Muhterem Okuyucularımız;
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
İlmin nuru ile münevver olan “Hakikat ehli”, iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine, ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette ceza ve mücâzat görecektir.
“Kim Tağut’u inkâr edip de Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur.” (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan Tâğutlar’ın, imansız imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan, hakikatten ve doğruluktan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapıklık içinde bocalar dururlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resulü’nün emir ve arzusuna boyun eğmek: “İşittim ve itaat ettim!” demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
Allah-u Teâlâ hiçbir mümine kendi hükümlerinden başkasıyla hükmetmesine veya indirdiği hükümlerden başkasına boyun eğip rızâ göstermesine müsaade etmez. Hatta inkâr etmesini emreder.
•
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’râf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
“Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar.” (A’râf: 146)
İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapıklık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
•
“Hakikat ehli” ile “Dalâlet ehli” Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında açıklanmış, dünya gündeminde olan güncel mevzular da ele alınarak âlem-i İslâm’ın istifadesine arz edilmiştir.
Bu ay içinde idrak edilecek olan mübarek “MEVLİD KANDİLİ”nizi tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Allah-u Teâlâ’dan niyaz ederiz.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir.
O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan Tâğutlar’ın, imansız imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan, hakikatten ve doğruluktan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapıklık içinde bocalar dururlar.
“Hizbullah’a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan’a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet’e Tâbi Olanlar” isimli kitabımızın bölümlerine ehemmiyetine binaen kaldığımız yerden devam ediyoruz.
“Tağâ” kelimesi; sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta çok fazla ileri gitmek, haddi tecavüz etmek mânâlarına gelir. “Tuğyan” da bu kelimeden gelmektedir.
“Su tuğyan ettiği (iyice kabarıp taştığı) vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık.” (Hâkka: 11)
Âyet-i kerime’sinde geçtiği üzere, suyun kabarıp taşmasına, yatağından çıkıp aşmasına “Tuğyan” denilir.
Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye de Kur’an-ı kerim’de “Tâğıye” adı verilmektedir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (korkunç bir ses) ile helâk edildiler.” (Hâkka: 5)
Aşırı derecede şiddetli ve öldürücü olan bu ses, her türlü gürültüden daha şiddetli olan bir sayhadır.
İnsan birçok nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarına ihtiyaçtan uzak gördüğü, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve kabiliyet olduğunu zannettiği zaman artık Allah-u Teâlâ’yı unutur. Dilediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olan kudretin yalnızca Allah-u Teâlâ olduğunu aklından çıkarır.
İşte bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık aklına geleni yapar, hak-hukuk, had-hudud tanımaz olur. Rabb’ine şirk koşmaya, nefsini O’nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl “Tuğyan”dır ve bu gibi kişiler Kur’an-ı kerim’in ifadesi ile “Tâğut”tur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Firavun’un, Nuh kavmi’nin, Semud kavmi’nin ve daha başka, üzerlerine ilâhi gadabın hak olduğu milletlerin isyankâr durumlarını “Tuğyan” kelimesi ile beyan buyurmaktadır.
Bunlar kendilerini dünyanın en büyüğü olarak görmüşlerdi. Her istediklerini yapabilecek güce sahip oldukları zannına kapılmışlardı.
“Gerçek şu ki, insan kendini zengin (kendi kendine yeterli) gördüğü için tuğyankârlık (azgınlık) eder.” (Alâk: 6-7)
Âyet-i kerime’lerinde belirtildiği üzere “Tuğyan”ın içine dalmışlardı.
Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve sefa içinde yaşadılar. Saptırıcıların peşlerine takılarak, Sâlih Aleyhisselâm’ın uyarılarına kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ’nın âyetlerine yüz çevirip, O’na şirk koştukları yetmiyormuş gibi, bir de Sâlih Aleyhisselâm’ın nübüvvetine delil olarak istedikleri deveyi boğazladılar.
Âd kavmi, hiç ölmemek arzu ve umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hud Aleyhisselâm’ın dâvetine uymadılar, Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmakta devam ettiler.
Necm sûre-i şerif’inin 32. Âyet-i kerime’sinde “En zâlim ve en tuğyankâr” olarak vasıflandırılan Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi, kendilerini ileri görüşlü, müminleri de ayak takımı olarak değerlendirdiler. Peygamberlerini taşlamakla tehdit ettiler, bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istediler. İlâhi dâvete kulaklarını tıkadılar.
Aynı şekilde Firavun da İsrâiloğulları’na akla hayale gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp, kadınların ırzlarını kirlettiriyor, Musa Aleyhisselâm’ın dâvetine sağır kesilip Allah’a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük rabbi ilân ediyordu.
Tuğyankâr insanların elebaşları ve önde gelenleri kendi tuğyanlarını haklı göstermek için, var güçleri ile bâtıl deliller üretirler, kendi zanlarını hüküm yerine koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları zan hükümlerini kabul ederler, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü bırakırlar.
Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut’tur, şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.
İlk hükümleri tebliğ eden Âdem Aleyhisselâm’dan, son ve mütekâmil hükümleri tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm’a kadar İslâm dini’ni beşeriyete takdim eden bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerine Tâğut’tan kaçınmalarını ilân etmişlerdir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin, Tâğut’tan sakının!’ diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl: 36)
Allah’a kulluk edin ve O’nu birleyin. Allah’tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
“İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu.” (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
“Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.
“Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne kötüdür!” (A’râf: 177)
Tâğut’u yani ilâhî hükümlerle çatışan nefsi, fertleri, düzenleri reddetmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah-u Teâlâ’ya âit olduğunu tasdik etmedikçe, Tevhid kulpuna yapışılamaz.
İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapıklık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
Güneşin varlığına delil, yine güneşin kendisidir.
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
İlmin nuru ile münevver olan “Hakikat ehli”, iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette ceza ve mücâzat görecektir.
“Kim Tağut’u inkâr edip de Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur.” (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan Tâğutlar’ın, imansız imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan, hakikatten ve doğruluktan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapıklık içinde bocalar dururlar.
“Allah işitendir, bilendir.” (Bakara: 256)
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Dili ile: “Ben de müslümanım.” deyip, içinde inkârı saklayan kâfirlerin, münâfıkların sapıklıklarından Allah-u Teâlâ habersiz değildir.
“Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan kurtarıp nura çıkarır.
İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tâğut’tur. Onları nurdan alıp karanlıklara götürür. İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 257)
İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümûllü bir tâbir bulunamaz. Küfrün ise zulümat ile ifade edilişi de aynıdır. Hakk’ın nurundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.
Allah-u Teâlâ hiçbir müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine asla izin vermez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resulü’nün emir ve arzusuna boyun eğmek: “İşittim ve itaat ettim!” demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
İhtilâfların çözümünü Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a arzetmek ilâhi bir emirdir.
“Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız!” (Nisâ: 59)
Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab-ı kerim’e ve Sünnet-i seniye’ye başvurmak da itaatin gereğidir.
“Bu sizin için daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ: 59)
En güzeli bu şekilde hareket etmektir.
Bir hadise meydana geldiğinde önce Kur’an-ı kerim’e bakılır, eğer hükmü varsa kabul edilir. Yoksa Sünnet-i seniye’ye bakılır, hükmü bulunursa kabul edilir.
Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u Teâlâ, Peygamber’inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
Allah-u Teâlâ hiçbir mümine kendi hükümlerinden başkasıyla hükmetmesine veya indirdiği hükümlerden başkasına boyun eğip rızâ göstermesine müsaade etmez. Hatta inkâr etmesini emreder.
Kalplerinde iman bulunmadığı halde iman ettiklerini iddiâ eden münafıkların sıfatlarını anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Resul’üm! Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürerek boş iddialarda bulunanları görmüyor musun? Oysa onlar tâğutun önünde muhakeme edilmelerini isterler. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı.” (Nisâ: 60)
Dindar olduklarını iddia ettikleri halde, kendilerine emredilenin tersini yaparak Tâğut’un mahkemesine gitmek istiyorlardı.
“Şeytan da onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisâ: 60)
Bu öyle bir sapıklıktır ki, artık bundan sonra bir daha hidayet bulamaz.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştığını görürsün.” (Nisâ: 61)
En şiddetli bir şekilde senden yüz çevirir ve bunu kabul etmezler.
Her milletin Tâğut’u; Hazret-i Allah ve Resul’ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur. Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, tâğut odur. Mümin olan O’nun hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmez.
Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut’un açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde müminlerin mücadelesi ile kâfirlerin mücadelesi arasındaki farkı şu şekilde belirtmektedir:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de Tâğut yolunda savaşırlar.” (Nisâ: 76)
Müminler Allah-u Teâlâ’ya itaat etmek üzere Allah-u Teâlâ’nın meşru kıldığı yolda, O’nun dinini yaymak, yüceltmek ve ikame etmek için bütün güçleri ve imkânları ile gayret sarfederler. Her mümin bu vazife ile mükelleftir.
Kâfirler ise şeytana itaat etmek üzere ve şeytanın sapıklığa ulaştırdığı eğri ve bâtıl yollarında mücadele ederler. Zerre kadar imanı olan hiçbir mümin, bu hususta hiçbir zaman onlarla beraber olamaz. Onların bütün arzuları şahsi arzularını temin etmekten, şan ve şöhretten başka bir şey değildir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ, düşmanlarına karşı cihad etmelerini müminlere emir buyurmaktadır:
“O halde şeytanın dostları ile savaşın!” (Nisâ: 76)
Onların saman alevlerinin parlaklığı, maddi kuvvetleri, taraftarlarının çokluğu sizi aldatmasın, gevşekliğe sevketmesin. Şüphesiz ki siz onların güçlerini kıracak, darmadağın edeceksiniz. Zira Allah yolunda bulunan ve Allah için cihad eden daima galiptir. Çünkü Allah-u Teâlâ onların dostu ve yardımcısıdır. Tâğut’un yolunda bulunan ve onun uğrunda çalışan mağluptur ve yardımcısız kalmıştır.
Bundan dolayı Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisâ: 76)
Hâl böyleyken, Allah-u Teâlâ’nın kudretiyle kıyas edildiğinde durum nasıl olur?
Şeytanın hilesinin zayıflığının sebebi, sadece bir aldatma olmasındandır. Hiçbir netice vermez. Çünkü onun yapacağı bütün hileler, Allah-u Teâlâ’nın yardımı ve desteği karşısında zayıf ve cılız kalır. Onun durumu böyle oldukça ve müminlerin yardımcısı da Allah-u Teâlâ oldukça, nasıl olur da müminler muhaliflere karşı yürekli olmazlar?
Allah-u Teâlâ her zaman kullarına yardım eder. Bu yardımı da, içlerine Tevhid nurunu koymak suretiyle ortaya koyar. Şeytan ve taraftarları zulmânîdir, nûrânî olandan kaçarlar.
Nitekim: “Hakk’ın devleti, bâtılın cevleti yani gürültüsü vardır.” denilmiştir.
Hakk taraftarlarının aziz olarak güzel hatıraları ebediyyen bâki kalır, bugün olmazsa yarın muzaffer olurlar. Şeytanlık, azgınlık, zorbalık yapanların sapıklıkları da eninde sonunda sönmeye mahkûmdur. Şayet anılırlarsa lânetle anılırlar.
Asr-ı saâdet’te yaşayan Medine yahudileri bir taraftan bir tek Allah’a inandıklarını iddiâ ediyorlar, diğer taraftan ise Tevrat’ın üzerinde çok durduğu ve hep kötülediği putperestlik ve şirk içerisinde bulunan müşriklerin müslümanlardan daha doğru bir yola inandıklarını ilân ediyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de şöyle buyuruldu:
“Kendilerine kitap verilmiş olanları görmedin mi? Tâğut’a ve bâtıl ilâhlara inanıyorlar. Sonra da kâfirler için: ‘Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır.’ diyorlar.” (Nisâ: 51)
Cehâlet ve denâetleri, dini duygularının zayıflığı ve ellerindeki Tevrat’ı inkârları sebebiyle kâfirleri müslümanlara tercih ettiler.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’sinde onların sapıklıklarını bildirerek şöyle buyurdu:
“Bunlar Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 52)
Allah-u Teâlâ bir kimseyi rahmetinden kovarsa, onu ilâhi azaptan kim kurtarır? Onlara lânet damgası vurulmasına kim mâni olabilir?
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar Allah’ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle Tâğut’a tapanlardır.” (Mâide: 60)
Allah-u Teâlâ’nın lânetine uğramanın üzerinde bir dalâlet düşünülemez.
“İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır.” (Mâide: 60)
Bunlar doğru yoldan en fazla uzaklaşan kimselerdir, bu yolu bulup hidayete ermezler. Çünkü bu nurlu yol, Allah-u Teâlâ’nın Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’la gönderdiği yoldur. Onlar ise ona iman etmemektedirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şirk ve isyandan sakınan müminlerin fazilet ve meziyetini beyan buyurmaktadır:
“Tâğut’a tapmaktan kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!” (Zümer: 17)
Tâğut’tan kaçınmaktan maksat, Tâğut’u reddetmek ve inkâr etmek demektir. Allah-u Teâlâ’ya yönelmek ise iman etmek demektir.
“O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir.” (Zümer: 18)
Bu yüce vasıfları taşıyan kimseler, Allah-u Teâlâ’nın rızâ-i Bâri’sini elde etmeyi nasip ettiği kimselerdir.
Dünya müjdesini hak eden ve buna lâyık olan kimse ahiret müjdesini de hak eder.
“Hakkında azap hükmü hak olmuş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?” (Zümer: 19)
O kimse artık azaba müstehak olmuş, azap hükmü sabit olmuştur. Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse onu hidayete iletemez. Hidayete erdirdiğini de hiç kimse sapıklığa düşüremez.
İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de kâfir vardı, Medine’de ise münafık türemeye başladı. Bunlar özü sözüne, sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan kâfirlerdi. Kimileri Medine’nin yerli halkından, kimileri de yahudilerdendi.
Münâfıklar, tabiatları icabı müslümanların düşmanları kuvvetli olunca ortaya çıkmadıkları için; hicretten önce münâfıkların varlığı mevzubahis değildi. Çünkü müslümanlar, müşriklerin korkup çekinmediği bir azınlık durumunda idiler. Dolayısıyla da İslâm düşmanları müslüman gibi görünmek ihtiyacında değildiler. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye yerleşip oradaki müslümanları siyasi bir teşkilâta kavuşturunca, bazı kimseler açıktan açığa onların karşısına çıkamadılar. Münâfıklık yolunu seçerek müslüman gibi göründüler ve küfürlerini gizlediler.
Hazreç kabilesi’nin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç kabilesi’ne reis olacaktı, taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine’de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm’a girmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm’a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece bir de münâfıklar zümresi türemiş ve Tâğutlar ortaya çıkmış oldu.
Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret yılında bu iki kabile arasında münafıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından fesat çıkarmaya yeltenirler, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.
İslâm’ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.
Râfi’ bin Hureymele öldüğünde Resulullah Aleyhisselâm:
“Bugün büyük bir münafık öldü.” buyurmuştur.
Bu münafıklar Mescid’e de gelirlerdi. Bazen de diğer yahudilere ve İslâm düşmanlarına nakletmek için müslümanları dinliyorlardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm onlardan bazılarını gizli gizli konuşurken görmüştü. Verdiği emir üzerine Mescid’den dışarı çıkarıldılar. Müslümanlar onları dışarı atarken:
“Yazıklar olsun size! Resulullah’ın mescidinden çıkarılan pis münâfıklar!” dediler.
Münâfıkların hepsinin durumu aynı değildi. Bunlardan bir kısmı Abdullah bin Ubeyy ve Hâris bin Süheyh gibi ileri gelenler idi. Büyük çoğunluk ise akrabalık ve müttefiklik gibi çeşitli sebeplerle körü körüne bunlara uyan kimselerdi.
Ayrıca bedevî, yani göçebe hayatı yaşayan çöl Arapları arasında da münafıklar vardı.
Kur’an-ı kerim onlardan şu şekilde söz etmektedir:
“Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından münafıklar vardır. Bunlar münafıklıkta mahir olmuşlardır. Sen onları bilmezsin, biz onları iyi biliriz.
Biz onlara iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir.” (Tevbe: 101)
Hangi gruptan olursa olsun, bütün münafıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.
Âyet-i kerime’de:
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş!” buyuruluyor. (Bakara: 118)
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar.” (Âl-i imrân: 167)
Münâfıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm’ı müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm’a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarını inkâr ediyorlar, kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki şikayetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.
Meşhur “İfk hadisesi” bunun bir numunesidir.
Resulullah Aleyhisselâm’ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna giderlerdi.
Uhud savaşı sırasında Resulullah Aleyhisselâm’ın bin kişilik ordusunun üçte biri yoldan geri döndüler.
Hendek savaşı da münâfıklara bir başka fırsat olmuştu. Muhasara uzayıp bazı sıkıntılar zuhur etmeye başlayınca ileri geri konuşmaya başladılar. Müminlerin morallerini bozmak, nifak sokmak istediler. Müslümanlar hendek kazma işinde var güçleri ile çalışırken, münâfıklar sıvışıyorlardı.
Tebük seferi esnâsında bir konaklama ânında Resulullah Aleyhisselâm’ın devesi kaybolmuştu, bütün aramalara rağmen bulunamadı. Münâfıklar bunu fırsat bilip: “Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi.” demeye başladılar.
Bu sözler Resulullah Aleyhisselâm’a ulaşınca:
“Ben ancak Allah’ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi haber veriyorum, devem falanca vâdide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir, gidip arayın!” buyurdu.
Deve gerçekten de söylediği yerde ve tavsif ettiği şekilde bulundu.
Buna benzer birçok misaller vardır.
Münâfıklar müslüman olduklarını ilân etmeleri sebebiyle zâhirde müslüman kabul ediliyorlardı. Müslümanların sahip oldukları bütün haklardan istisna olmaksızın istifade ediyorlardı, cemaatle kılınan bütün namazlara, askeri seferlere katıldıkları gibi, ganimetlerden de eşit şekilde paylarını alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm onların yıkıcı faaliyetleriyle ilgili bir şikâyet olunca, veya ters icraatlarına bizzat şahid olunca gereken tahkikatı yapıyor, sorguya çekiyordu. Suçlarını bazen itiraf ediyorlar, çoğu zaman ise inkâr ediyorlardı. Gerek şahsi tahkikatı, gerekse vahiy yoluyla haklarında verilen bilgi sonunda, sabit olan suçlarından dolayı onları cezalandırmaktan ziyade tevbe etmeye, af dilemeye dâvet ediyordu.
Tebük seferine çıkarken sefere katılmayıp Medine’de kalma hususunda özür beyan eden seksen kadar münafığın özürünü kabul etmekle beraber, aynı şekilde özür beyan eden bir grubun özürünü reddetti. Aynı şekilde seferden döndükten sonra, sefere katılmayan münafıklardan af dileyenleri affettiği halde, aynı suçtan dolayı af dileyen üç samimi müslümanı cezalandırdı.
Ceza o kadar ağırdı ki, Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. (Tevbe: 118)
•
Haklarında uygulanan bu müsamaha karşısında münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm’ı saflıkla vasıflandırarak alaya almaya başladılar.
Bir defasında bir yerde toplanan münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm hakkında ileri geri konuşmuşlar, şânına lâyık olmayan şeylerle anmaya başlamışlardı. İçlerinden bazıları: “Onun hakkında böyle dedikodu yapmayınız. Korkarım ki kulağına gider, o zaman da bizim için iyi olmaz!” dediler. Cülâs bin Süveyd: “Biz istediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz. Üstüne bir de yemin bastırdık mı, bizim doğru söylediğimize hemen inanır. O her duyduğuna inanan bir kulaktır.” diye konuştu.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Onların içinde öyleleri vardır ki Peygamber’i incitirler.” (Tevbe: 61)
Onun mübarek kalb-i rahimini rencide etmekten geri durmazlar.
“O her söyleneni dinleyen bir kulaktır derler.” (Tevbe: 61)
Herkesi dinler, işittiği her haberi doğrular, herkesin sözüne inanır.
“Resul’üm! De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır.” (Tevbe: 61)
Evet bir kulaktır, fakat sizin zannettiğiniz gibi değil. O başka bir şey dinlemez, işitilmesi ve kabul edilmesi gereken şeyleri işitir.
O öyle bir peygamberdir ki;
“Allah’a inanır, müminlere inanır.” (Tevbe: 61)
Allah-u Teâlâ’nın azametini, yüceliğini bildiği için iman eder, buyurduğu hususlarda tasdik eder. İhlâs ve samimiyetlerini bildiği için müminlerin söylediklerini dinler, haber verdikleri hususlarda onları tasdik eder. Çünkü onun nazarında müminler doğru sözlüdürler, yalan söylemezler.
Ve o şânı yüce Peygamber:
“O sizden iman edenler için bir rahmettir.” (Tevbe: 61)
Çünkü Allah-u Teâlâ onun vasıtasıyla küfürden kurtarıp imanı nasip etmiştir.
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da, ahirette de belâlarını bulacak, ebedî azaba düçar olacaklardır.
•
Bütün müsamahaya rağmen Resulullah Aleyhisselâm münâfıklara karşı ihtiyatı elden bırakmamıştır.
Onun bu tedbiri sayesinde hile ve desiseleri ortaya çıkacak diye devamlı bir korku içinde idiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler.” (Tevbe: 64)
Hem nifaka devam ediyorlar, hem de gizli plânlarını Kur’an-ı kerim’de teşhir edecek bir sûrenin inmesinden endişe edip duruyorlardı.
“Resul’üm! De ki: Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
Nitekim açığa çıkarmış, kalplerinde sakladıkları nifakı ve şikakı teşhir etmiştir.
•
Resulullah Aleyhisselâm neticede münâfıklara karşı takip ettiği metot sayesinde vahdeti korudu, teşkilâtlanmalarına mâni oldu.
Abdullah bin Ubeyy ölünce nifak kaynağı kurudu, etrafında toplandıkları bu baş münâfığın ölümü ile münâfıklar da dağıldılar.
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve O’nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime’de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet’ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif’ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
Tevbe sûre-i şerif’inde ise münafıkların İslâm’a ve müslümanlara karşı karanlık emelleri anlatılmış, fitnelerinin üzerindeki örtü kaldırılmış, nifak yolları, fitne şekilleri bir bir açıklanmıştır. Öyle ki, yırtmadık hiçbir perde bırakılmamıştır. Bu açıklama ve ifşaattan sonra onları, neredeyse müminlerin elleriyle tutacakları bir hale getirmiştir.
Tevbe sûre-i şerif’inin büyük bir kısmı onlardan bahseden Âyet-i kerime’leri ihtiva eder. Münafıkların ayıplarını ve gizli plânlarını ortaya çıkarır ve o münafıklardan rezil etmedik hiçbirini bırakmaz.
Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:
“Onların ne malları ne de çocukları seni imrendirmesin.
Allah bunlarla, dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların canlarının kâfir olarak güçlükle çıkmasını istiyor.” (Tevbe: 55) (Bakınız. Tevbe: 85)
Onların mal ve evlât sahibi olmaları bir ölçü değildir. Ölçü almak onlara değer vermek olur. Halbuki onlar böyle bir değere lâyık değildirler. Bütün bunlar İslâmiyetten mahrum oluşun pek acı bir neticesidir.
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin değildirler.
“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
Bunun içindir ki, iki yüzlü davranmak suretiyle, müslüman olmadıkları halde müslüman olarak görünmektedirler.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)
Onun içindir ki imana yaklaşamamaktadırlar.
“Eğer onlar sığınılacak bir yer, yahut mağaralar, ya da bir delik bulsalardı, hemen oraya doğru yönelip koşarlardı.” (Tevbe: 57)
Onların müslümanlar arasında yaşamaları, başka iltica edecek yer bulamadıklarından dolayıdır, yoksa hakikaten müslüman olduklarından dolayı değildir. Eğer mümkün olsaydı onlar sizinle bir arada bulunmamak, yüzünüzü görmemek ve sizinle bir daha karşılaşmamak için, size karşı kinlerinin şiddetinden dolayı mutlaka bunu yaparlardı. Çünkü cins cinsiyle uyum sağlar, zıddı ile uyum sağlayamaz.
•
Nasiplerine râzı olmayan, gözlerini dünya hırsı bürüyen, tamamen dünya menfaatine gönül veren münafıklar; Allah’ın aziz Peygamber’ini her seferinde adaletsiz dağıtım yapmakla, hakça ve eşit davranmamakla suçlarlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bazıları da sadakalar hususunda seni kınarlar. Eğer onlardan kendilerine verilse hoşlanırlar, verilmezse hemen kızarlar.” (Tevbe: 58)
Fütûhatlar ilerledikçe İslâm devletinin büyümesi ile Resulullah Aleyhisselâm’ın elinde bütün Arabistan’da eşine rastlanmayan miktarda servet toplanıyordu. Münafıklar da tabii olarak bu mallara açgözlülükle bakıyorlar ve bu servetten mümkün olduğu kadarıyla pay almayı gözlüyorlardı. Fakat onların bu açgözlülükleri hiçbir zaman tatmin edilmiyordu. Çünkü zekât fonundan yararlanmayı kendi şahsına ve akrabalarına yasaklayan Resulullah Aleyhisselâm’ın, hak etmeyen kimselere zekâttan pay vermesi beklenemezdi.
Allah-u Teâlâ onların hoşnutluk ve kızgınlıklarını din için, müslümanların menfaati için değil de, bizzat kendi çıkarları için olmakla vasıflandırmaktadır.
Şayet onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendilerine verdiklerinden hoşnut olup bundan memnun kalsalardı ve üzerlerine düşen pay az dahi olsa, Allah’ı ve Resul’ünü tercih etselerdi, bu kendileri için daha hayırlı olurdu.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Keşke onlar Allah’ın ve Peygamber’in kendilerine verdiğine râzı olsalardı da: ‘Allah bize yeter! Yakında Allah bize lütfundan verir, Resul’ü de. Biz sadece Allah’a rağbet edip gönül bağlayanlardanız.’ demiş olsalardı!” (Tevbe: 59)
O’nun verdiklerine râzı olup böyle deselerdi, haklarında daha hayırlı olurdu.
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’râf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
“Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar.” (A’râf: 146)
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür etmezler, ibret almazlar.
“Doğru yolu görseler onu yol edinmezler.” (A’râf: 146)
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk’a yönelmezler ve o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen o yolu tutmazlar.
“Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler.” (A’râf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine hiç ayrılmayacakları bir yol olarak seçerler.
“Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’râf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, Hakk’a ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde eski İsrâiloğullarına halef olan bir takım kimselerin, Tevrat’ın hükümlerine uymaları için kendilerinden söz alınmış olmalarına rağmen, o kitabın hükümlerine muhalefet ederek dini dünyaya âlet ettiklerini, dünyanın geçici menfaatine yöneldiklerini haber vererek onları kıyamete kadar gelecek insanlara numune-i imtisal olarak göstermiştir:
“Arkalarından onların yerine Kitab’a vâris olan bir takım kimseler geldiler.” (A’râf: 169)
Okumasını yazmasını öğrendiler, fetvâ ve hüküm verme mevkilerine geçtiler. Şu kadar var ki kendileri o kitaba sahip çıkmadılar, hükümlerine sarılmadılar. Gönüllerinde onun azametini hissetmediler. O kitapta bulunan emir ve yasakları, helâl ve haramları bildikleri halde gereğince amel etmediler. Onu keyiflerine göre, işlerine geldiği gibi kullandılar.
Allah-u Teâlâ’nın hüküm olarak koymuş olduğu dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
“Şu aşağılık dünyanın geçici menfaatini alıyorlar.” (A’râf: 169)
Gerçeği saptırıyorlar, gayrımeşru yollarla geçici menfaatlarını elde ediyorlar, sonra da bu yaptıkları hareketi tevile yelteniyorlardı.
“Ve: ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız.’ diyorlardı.” (A’râf: 169)
Elde etmiş oldukları bu dünyalık sebebiyle, bu menfaatlerinden dolayı Allah-u Teâlâ’nın kendilerini mesul tutmayacağını iddiâ ediyorlardı.
“Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt etmezler.” (A’râf: 169)
Almaya devam ederler, mesuliyetten korkmazlar, bu suretle bayağı servetler elde ederek, haris bir halde yaşarlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Âyet-i kerime’den sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur’an’ın ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve: ‘Allah bizi bağışlar.’ derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar alırlar.”
Kur’an-ı kerim’in ahkâmına riâyet etmeyenlerin durumları burada anlaşılmış oluyor.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Allah’a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir Kitap’ta onlardan söz alınmamış mıydı?” (A’râf: 169)
Buna rağmen mâsiyetlerde ve haram yemede ısrar ediyorlar, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini bağışlayacağını kuvvetle savunuyorlar.
“Ve onun içindekileri ders olarak okumuşlardı.” (A’râf: 169)
Kitap’ta yazılı olan bütün bilgileri çok iyi bildikleri halde dünya menfaati için Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı davranıyorlardı.
Bunların gökkubbe altında en şerli kişiler oluşunun sebeplerinden birisi de budur. Din-i mübine en büyük zarar bunlardan gelmektedir.
“Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (A’râf: 169)
Onlar akıllarını kullanıp düşünselerdi, fâni olanı bâki olana tercih etmezler, azaba götürücü âdi şeyler karşısında ebedî saâdetlerini fedâ etmezlerdi. Bu geçici hayatın zevklerini ancak Allah’tan korkmayanlar tercih ederler.
“Kitab’a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz.” (A’râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ’nın üzerinedir.
•
Âlimlerin en faziletlisi bu âlemin en faziletlisi olduğu gibi, insanların en şerlisi de kötü âlimlerdir .
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin izinden çıktıkları için bu hale düşmüşlerdir. Dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Makamını işgal etmek isterler amma, aslâ ona benzemek istemezler. Sünnet-i seniye’ye uymazlar. Nefislerine tâbi oldukları için emr-i ilâhî’ye mugayir söz ve davranışta bulunurlar.
İmanları surette kalan, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin’i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır. Bunlar hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler;
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)
Âyet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere müşrik olarak yaşarlar. müslüman gibi göründükleri için bunların tahribatı dış düşmandan daha büyüktür.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-nin rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Tahripçidirler, dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid’at ve küfrü yaymaktır.
En büyük gadab-ı ilâhîye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ’nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere: “Allah böyle emrediyor.” diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için, iğrenç ve acıklı bir azap vardır.” (Sebe: 5)
Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini çürütmek, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nisbette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır. Madde ve makam için dinine de, icabederse vatanına da ihanet ederler.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Hidayeti dalâlete değiştiren, sapıklığı satın alan bu zâlimler, her zâlimden daha zâlimdirler. Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir nümune olmuşlar, kendi nefislerini de acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
Âlim olduğunu sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Zan, nam, şöhret, madde ve menfaat uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar Hazret-i Allah’ın yanında en düşük kimselerdir.
•
İşte iç yüzlerini ortaya koymaya çalıştığımız kötü âlimlerin durumu budur. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar. İlâhî hükümleri değiştirmek ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle bir takım çözümler ortaya koyarlar. Zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişebileceğini, günün şartlarına göre hükümlerin ayarlanabileceğini ileri sürerler.
Bu ise apaçık bir küfürdür. Bu küfre rıza göstermek de küfürdür. Zira bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr etmek küfre mucip olduğu gibi, bir küfrü hoş gören de aynı küfre ortakdır, o da küfre kayar.
Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı şey kıyamete kadar helâldir, haram kıldığı şey de ebediyyen haramdır. Zira İslâm’ın hükümleri zaman ve zeminle sınırlı değildir. Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm’ın helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur.
Bazıları da hidayetten uzak kimseleri İslâm’a ısındırmak için din adına bazı tavizler vermekte bir mahzur görmezler. Böylece akıllarınca bir münkiri veya bir münafığı dine ısındıracağız derken hem kendileri dinden çıkıp uzaklaşırlar hem de etraflarını dinden çıkarırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor.
“Rabb’inin dosdoğru yolu işte budur. Biz öğüt alacak bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.” (En’âm: 126)
Buna göre hareket edenler ebedî saâdete kavuşurlar.
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve O’nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime’de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet’ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif’ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
•
Allah-u Teâlâ münafıkların bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıklarını ve hep bu hâl üzere olup, kalplerinde ise tam bir küfür taşıdıklarını Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Size geldikleri zaman: ‘İnandık!’ derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır.
Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir.” (Mâide: 61)
Durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Duydukları ve gördükleri şeylerden hiç etkilenmemişlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“‘İtaat ettik!’ derler. Fakat senin yanından ayrıldıktan sonra, içlerinden bir kısmı, sana söylediklerinin tersine geceleyin plân kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını yazmaktadır. Onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter!” (Nisâ: 81)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların dinleri hususunda şaşkın olduklarını, şeytanın onları tereddüte düşürdüğünü beyan buyurmaktadır:
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Ne müminlere katılırlar ne de kâfirlere.
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin değildirler.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)
Onun içindir ki imana yaklaşamamaktadırlar.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde gazab-ı ilâhiye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
Şu halde onları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.
“Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” (Mâide: 52)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın bu Din-i mübin’in sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve koruyacağını hesaba almazlar, aksine bir inkılâp oluverip otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini ümit ederler. Bununla güya darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek isterler.
“İman edenler: ‘Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar mıdır?’ derler.
Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır.” (Mâide: 53)
Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.
İyi bilinmelidir ki Hak her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.
Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle haber verilmektedir:
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücâdele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücâdele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mücâdele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular.” (Mücâdele: 16)
“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
“Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdele: 16)
Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
•
Münafıklar Hakk kelâmını işitmek istemezler. Kur’an-ı kerim âyetlerini dinleyip, emir ve nehiylerini dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir ne de iman.
Kalpler hakikati aramak Hakk’ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
“Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.” (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm’dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
“İşte böyle. Zira onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: ‘Biz bazı işlerde size itaat edeceğiz.’ dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir.” (Muhammed: 26)
Münafıklar bunu yahudilere gizlice söylediler, Allah-u Teâlâ da ortaya çıkarıp onları rezil etti.
“Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah’ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?” (Muhammed: 29)
Allah-u Teâlâ kalplerinde nifak bulunan münafıkların durumlarını elbette açığa çıkartacak ve çıplak bir şekilde ortaya serecektir. Tâ ki basiret sahibi olan herkes onları iyice anlasın.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kalplerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Veya Allah’ın ve Resul’ünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! Onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Nur: 50)
Onlar hak yoldan ayrılmış, küfre ve nifaka düşmüş, kendi nefislerine zulmetmiş kişilerdir.
Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Huzeyfe -radiyallahu anh-: “Bugün münafıklar Resulullah Aleyhisselâm zamanındakilerden daha kötüdür.” dediğinde: “Nasıl olur?” diye sordular. Bunun üzerine: “O zaman nifaklarını gizliyorlardı, bugün ise âşikâr yapıyorlar.” cevabını verdi.
“Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir.” (Ankebût: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
•
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
“Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ’nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Lâneti de rahmetinden kovmasıdır.
Onlar ahirette kitaplarını arkadan alacaklardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Amel defteri kendisine arkadan verilen kimse: ‘Mahvoldum!’ diye bağırır.” (İnşikâk: 10-11)
Kitaplarını arkadan alacak olanlar münafıklardır. Saptırıcı imamlar ve türemeleridir.
•
Yaptıklarından dolayı insanların hesaba çekileceği o Büyük gün’ün ve o gündeki korkuların büyüklüğünü ve dehşetini tasavvur etmek mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifin: 4-5)
Onlar orada hardal tanesi, hatta zerre kadar olan şeylerden bile hesaba çekileceklerdir.
“O gün insanlar âlemlerin Rabb’inin huzurunda divan dururlar.” (Mutaffifin: 6)
O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.
Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiç bir fert unutulmaz.
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
“Gerçek şu ki, kötülük yapanların yazısı Siccîn’dedir.
Siccîn’in ne olduğunu bilir misin?
O, amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır.” (Mutaffifin: 7-8-9)
Hiçbir şey unutulmaz, hiçbir şey noksan bırakılmaz.
“O gün (hakikati) yalanlayanların vay haline!” (Mutaffifin: 10)
Onlar ne korkunç azaplara maruz kalacaklardır.
•
Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde münafıkların; hidayet karşılığında sapıklığı satın aldıkları, bu alış-verişlerinin kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu bulamadıkları, kötülüğü teşvik edip iyilikten alıkoydukları, amellerinin dünyada da ahirette de boşa gittiği, önce iman edip sonra inkâr ettikleri, Allah-u Teâlâ’nın ve Resul’ünün hükmüne râzı olmadıkları, şeytanın adamları oldukları, kalplerinin mühürlü olduğu, cehennemin en alt tabakasında olacakları ve cehennemde ebedî kalacakları beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, O’nun yüce peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden kimseye “Kâfir” denir. Aynı mânâda “Münkir” kelimesi de kullanılır.
Küfür, “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Kur’an-ı kerim’de müstakil olarak kâfirler için “Kâfirûn” sûre-i celîle’si vardır. Ayrıca bir çok sûrelerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler!” (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ’dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
“Ey kâfirler!” hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan’daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
“Ey kâfirler!” diye hitap etmek, bu gibi kimselere: “Ey düşmanlar!”, “Ey İslâm’a muhalefet edenler!” diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, “Kâfir” sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime’nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu, “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar. “Ey müminler!” hitabının şerefiyle müşerref olurlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir.” (Fussilet: 34)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver olduktan sonra İslâm’ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe, saâdet ve selâmete erdiler.
Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça artırarak: “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri cehennemde ebedi olarak kalmaktan kurtulamayacaklardır.
Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü, tahkir edici bir hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlardan korunmuştur.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.
“Onlar cehenneme gireceklerdir. O ne kötü bir karargâhtır!” (İbrahim: 29)
•
Allah-u Teâlâ’dan ve O’nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayan, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarıldıkça sarılan kimseler devâsız, şifâsız bir hastalığa yakalanmışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler. Dünya hayatı onlar aldattı.” (A’raf: 51)
Kesin olarak cehennemde ebedî kalacakları;
“İşte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır.” Âyet-i kerime’si ile sâbittir. (Âl-i imrân: 116)
Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (A’râf: 36)
Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp da imana gelmezler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman etmezler.” (Bakara: 6)
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim’in varlığını gösteren eserleri görmemek için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir kimselerdir.
Kesin olarak iman etmeyecek kimseyi uyarmanın faydası, ileride delil ile susturulmaları içindir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir.” (A’râf: 193)
Bu ilâhî beyanda “Sizin için birdir” denildiği halde, bundan önce geçen Âyet-i kerime’de “Senin için birdir” buyurulmuştur. Çünkü senin onları uyarman ve uyarıyı terketmen, senin hakkında aynı mânâda değildir. Onlar inanmasalar da, uyardığın için sen bundan dolayı ecrini alırsın. Fakat onlar için böyle bir durum yoktur. Onları uyarsan da uyarmasan da iman etmezler.
•
Allah-u Teâlâ kâfirlerin ölü gibi olduğunu, öğüt ve nasihatın kendilerine fayda vermeyeceğini beyan ederek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Tabiîdir ki sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp giden sağırlara da dâvetini duyuramazsın.” (Rûm: 52)
Allah-u Teâlâ onları ölülere, sağırlara ve körlere benzetmiştir.
İsyana dalmak kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür. İnkâr yüzünden kalbi ölen kişinin kulakları tamamıyle sağır olmuş demektir. Bu yüzden öğüt ona aslâ fayda vermez.
•
Kur’an-ı kerim’i ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhde söylemedik hiç bir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan günümüze kadar gelen kâfirler ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiç bir şey yapmamışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bilmeyen (câhil müşrik)ler: ‘Allah bizimle konuşmalı ya da bize âyet (mucize) gelmeli değil miydi?’ dediler. Kendilerinden öncekiler de aynı şeyi söylediler.” (Bakara: 118)
Bunların istekleri doğru yolu bulmak için değil, inatlarında diretmek içindi. Bunların hepsinin aklî yapıları birdir, her asırdaki ve taraflardaki kâfirler hep aynı iddiâlarda bulunurlar.
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş.” (Bakara: 118)
O bakımdan onlar aynı sözlerle konuşur olmuşlardır.
“Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri iyice açıkladık.” (Bakara: 118)
Kalbinde imanın huzur ve sükununu bulan kimse, gerçeği bu Âyet-i kerime’lerde açıkça görür. İnanmaya meyilli olmayanlar bunları göremezler. Onlar kalpleri mühürlü olan inatçılardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin akıllıca düşünme hassalarından uzak olduklarını haber vermektedir:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman: ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ derler.” (Bakara: 170)
Atalarından kalma eski âdetlerin, Hakk’ın emrine ve hükmüne uygun olup olmadığına bakmazlar ve aramazlar. Sırf taassupla onlara uyup taklit edeceklerini söylerler.
“Peki, ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış kimseler olsa da mı?” (Bakara: 170)
Körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ilimden dinden nasibi olmayan ataları taassupla taklit etmek, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil, Allah-u Teâlâ’nın emrine ve hükmüne uygun olmasıdır. Allah-u Teâlâ’nın emrine ve hükmüne uyan ve ne yaptığını bilen atalara uyulur. Atalar bile olsa, O’nun hükmünü tanımayanlara, ne yaptığını bilmeyenlere aslâ uyulmaz. Bu durum eskilerde olduğu gibi yenilerde de böyledir.
Hak ve hakikatin ölçüsü, ne eski ne yenidir. Allah-u Teâlâ’nın hükmüne ve delile dayanan şey gerçektir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin üzerine şeytanların musallat olduklarını ve onların belirli günden sonra helâk olup cehenneme sevk edileceklerini beyan buyurmaktadır:
“Görmedin mi? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da, onları kışkırttıkça kışkırtırlar.” (Meryem: 83)
Onları küfür ve şirke alabildiğine teşvik ve tahrik etmekten geri durmazlar. Üzerlerine musallat olurlar ve galeyana getirirler.
“Şu halde onlar hakkında acele etme! Biz onların (günlerini) saydıkça sayıyoruz.” (Meryem: 84)
Cezalandırmak için yaptıklarını, hayatlarını sona erdirmek için günlerini ve nefeslerini saymaktadır. Verilen mühletle onlar kaçınılmaz olarak Allah-u Teâlâ’nın azap ve cezasına doğru yol almaktadırlar. Gün gelecek cezalarına kavuşacaklardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde kâfirleri şeytanların kardeşleri ve insan şeytanları olarak tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“(Şeytanların) kardeşlerine gelince; şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler.” (A’râf: 202)
Şeytanlar onları aldatırlar, dalâlet yollarını onlara güzel göstererek bu hususta onlara yardımda, teşvikte bulunurlar, destek verirler.
“Sonra da yakalarını bırakmazlar.” (A’râf: 202)
Günahta ısrar edip yollarından vazgeçmesinler diye onları azdırmaktan geri durmazlar. Onlar da küfür, isyan ve azgınlıklarına devam eder dururlar. Muttakiler gibi kötülüklerden vazgeçip kendilerini çekip çeviremezler. Bundan dolayı şeytanlara kapıldıkça kapılırlar, aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar.
•
Allah-u Teâlâ kullarını inkâr sapıklığına düşmekten sakındırarak Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Eğer kâfir olursanız, bilin ki Allah size muhtaç değildir.” (Zümer: 7)
Sizin inkâr etmeniz O’nun hükümranlığına bir halel getirmez. Siz O’na muhtaçsınız. Çünkü küfürden zarar görüp imandan fayda görecek olanlar sizlersiniz.
“O, kullarının küfrüne râzı olmaz.” (Zümer: 7)
Kullarının kâfir oluşuna râzı olmayışı sizin menfaatiniz ve size rahmet olarak zararınızı savmak içindir. Yoksa kendisi bundan zarar gördüğü için değildir.
Küfür O’nun iradesi ile meydana çıkmasına rağmen onu emretmez. O’nun dilemesi ayrı, rızâsı ayrıdır. Allah-u Teâlâ sâlih insanlara iyilik yapmaları için fırsat tanıdığı gibi, fâcir insanlara da kötülük yapmaları için fırsat tanımaktadır. Bu ise, kötülüklerden râzı olduğu mânâsına gelmez. Çünkü kâfire gazap ettiği için ona cehennemi hazırlamıştır.
“Eğer şükrederseniz, sizin için ona râzı olur.” (Zümer: 7)
Şükür ile iman birbirine bağlıdır. Şükreden kimse iman eder. Küfür varken şükür olmaz.
“Hiçbir günahkâr diğerinin günahını yüklenmez.” (Zümer: 7)
Herkes kendi yaptığından mesuldür. Suçunun cezasını kendisi çekecektir.
“Sonra dönüşünüz Rabb’inizedir. Yaptıklarınızı O size haber verir.” (Zümer: 7)
O sizi hesaba çeker, iyileri mükâfatlandırır, kötüleri lâyık oldukları cezalara kavuşturur.
“Çünkü O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir.” (Zümer: 7)
Göğüslerin derinliklerinde olan şeyleri çok iyi bildiğine göre, dışa vurduğunuz amellerinizi nasıl bilmez?
İslâm düşmanlarının yaşayanlarına olduğu gibi ölenlerine de lânet okuma zikredilerek Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!” (Bakara: 161)
Müminler o kâfirler için böyle lânet edecekleri gibi, kâfirler de yarın ahirette birbirlerine lânette bulunacaklardır.
“Onlar ebedî olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez.” (Bakara: 162)
Hiçbir istekleri dikkate alınmaz, devamlı olarak azap görürler. Bu azap sırasında bir an bile dinlenme imkan ve fırsatı verilmez. Ertelenmesi de bahis mevzuu değildir. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
“Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!” (İbrahim: 2)
Artık onlar lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.
“İşte kâfirler, fâcirler bunlardır.” (Abese: 42)
Onlar hem küfürde kalarak hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlardır.