Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Muhâcirler’i yurtlarında barındırmak suretiyle onlara büyük yardımda bulunan Evs ve Hazreç kabileleri’ne mensup Medine’li müslümanlara “Yardımcılar” mânâsına gelen “Ensâr” adı verilmiştir.
Ensâr öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekke’li müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu ismi Allah mı koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını vermiştir. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Muhâcirler’den evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensâr, kendilerine hicret edip gelenleri severler.” (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını gösterirler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler.” (Haşr: 9)
Muhâcirler’e verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dâir bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına rağmendir.
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr: 9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, onların da Allah-u Teâlâ’dan hoşnud olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir bahtiyarlık olduğunu beyan buyurulmaktadır.
Nefsin cimriliğinden korunmak şüphesiz ki ilâhî bir lütuftur.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr: 9 - Teğâbün: 16)
Cömertlik insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise; cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur ve nefsin yakalandığı tedâvisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Allah-u Teâlâ’nın lütfu erişip de nefsin cimriliğinden kurtulanlar ise; dünyada huzurlu bir hayat yaşadıkları gibi, ahiretin zorlukları karşısında da güven içinde olurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmek saâdetine eremeyip Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nı gören ve onların sohbetinde bulunan müslümanlara “Tâbiîn” denilir. Bu isim onlara Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş olup, büyük bir şereftir.
Bu bahtiyar zümreye işaret eden Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde müminlere karşı bir kin bırakma.
Şüphesiz ki sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” (Haşr: 10)
Âyet-i kerime’de anılan müslümanlar, Ashâb-ı kiram’dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan müslümanlardır.
Ashâb-ı kiram, Tâbiîn ve geçmiş din kardeşlerini hayır duâ ile anmak her müslümanın vazifesidir.
Bütün Ashâb-ı kiram’a karşı hürmet ve muhabbette bulunmanın vâcip olduğuna dâir bu Âyet-i kerime delildir. Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
11. Âyet-i kerime’den itibaren Haşr sûre-i şerif’inin inmesine esas sebep olan hadise açıklanmakta ve bu hadiseye katılan iç düşmanı münâfıkların içyüzleri gözler önüne serilmektedir.
Şöyle ki;
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Buna rağmen Uhud hadisesinden beri o civarda bulunan yahudiler tavırlarını tamamen değiştirmişlerdi. Reci’ ve Bi’r-i maûne faciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir kısmı antlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğulları’nın bulunduğu mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları antlaşmaya ne derece sadık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrail Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı. Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu hükmüne uygun düşüyordu:
“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)
Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Nadir oğulları hemen yol hazırlığına başladılar, yol azıklarını hazırladılar.
Fakat baş münâfık Abdullah bin Übeyy yahudilere haber salarak kendilerine destek vâdetti, yerlerinden ayrılmamalarını, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmelerini istedi. Onlar da buna güvenerek kalelerine kapandılar. Resulullah Aleyhisselâm’a da haber gönderdiler ve: “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz, elinden geleni geri koyma!” dediler.
•
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Resul’üm! Münâfıkların ehl-i kitap’tan inkâr eden dostlarına: ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi?” (Haşr: 11)
Münâfıklar içten kâfir oldukları için, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri olan o kâfirlere sözde destek vermeye çalışıyorlardı. Onları çıkartmamak için her türlü itaatsizliği ve isyanı göze alacaklarını, şayet çıkmalarına mani olamazlarsa kendilerinin de yurtlarını ve mallarını bırakıp onlarla beraber gideceklerini, gitmelerine mâni olacak olan kimseleri aslâ dinlemeyeceklerini söylüyorlardı. Savaşta düşmanlarına karşı onlardan tarafa olacaklarına ve savaşacaklarına yemin ederek söz veriyorlardı.
Halbuki onlar bu sözleri söylerken, bu sözlerini yerine getirmemek niyetiyle verdiklerinden dolayı yalancıdırlar.
“Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder.” (Haşr: 11)
Onlar yeminlerinde durmayacaklar ve dediklerinin hiçbirini yapmayacaklardır.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ münâfıkların durumunu daha geniş anlatarak şöyle buyurdu:
“Andolsun eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Savaşa tutuşmuş olsalar onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.” (Haşr: 12)
Şayet münâfıklar yahudilere yardımcı olacak olurlarsa, münâfıklar kesinlikle bozguna uğrayıp kaçacaklardır. Ne onlara yardım ederler, ne de onlarla birlikte savaşırlar.
Gerçekten de böyle oldu. Ne onlarla beraber çıktılar, ne de savaştılar.
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
Münâfıklar Allah’tan korktuklarından daha çok müslümanlardan korkuyorlardı. Gizli ve açıkta olanı bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah-u Teâlâ’dan sakınmıyorlar, azabından korkmuyorlar ve gizli gizli münâfıklık ediyorlardı.
•
Allah-u Teâlâ yahudilerin ve münâfıkların aşırı telaştan dolayı korkak olduklarını, müslümanlarla savaşamayacaklarını, ancak kalelerinde korunmuş olduklarında savaşabileceklerini haber verdi.
“Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar.” (Haşr: 14)
O halde bir savaş olduğunda onlardan korkmamak, bu şekildeki zaaflarını bilip ona göre savaşmak gerekir.
“Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir.” (Haşr: 14)
Birbirleriyle çarpıştıkları zaman yiğitlik gösterirler. Müminlerin karşısına çıkacak olurlarsa yiğitlik gösteremezler.
Bir araya toplandıkları zaman, yiğitlik ve kahramanlık taslayarak lâf ederler, tehdit savururlar. Fakat siperler arkasından meydana çıkamazlar.
Diğer taraftan da, dahili durumları çok perişandır, birbirleriyle boğuşur dururlar.
“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilaf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif rüzgârla savrulacak kuru bir kalabalıktan ibarettir.
“Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.” (Haşr: 14)
Bu tefrika ve dağınıklık, Allah-u Teâlâ’nın emrini düşünebilecekleri bir akılları olmadığı içindir.
“(Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve işlerinin cezasını tatmış olanların durumu gibidir.
Onlara elem verici bir azap vardır.” (Haşr: 15)
Sürgün olma ve zillete düşme hadisesinde Nadir oğulları’nın durumu, Bedir savaşında esir düşen Mekke kâfirlerinin durumu gibidir. Bunlar da onların âkıbetlerine uğrayacaklardır. Bununla birlikte ahirette de onlara cehennem azabı vardır.
“Münâfıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘İnkâr et!’ der. İnkâr edince de ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.” (Haşr: 16)
Münâfıklar, şeytanın insanlara yaptığını yahudilere yapmaktadırlar. “Müslümanlara karşı savaşın, biz sizin arkanızdayız!” diyorlar, iş başa düşünce de sırt çeviriyorlar.
“İkisinin de âkıbeti cehennemdir. Her ikisi de içinde ebedî kalacaklardır.
İşte zâlimlerin cezası budur.” (Haşr: 17)
Küfür ve nifak içinde yaşamak suretiyle nefislerine zulmetmiş olanlar, sonunda böyle şiddetli ve ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
Allah-u Teâlâ münâfıklar ve yahudiler gibi olmaktan sakındırmak için Âyet-i kerime’sinde müminlere öğüt vermektedir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr: 18)
Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk’ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Kalanla giden arasında bir gün fark vardır. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın alttayız. Bugün yataktayız, yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.
Orada “Eyvah!” demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak.
Kabir için hazırlanmak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli.
İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâlî ve malı, kalan da amelidir.” (Buhârî)
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
“Allah’tan korkun. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Yani Allah’tan korkun da kötülük yapmayın, fenâlıklardan sakınmamazlık etmeyin. O yapacağınız şeylere göre sizi hesaba çekecek, ona göre ceza veya mükâfat verecektir.