Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ - Mümtehine Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2) - Ömer Öngüt
Mümtehine Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2)
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Dizi Yazı - Tefsir
1 Ağustos 2002

 

Mümtehine Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2)

Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara Öğüt Vermek

 

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların çevirdikleri bütün entrikaların farkında idi. Fakat bütün bunlara rağmen, rahmet peygamberi oluşu sebebiyle, hâl ve hareketlerine çeki düzen vermeleri için onlara her fırsatta nasihatte bulunuyordu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben şöyle buyurur:

“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerindekini bilir. Sen onlara aldırma. Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle!” (Nisâ: 63)

Gerçekleri en etkileyici bir üslûp ile ulaştırmaya çalış, tâ ki gafletten uyansınlar, azab-ı ilâhî’den korksunlar, şikak ve nifaktan, fitne ve fesattan vazgeçsinler, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşsunlar.

Allah-u Teâlâ münâfıkları tevbeye dâvet ediyor, içinde bulundukları bataktan kurtarmak istiyor.

Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlere düşmanlık beslemeyi ve onlarla ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmayı şiddetle emrettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

“Umulur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar.” (Mümtehine: 7)

Aranızda dostluğun meydana gelişi, onları iman etmeye muvaffak kılmasıyla ve dinde size uymaları sûretiyle olur.

Nitekim Mekke fethedilince, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde seve seve İslâm’a girmek için can atmışlar, Ashâb-ı kiram ile aralarında büyük bir muhabbet ve tesanüt tecellî etmiştir.

“Allah kâdirdir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 7)

Rızâ-i Bâri’si uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.

Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman için açıktır. Günahlarından pişmanlık duyan, inkârından ve kötülüklerden vazgeçen ve yaptıklarından tevbe etmek isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.

 

Zimmîler:

İslâm ülkesinde oturan ve İslâm hükümetinin vatandaşlığını kabul eden gayr-i müslimlere “Ehl-i zimmet” adı verilir. Zimmet altına giren erkeğe Zimmî, kadına ise Zimmiye denir. Zimmet anlaşması yapmakla bunlar müslümanların zimmetine girmiş, birtakım haklara sahip olmuş olurlar. Zimmet akdinin hükmü kısaca; malın, canın ve namusun korunmasından ibarettir.

Zimmet, devamlı bir eman olduğu için, bunu kabul eden bir gayr-i müslim, aksine hareket etmedikçe, devamlı olarak müslümanların ahid ve emanında bulunur.

Zimmet ehlinden birini öldüren şahıs, müslüman öldüren şahsa tatbik edilen cezaya çarptırılır.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kendileri ile andlaşma yapılmış olan bir zimmîyi öldüren bir kişi, kokusu kırk yıllık mesafeden duyulan cennetin kokusunu duyamayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1309)

Bu hususta başka birçok Hadis-i şerif’ler de mevcuttur.

Bunların inanç hürriyetleri ve dini vecibeleri yerine getirebilmeleri tam mânâsıyla korunma ve garanti altındadır. Öyle ki ibadethanelerine karışılmaz, ancak yeni ibadethâne yapmalarına müsaade edilmez. Bu da İslâm’ın dinde zor kullanmayı kabul etmeyişinin bir ifadesidir. Bir zimmî kendisine baskı yapılmaksızın İslâmiyet’i kabul ederse, bu takdirde müslümanların hukukuna tabî olur.

Zimmîler ahidlerini bozarlarsa kendilerine harbî muamelesi yapılır ve harbedilir.

Allah-u Teâlâ, kâfirlerden kendilerine iyilik yapılması ve haklarında adaletin gözetilmesi câiz olanları bahis mevzuu etmekte ve durumu sınırlandırarak şöyle buyurmaktadır:

“Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz.” (Mümtehine: 8)

Bu Âyet-i kerime zimmîleri içine almaktadır. Mânâsı: “Hangi milletten ve dinden olurlarsa olsunlar, size dininiz hakkında sataşmayanlara iyilik ve adaletle muâmele etmekten nehyedilmiş değilsiniz.” demektir.

Çünkü o artık sana sığınmış, senin zimmetin altına girmiş, kendi dinini yaşıyor, bırak yaşasın.

Müslüman olmayanlara zekât vermek câiz değildir. Fakat onlara sadaka vererek yardımda bulunulmasında mahzur yoktur, insana bir sorumluluk yüklemez.

“Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine: 8)

İnsanların hayır olarak verdiklerinin menfaati kendilerine âittir. Karşılığında sevaba nâil olacaklardır.

“Allah sizi, ancak din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar.” (Mümtehine: 9)

Çünkü onlar zâhiren de bâtınen de düşmandırlar. Onlara gösterilecek bir dostluk, kişinin onlardan olduğunun apaçık alâmetidir.

“Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehine: 9)

Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.

Fatih Sultan Mehmed Hazretleri; müslümanların himayesine sığınmış oldukları için İslâm’ın kâfire verdiği ruhsatı kabul etmiş, bu ruhsat dairesinde zimmîlere geniş haklar vermişti.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256)

Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiçbir kimse İslâm dinine girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.

Amma görülüyor ki günümüzde bazı münâfıklar iman ile küfrü ayıramamışlar; Allah-u Teâlâ’nın açık ve kesin emirleri olduğu küfrü hoş görmüşler ve onlarla dostluk kurmuşlardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:

“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.”(Nisâ: 139)

Allah-u Teâlâ müminlere izzet, kâfir ve münâfıklara zillet verdiğini buyuruyor. Fatih Sultan Mehmed Hazretleri İslâm’ın azametini, şecaât ve şevketini küffara göstermek için ve Allah için fütûhat yaptı. Bunlar ise kâfire peşkeş çektiler, onlarla kucak kucağa girdiler.

İslâm’ın zimmîlere olan bu şekildeki müsamahası ile onları dost edinmek tamamen ayrı şeylerdir. Bunlar ise Allah-u Teâlâ’nın ehl-i kitap hakkındaki Kur’an-ı kerim’inde koymuş olduğu esaslardan habersiz; Allah’tan, Resul’ünden ve müslümanlardan başka hiç kimseye gösterilmemesi gereken dostluğu onlara gösterdiler. İslâm dâvetinin özünde olan müsamaha çağrısını, Kur’an-ı kerim’in ısrarla sakındırmaya çalıştığı dostluk mânâsına geldiğini zannettiler.

Zimmîlere güzel muâmele ve nikâhın cevazı, onlarla dostluk kurma mânâsına gelmez.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere’ye gelmişti. Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:

“Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor.”

O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle konuştular:

- Allah cezanı versin! Hakk’a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah’ın şu buyruğunu işitmedin mi? “Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin!” (Mâide: 51)

- Onun dini ona, kâtipliği bana.

- Allah’ın aşağıladığına ikram etme, Allah’ın hor gördüğünü azîz ve şerefli kılma, Allah’ın uzaklaştırdığını yaklaştırma.

- Ne yapalım! Basra’nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.

- Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın?” (Mefâtihül-gayb)


  Önceki Sonraki