekrar diriltmiştik.
Üstünüze bulutları gölge yaptık. Kudret helvası ve bıldırcın indirdik. ‘Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin iyi ve güzel olanlarından yiyin.’ dedik. Onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.” (Bakara: 51-57)
“Hani siz ‘Ey Musa! Biz bir çeşit yemeğe mümkün değil katlanamayacağız. Bizim için Rabb’ine duâ et de; yerin bitirdiği sebze, kabak, acur, sarmısak, mercimek ve soğandan yetiştirsin.’ demiştiniz.
Musa da onlara ‘Siz hayırlı olanı, daha aşağı olan şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyle ise bir şehre inin, orada istediğiniz şeyler var.’ demişti.
Üzerlerine zillet ve meskenet, horluk ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah’ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, haddi aşıp aşırı gittikleri için bunu hak ettiler.” (Bakara: 61)
“Bir zaman da sizden kesin söz almıştık. Tur dağını da, başınıza indirecek gibi bir vaziyette üstünüze kaldırıp ‘Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın, içinde olanları hatırda tutun. Belki bu sayede sakınır, korunursunuz.’ demiştik.
Bundan sonra yine sözünüzden döndünüz, yine yüz çevirdiniz.
Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.” (Bakara: 63-64)
Ne idik, ne olduk. Çok kısa zamanda çok geri gittik. Özal’ın zamanı böylemiydi? Devlet, millet refah içinde idi. O gitti, bereket gitti. Neden? Bunun cevabı Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’ine bakıp anlayabilirsiniz:
“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği
Ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizî)
Devlet malında hırsızlık olduğunda, hırsızlar türeyip çalma ve yağma artarsa Allah-u Teâlâ bereketi giderir, uğursuz gelirse bütün millet sıkıntıya düşer. Çünkü Allah-u Teâlâ feyizi çeker.
Bu hale neden düştüler?
Âyet-i kerime’de:
“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin.” buyuruluyor. (Nisâ: 144)
Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edindikleri için bu hale düşmüşlerdir, icraatlarını ona göre yaparlar. Devlet işlerini bozma azminde ve gayretinde olurlar. İyileri ve ehil olanları vazifeden alırlar, o işle hiç ilgisi olmayan naehil kimseleri iş başına getirirler. Yani işe adam değil de adama iş verirler.
Böyle olunca da işler bütünüyle naehlinde olduğu için, devlet düzeni tamamen bozulur. Büyük huzursuzluklar başgösterir. Bu durum devletin çökmesine sebep olur.
Din ve dünya işini bozmak için çalışırlar. Yenilik bahanesiyle dini tahrif etmek, küfrü yerleştirmek için açık olarak çalışırlar.
Balık otu yutan ve bunlara müslümandır diyenler de seyre dalarlar, bu hâinleri alkışlarlar. Zira haram lokma onları bu hale koymuştur.
•
O millet bu duruma müstehak olmuştur. Daha evvel arzettiğimiz gibi; zengini sarhoş, kadını çılgın, fakiri şaşkın... Hepsi de balık otu yutmuş balıklara benziyorlar. Bir balık karnımı doyuruyorum zannıyla balık otu yutar, fakat bu onun hayatına malolur. Bunların bu durumları ise ebedî hayatlarına malolur.
Âyet-i kerime’sinde Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah bir millet için kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek bir kuvvet yoktur. Onlar için Allah’tan başka bir veli (yardımcı) da yoktur.” (Ra’d: 11)
Bilmezler ki halkın zararı memleketin zararıdır ve memleketin zararı herkesten önce başında bulunanların zararıdır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebût: 13)
Şu kadar var ki:
“Ben onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım çok sağlamdır.” (Kalem: 45)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere; onlara makam ve mevki, rızık bolluğu, uzun ömür, beden sağlığı gibi nimetler, kuvvetler ve zevkler vererek, derece derece azaba yaklaştırır. Tam sırası gelince bir anda iplerini çekiverir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Şüphesiz ki Azîz ve Celîl olan Allah zâlime mühlet verir. Amma bir de yakalarsa onu bırakmaz.” (Müslim: 2583)
Buyurmuş, sonra da şu Âyet-i kerime’yi okumuştur:
“Halkı zâlim olan bir memleketi Rabb’in yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun yakalaması pek acı ve pek şiddetlidir.” (Hûd: 102)
Bu ilâhi buyruk bütün zalimlerin âkıbetlerinin ne kadar ağır olduğunu açıkça bildirmektedir.
•
Bugün edepsize, hayasıza sanatkâr ismini vermişler.
Resulullah Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurdular ki:
“Haya ile iman bir arada bulunur, birbirinden ayrılmazlar. (yani biri gidince öteki de kalmaz).” (C. Sağir)
Durum böyle olunca işi ciddi tutmak Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmünün olduğu yerde mahlûkun hükmünün geçemeyeceğinin idraki içinde olmak gerekir.
Zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayasızlıkların yaygınlaştığı bir memleketin ve halkının başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceği mukadderdir. Bugün olduğu gibi.
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellâllığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)
“Allah ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları ile beraber ateşe girin!’ der.” (A’râf: 38)
Her nankörü, her zorbayı ahirette önce kaynar suya atar, sonra da cehenneme sokar.
“Kaynar su” mânâsına gelen “Hamîm” kelimesi Kur’an-ı kerim’de on iki Âyet-i kerime’de geçmekte olup, cehennemdeki azap çeşitlerinden birisidir. Cehennemdekilere içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği belirtilmektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.” (Vâkıa: 92-93-94)
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur. Ne fenâ ziyafettir o kaynar su!
“Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’âm: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; ahireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kızgın bir kaynaktan içirilirler.” (Ğâşiye: 5)
Bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça eder. Bütün bu cezalara Hakk’tan yüz çevirmeleri ve inkarları sebep olmuştur.
“Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (Yunus: 4)
Evvelce nâil oldukları nimetleri suistimal edip nankörlük yapmalarının cezasına kavuşmuş oldular.
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgâr, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amel defterleri soldan verilenler... Onlar ne uğursuzdurlar!
İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 41-42)
Artık orada o bir gübre olur. Ne ölür ne de yaşar. Çünkü cehennemin ortasında başına kaynar su dökülüyor, haşlanıyor.. O orada artık bir gübre bir cife hâline gelir. Ölüm yok, yaşama da yok.
Cehennem azaplarından birisi de ölüm azabıdır.
“Ölüm her yandan geldiği halde ölemez.” buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve organları acı duyar, fakat ölemez. Çünkü azabını çekecek ve tamamlayacaktır. Ölüp de azaplardan kurtulamayacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“O kimse en büyük ateşe girer. O ateşin içinde ne ölür ne de yaşar.” (A’lâ: 12-13)
Dünya ateşleri her ne kadar çok ve büyük de olsalar, cehennem ateşine nisbetle pek küçük kalırlar.
Ölmez ki, ölümle dünya azabından kurtulduğu gibi kurtulsun. O kadar azabın içinde hayat da bulması imkânsızdır. Bundan daha büyük bedbahtlık düşünülemez.
Ölümden daha şiddetli olan bir şeyden kurtulmak için, yok olmayı isteyen kimsenin seslenişi gibi seslenirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Elleri boyunlarına bağlanarak o ateşin dar bir yerine atıldıkları zaman, orada ölümü çağırırlar.” (Furkân: 13)
Bir belâ ki ölümü istettiriyorsa, o belânın ölümden daha şiddetli olduğu ortadadır.
Onlara şöyle denir:
“Bugün bir ölüm çağırmayın, bir çok ölüm çağırın!” (Furkân: 14)
Bu hitap, onların isteklerinin kabul edilmesi ve azaplarının hafifletilmesi hakkındaki ümitlerini tamamen yok eder. Maruz kaldıkları azaptan dolayı ölümü ne kadar isteseler yine de azdır. Çünkü daha çok çeşitli azaplar kendilerini beklemektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler, kendilerinden cehennem azabı da hafifletilmez. Biz her nankörü işte böyle cezalandırırız.” (Fâtır: 36)
Yaratan, nimetlerle donatan Rabb’ine karşı nankörlük eden, Hakk’ı hakikati yalanlayan herkesin cezası işte budur. Cehennemde devamlı bir azap içinde çırpınıp duracaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rabb’ine suçlu olarak gelen kimse için cehennem vardır. O orada ne ölür ne de yaşar.” (Tâhâ: 74)
Ölmez ki azabı son bulsun, rahat da bir hayat süremez. Böylesine bir hayatın içinde yaşayanlara “Yaşıyorlar” denilemez.
Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar orada sonsuz çağlar boyunca kalacaklardır.” buyuruluyor. (Nebe: 23)
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter.
•
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
İsrâ sure-i şerif’inin 60. Âyet-i kerime’sinde “Lânetlenmiş ağaç” olarak vasıflandırılmaktadır.
Çünkü cehennemlikler onu bir rahmet olarak değil de, lânetlenmelerinin sonucu olarak yemektedirler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Zakkum ağacı cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Meyveleri şeytanların başları gibidir.” (Sâffât: 64-65)
Bu ateşten ağaçlar onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar.
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.
“Cehennemlikler ondan yerler ve karınlarını onunla doyururlar.” (Sâffât: 66)
Zehir gibi zakkumu yiyince bu sefer hararetleri dayanılmaz bir dereceye ulaşır. Suya ihtiyaç hissedince, zebaniler onları gayet sıcak suyun bulunduğu yere götürürler.
Âyet-i kerime’de:
“Sonra bunun üzerine onlar için kaynar su karıştırılmış bir içki vardır.” buyuruluyor. (Sâffât: 67)
Hararetleri nisbetinde ondan içerler ve yedikleri zakkumla karıştırırlar. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
“Sonra dönecekleri yer yine cehennemdir.” (Sâffât: 68)
Çünkü başka gidecek yerleri yoktur. Çobanın hayvanları suya götürüp tekrar ağıla getirdiği gibi, zebaniler de bunları azap mahallerinden götürüp getirirler.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınlarında suyun kaynaması gibi kaynayan erimiş maden gibidir.” (Duhan: 43-46)
Sıcak suyun kaynadığı gibi karınlarında kaynar. Hakk’tan sapan, ahiretten yüz çeviren kimselerin cehennemde ilk olarak zakkumdan yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!
Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.
Üzerine de kaynar su içeceksiniz.
Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.
Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır.” (Vâkıa: 51-56)
Cehennemliklerin azaplarını istihza için “Ağırlama” denmiştir. Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra kendileri için hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak böyle bir ziyafete lâyık bulunmuşlardır.
Cehennemlikler azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar.” (Nebe: 24)
Gönüllerini ferahlatacak, içlerini serinletecek bir şey bulamayacakları gibi, beslenecekleri rahat bir içecek de bulamayacaklar.
“Yalnız kaynar su ve irin içerler.” (Nebe: 25)
“Kaynar su” mânâsına gelen “Hamîm” kelimesi, sıcaklığın son noktasına varmış olan sıcak şeydir.
“Ğassak” ise, cehennemliklerin vücutlarından dökülen irinleri, yaralarından akan cerahatleri ve terleri demektir. Öyle pis öyle mülevves kokar ki yanına yaklaşılmaz. Onlar bundan başka bir su bularak onunla hararetlerini teskin edemezler.
“İşte kaynar su ve irin! Tatsınlar onu!” (Sâd: 57)
“Yaptıklarına uygun bir karşılık olarak.” (Nebe: 26)
Çünkü ahiret gününü inkar edip, asla böyle bir gün olmayacağını söylemenin ve bir ömür bu iddiada ısrar etmenin tam karşılığı; o günün o şiddetli azabını göstermek ve tattırmaktır. Küfür en büyük isyan olduğundan, onun cezası da en büyük azap olan cehennem azabıdır.
“Çünkü onlar hesaba çekileceklerini beklemiyorlardı.” (Nebe: 27)
Onların yapmış oldukları işler, söyledikleri sözler de dahil olmak üzere her şeyi Allah-u Teâlâ zaptetmiş ve muhafaza altına almıştı.
Cehennemlikler hakkında bu Âyet-i kerime’den daha ağır bir Âyet-i kerime nâzil olmamıştır. Çünkü onlara sürekli olarak azap artırılacak, bir azap türüne karşı yardım istedikçe kendilerine daha şiddetli bir azap ile karşılık verilecektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hâkkâ: 36-37)
•
Allah-u Teâlâ şeytanı ve onun şaşırtıp yoldan çıkardıkları kimseleri cehenneme koyacağını vâdetmişti.
Öncekiler ve sonrakiler hepsi birleşirler. Hep beraber cehenneme girdiklerinde birbirlerinden son derece nefret duyarlar, birbirlerine lânet yağdırırlar.
“Her ümmet (topluluk) girdikçe kardeşine (kendini saptıran yoldaşına) lânet eder.” (A’râf: 38)
Saptırıcı önderlerle onlara şuursuzca uyan şakşakçılar bir araya gelince husumet ve karşılıklı tartışmalar başlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için ‘Ey Rabb’imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azab ver!’ derler.” (A’râf: 38)
Hırlaşmalar ve ithamlar işte böyle başlar. Körükörüne peşlerinden sürüklendikleri ve felâket-i ebediyeye düşmelerine sebep oldukları önderlerine Allah-u Teâlâ’dan “Ey Rabb’imiz!” diye başlayarak, kat kat cezalar vermesini isterler.
Çünkü onlara uydukları ve kâfirlikte peşlerinden gittikleri için sapıklığa düşmüşler, onların açtığı çığırda yürüdükleri için cehenneme müstehak olmuşlar.
Allah-u Teâlâ onların bu isteklerine şu şekilde mukabele eder:
“Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz!” (A’râf: 38)
İstedikleri kat kat azap hem kendileri için hem de onlar içindir. İki taraf da sapıklıkta ortaktır. Kitleleri bâtıl yollara sürükleyen küfür liderleri hem kendi kâfirliklerinden, hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; körü körüne bunların peşinden sürüklenenlere de hem kâfir olduklarından, hem de gönül rızası ile sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azap edilecektir.
Uyan da uyulan da birbirlerinden karşılıklı kuvvet almışlar, şirretliklerini beraberce yapmışlardır. Şimdi ise hem kendileri için hem de şuursuzca kabullendikleri fırkalar için ne kadar acıklı azaplar karşılarına çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ’nın bu beyanı üzerine öncekiler sonrakilere şöyle derler:
“Sizin bizden üstünlüğünüz yoktur, kazandığınıza karşılık azabı tadın!” (A’râf: 39)
Sapık önderler bunu tâbilerine yürek soğutma yoluyla söylerler. Çünkü onlar liderlerinin azaplarının iki kat olmasını istemişlerdi.
Orada buna benzer suçlamalar ve lânetleşmeler sürüp gider. Hiç birisi suçu üzerine almak istemez. Ceza yapılan işin cinsinden olduğu için, dünyadaki mâlâyâni tartışma ve suçlamalar orada da devam eder.
•
Allah-u Teâlâ saptıranlarla sapanların cehennemdeki pek hazin manzaralarını tasvir edip, ibretli bir tablo halinde akl-ı selim sahiplerinin gözleri önüne sermektedir.
Allah’ı ve O’nun dinini bırakıp bâtıl sistemlerin kurbanı olanlar cehennemin alt derecelerinde birbirleriyle hasımlaşır, mesuliyeti birbirine atmaya çalışırlar.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar birbirlerini suçlayıp çekişirler.” buyuruluyor. (Sâffât: 27)
Öyle suçlayıcı iddiâlarda bulunurlar ki, maksatları suçu üzerlerinden atmak ve kurtulmak. Fakat ne mümkün! “Sen bizim buraya girmemize sebep oldun!” diyerek, leş üzerine üşüşen kargalar gibi üzerlerine üşüşürler.
İleri gelenlerine:
“Siz bize sağdan gelir, suret-i haktan görünürdünüz!” derler. (Sâffât: 28)
Bâtılı süslerler hak diye gösterirlerdi. Günahları sevap diyerek onlara işlettirirlerdi. Kendilerini hayrat ve hasenâta sevketmek, doğru yolu göstermek istediklerini söyleyerek onları kandırıp Allah yolundan alıkoyarlardı. En güvendikleri noktalardan yanlarına sokulur, onları ayartmaya çalışırlardı.
Kimileri de kuvvet ve tahakküm ile, sahip olduğu makamın forsunu kullanarak, halkı Allah’ın dininden uzaklaştırmak isterdi.
Bu sefer kodamanlar ileri atılırlar, haklarındaki ithamları reddederek, mesuliyeti onlara yüklemek isterler.
Ve derler ki:
“Hayır! Zaten siz inanan kimseler değildiniz.” (Sâffât: 29)
Ki, sizi imandan küfre çevirdiğimize dair iddiâlarınız doğru sayılsın. İman etmek imkânınız olduğu halde yüz çevirmiştiniz, kendi isteğinizle küfrü tercih etmiştiniz.
“Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu, siz kendiniz azgın bir topluluk idiniz.” (Sâffât: 30)
Serbest iradenizle sapıklığı tercih ettiniz. Bizim sizi dâvet ettiğimiz yolun doğruluğuna dair elinizde kesin bir delil de bulunmuyordu. Tercihinizi kötülüğe kullandığınız için dâvetimizi kabul ettiniz ve bize uydunuz.
“Artık Rabb’imizin sözü bize hak oldu. Azabımızı muhakkak tadacağız.” (Sâffât: 31)
Hepimiz O’nun tehdit ettiği azaba mahkum olduk, kesinlikle bu azabı tadacağız, hiç kurtuluş imkânımız yok.
“Evet biz sizi kışkırttık. Çünkü kendimiz azgındık.” (Sâffât: 32)
Bizim gibi olmanız için sizi azdırmak istemiştik. Siz de sapıklığa meyliniz sebebiyle bize uydunuz. Bu hususta bizi kınamayın.
Dünyada yaptıklarının karşılığı olarak, Allah-u Teâlâ’nın kesin hükmü ahirette gerçekleşmiş olur:
“O halde o gün hepsi azapta müşterektirler.
Biz suçlulara böyle yaparız.” (Sâffât: 33-34)
•
Cehennem namzetlerine uyanlar cehennemde lâyık oldukları cezalarını çekerlerken zebaniler saptırıcı önderlere şöyle seslenirler:
“İşte şunlar peşinize düşüp sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir.” (Sâd: 59)
Onlar da son derece öfkeyle cevap verirler:
“Onlara merhaba yok, rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar da ateşe girmişlerdir.” (Sâd: 59)
Dünyada iken kendilerine uymalarından gurur duydukları kimseleri artık görmek istemiyorlar.
Buna mukabil uyruklar da onlara cevap vermekten geri kalmazlar:
“Asıl size merhaba yok! Siz rahat yüzü görmeyin! Bunu başımıza getiren sizsiniz.
Ne kötü bir durak!” (Sâd: 60)
Saptırıcı önderlere uymanın acı ızdırabını çok acı bir şekilde çeken uyruklar güruhu, kin ve intikam duyguları ile dolup taşarak Allah-u Teâlâ’ya yönelirler.
Derler ki:
“Ey Rabb’imiz! Bunu bizim başımıza kim getirdiyse, ateşte azabını kat kat artır.” (Sâd: 61)
Aslında burada onlara karşı duydukları kin ve nefreti dünyada iken duymaları gerekiyordu. Onlara uydukları takdirde başlarına böyle bir felâketin geleceği apaçık belli idi. Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif’lerinde açık açık ferman buyurmuştur.
İnananlar işitmişler, itaat etmişler, onlardan irtibatlarını tamamen kesmişler, Hazret-i Allah ve Resul’ünün yoluna koyulmuşlardır. Şimdi onların böyle bir sıkıntı ve dertleri yok. Şimdi onlar cennetlerde mutluluk içinde yaşıyorlar. Hakk’a ve hakikate sarılmanın, Allah yolunun yolcularının izini takip etmenin mükâfatını bol bol alıyorlar.
Onlar ise bütün uyarılara rağmen gerçeğe karşı direnmişler, hakikate kulak tıkamışlar, gözü yumuk bakmışlar. Ecel onları tam bu hallerinde iken yakalamış.
İş işten geçtikten sonra yalvarıp yakarıyorlar:
“Ey Rabb’imiz! Cinlerden ve insanlardan bizi yoldan çıkarıp saptıranları bize göster. Onları ayaklarımızın altına alalım da en alçaklardan olsunlar!” (Fussilet: 29)
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların, dinden diyanetten, ahlâk ve fazilet değerlerinden mahrum bırakanların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Fakat Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği aklı kullanmayıp, dinin ilâhi beyanlarını dinlemeyip, bu gibi saptırıcıların gösterdikleri çıkmaz yollara sapan kimseler de onlar gibi azaba müstehak olmuşlardır. Kendilerini mazur göstermeye asla salâhiyetleri olamaz.
İçleri intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Kahırlarından ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilemezler. Bir netice vermeyeceğini bildikleri halde, değişik ifadelerle tekrar tekrar ilticâ ederler:
“Ey Rabb’imiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uymuştuk, onlar da bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzâb: 67)
“Ey Rabb’imiz! Onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânete uğrat!” (Ahzâb: 68)
Halbuki kendilerine ne emretmişlerse yapmışlar, onlara uydukları için zaten bu hale düşmüşlerdi. Şimdi ise pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlar, Allah’a ve Resul’üne itaat etmediklerine nedamet ediyorlar. Fakat hiç faydası yok.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların bu tartışmasının kesinlikle olacağını beyan buyuruyor:
“İşte cehennemliklerin birbirleriyle bu şekilde tartışmaları gerçektir, muhakkak olacaktır.” (Sâd: 64)
•
Gözleriyle ayan-beyan gördükleri bu azap gibi, Allah-u Teâlâ onlara amellerinin cezasını pişmanlık ve kahırla ödetecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O zaman küfür öncüleri azabı görünce kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşıp giderler ve aralarındaki bütün bağlar kopar.” (Bakara: 166)
Herkes kendi derdine düşer. Hepsi de aynı girdabın içindeler. Ektiklerini biçip ettiklerini buluyorlar.
Körü körüne uydukları sapık liderler onları yüzüstü bırakır giderler. Dünyadaki gibi baş olmak iddiâsında bulunamazlar. Her şeyden vazgeçerler. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar. İttifak etmek üzere yaptıkları yeminleri ve anlaşmaları bozulur.
“Onlara uyup arkalarından gidenler ‘Ah ne olurdu, bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşmış olsaydık!’ derler.” (Bakara: 167)
Fakat ne çare ki, o sözleri olmayacak bir şeyi temenni etmek kabilindendir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.
Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.” (Bakara: 167)
İkaz edildikleri halde bu ikazlardan nefret duyanlar var ya, iman ettikleri saptırıcı imamlarla cehenneme girdikleri zaman ne kadar pişmanlık duyacaklar.
“Ah keşke dinleseydik! Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etseydik. Allah-u Teâlâ’nın dâvetçisi bize hep O’nun kelâmını önümüze çıkarıyordu. Fakat biz azgınlar bu âyetlerden ikrah ederdik. Çünkü sizin dininize girmiştik. Meğer o ne güzel bir dâvetçiymiş, keşke uysaydık! Şimdi ise sizden ikrah ediyoruz. Bu azgın ve alevli ateşler içerisine, size uymamız, yolunuzda bulunmamız ve çalışmamız sebebiyle girdik.” diyecekler.
Onların boyunlarına demir halkalar takılır, yetmiş arşın uzunluğunda zincirlere vurulur.
O bir lânet halkasıdır, o lânet halkası ile kaynar suya da atılırlar.
Aslında o lânet halkası onlara daha dünyada iken takılmıştır. Zira onlara Allah-u Teâlâ ve melekler, peygamberler ve sâlih kullar kıyamete kadar lânet etmişlerdi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.)
Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)