Muhterem Okuyucularımız;
Son günlerde basın-yayın organlarında Mekke’deki Osmanlı’dan kalma Ecyad kalesinin yıkılmasıyla gündeme gelen Vehhabîler aslında uzun süredir gerek memleketimizde gerekse diğer İslâm memleketlerinde içten içe, gizliden gizliye faaliyetlerine devam etmekte, Allah-u Teâlâ’nın dinini kendilerine maletmeye çalışarak İslâm’a en büyük zararı vermekte, tefrika, fitne çıkartmaktadırlar.
Vehhâbîler, Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere başta olmak üzere birçok şehirleri işgal etmişler, Ashâb-ı kiram’ın ve sâlih zâtların türbelerini yıkıp yakmışlardır. Kendi dinlerine göre hareket etmişler ve sonra din-i İslâm’ı kendilerine mâl etmişlerdir.
Böylece Vehhâbîlik dinini ilân ettiler. Sünnet-i seniye’yi öldürdüler. Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı kerim üzerine yemin ederek onun doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
“Yâsin. Kur’an hakkı için ey Resul’üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerinde, üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği Kur’an yolu üzerindesin.” (Yâsin: 1-5)
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime’ler kâfidir.
O öyle bir doğru yoldadır ki, Allah-u Teâlâ’nın nurundan bir nurdur. Kendi nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı, Mirac-ı şerif’te Cebrâil Aleyhisselâm dahi bir adım atamadı, o ise huzur-u ilâhîde bulundu, onu nurundan yarattığı için o yanmadı. Amma bu nurdan ayrılan, kim olursa olsun İslâm’dan ayrılmıştır.
Vehhâbîler dinimizin düşmanıdır. Allah-u Teâlâ’nın dinini kendilerine mal etmeye çalışan din hırsızlarıdır. Buradaki bölücüler ise hem dinimizin, hem de vatanımızın düşmanıdırlar.
Hiç şüphesiz Allah-u Teâlâ’nın dini olan İslâm dinini kendine mâl etmek isteyen hırsızlar olduğu gibi, İslâm dini’nin müdâfileri de mevcuttur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Hak gelmiştir, Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.” (Sebe: 49)
Güneş çıkınca karların eridiği gibi eridiler, ne din kurucuları kaldı, ne türemeleri kaldı, hepsi de sükût-u hayâle uğradılar. Bu nur ile müminler maddi-mânevî şifâ buldular, ilâhi rahmete kavuştular. İmanlarını muhafaza ederek küfre düşmekten kurtuldular. Fakat onları ilâh edinenler ise zâlim oldular, hüsrana uğradılar.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir ve Allah’ın Peygamber’ine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamak ancak onlara yakışan bir tutumdur. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”
(Tevbe: 98)
İşte Âyet-i kerime, işte bunların icraatları!
Osmanlı devleti’nin zayıflamasını fırsat bilerek bundan istifade edip, 1740’larda türeyen Vehhâbîler, zamanla Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere başta olmak üzere birçok şehirleri işgal etmişler, Ashâb-ı kiram’ın ve sâlih zâtların türbelerini yıkıp yakmışlardır. Kendi dinlerine göre hareket etmişler ve sonra din-i İslâm’ı kendilerine mâl etmişlerdir. Böylece Vehhâbîlik dinini ilân ettiler. Sünnet-i seniye’yi öldürdüler. Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Krallık saltanatını kurdular ve bunun idamesine çalışıyorlar.
Son olarak Mekke-i mükerreme’nin yakınlarındaki Osmanlılar zamanında yapılan Ecyad kalesini yıkmakla içlerindeki kini ortaya koymuş oldular.
Ve fakat Allah-u Teâlâ dilediği kadar kişiye ruhsat verir, sonra ruhsat alınır ve hesaba çeker.
Bu Vehhâbîler dinimizin düşmanlarıdır, Allah-u Teâlâ’nın dinini kendilerine mâletmeye çalışırlar. Buna din hırsızlığı denir, bunlar din hırsızlarıdır. Buradaki bölücüler ise hem dinimizin hem de vatanımızın düşmanlarıdırlar. Süleymancılar, Refahçılar, Narcılar, Kaplancılar ve diğerleri...
Hiç şüphesiz Allah-u Teâlâ’nın dini olan İslâm dinini kendine mâl etmek isteyen din hırsızları olduğu gibi, İslâm dini’nin müdâfileri de mevcuttur.
Sünnet-i seniye’yi öldüren, Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz hâle getirmeye çalışan Vehhâbîler; Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve süruru Muhammed Aleyhisselâm’ın Sünnet-i seniye’sini açıkça inkâr ettikleri gibi, bizzat Allah-u Teâlâ tarafından seçilip övüldüğü halde, zât-ı âlilerine yakışmayan şeyleri isnad etmişlerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı kerim üzerine yemin ederek onun doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
“Yâsin. Kur’an hakkı için ey Resul’üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerinde, üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği Kur’an yolu üzerindesin.” (Yâsin: 1-5)
Siz bu ilâhî emre mi itaat edeceksiniz, Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun Peygamber’ine mi uyacaksınız? Yoksa inkâr edip, itiraz edip kâfir mi olacaksınız? Kendiniz karar verin!
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime’ler kâfidir.
O öyle bir doğru yoldadır ki, Allah-u Teâlâ’nın nurundan bir nurdur. Kendi nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı, Mirac-ı şerif’te Cebrâil Aleyhisselâm dahi bir adım atamadı, o ise huzur-u ilâhîde bulundu, onu nurundan yarattığı için o yanmadı. Amma bu nurdan ayrılan, kim olursa olsun İslâm’dan ayrılmıştır.
Ey Vehhâbîler! İşte siz de Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bırakıp da İbn-i Teymiye’lere, İbn-i Abdulvehhab’lara mı uyuyorsunuz?
•
Allah-u Teâlâ, Kulu ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Bu Âyet-i kerime’de apaçık bir emir var. Allah-u Teâlâ bizzat kendisi ve melekleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-u selâm getiriyor. Bu ise Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük iltifât-ı ilâhî’dir. Kâfirler ise küfrediyorlar.
Kim ki bu Âyet-i kerime’yi kabul etmezse, Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden bağlı olmazsa ve salât-ü selâm getirmezse, bu ilâhî hükmü reddettiği için küfre düşer. O artık müslüman değildir.
Gerçek olan Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’tir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Bir kimse indinde ismim zikrolunur da bana salât-ü selâm getirmezse bana cefâ etmiş olur.” (Câmiü’s-sağir)
“Bana salâvat getirmeyi unutan kimse cenetin yolunu şaşırır.” (İbn-i Mâce)
Beni diyor demeyin. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri size delil olarak gösteriyorum. Ya müslüman olacaksınız yahut da küfrünüzü kabul edeceksiniz!
Ey Vehhâbîler! Siz bu ilâhî emre inanıp, iman edip salât-u selâm getiriyor musunuz? Yoksa küfürde mi kaldınız? Ben sormuyorum, kendi kendinize sorun; müslüman mısınız, kâfir misiniz?
Ve: “Bize kâfir diyor!” demeyin. İşte Âyet-i kerime, işte sizin icraatınız!
Siz ki Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sine inanmazsanız, itaat etmezseniz, küfre düşmüşseniz, kendi işinizi kendiniz görün!
•
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır.
Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî’yi muhatap kılarak şöyle buyurur:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ’nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
Kim ki Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği bu vasıfları Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inde görmek istemezse, bu Âyet-i kerime’leri inkâr ettiğinden ötürü küfre düşer. Küfre düştüğü için, Allah-u Teâlâ kalbini döndürdüğü için, mühürlediği için de “Nur saçan kandil”in nurundan mahrum kalır.
Ey hakiki iman sahipleri! Bu ilâhî beyanlara bir bakın, ehil olmayanlardan sakının. Yanınıza sokuldukları zaman bu Âyet-i kerime’yi mihenk ve ibret olarak alın, ağızlarından çıkan sözleri bu Âyet-i kerime’ye göre ölçün ve bu gibi kimseler hakkında rahat hüküm verin!
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm vasıtası ile dilediğine hidâyet bahşediyor.
•
Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şereften mahrumdur. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder. Hakikat budur, artık nefsinizi nereye satarsanız satın!
Ey Vehhâbîler! Bu Âyet-i kerime’leri duyarak iman mı edeceksiniz, yoksa uzaklaşacak mısınız? Sırf kendi kendinizi bilesiniz diye bu Âyet-i kerime’leri önünüze seriyoruz. Bunlar ilâhî hükümlerdir, gerçek budur. Bu gerçeğe iman etmeyecek misiniz?
•
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniye’sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” (Haşr: 7)
Bu bir emr-i ilâhî değil midir? Bu emr-i şerif’e uyan ancak Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmiş olur. Fakat bundan sapan da muhakkak ki put batağına batmış olur.
Bu emr-i ilâhî’yi bizzat Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu emr-i ilâhî’yi inkâr eden Allah-u Teâlâ’yı inkâr etmiştir. O’nu ve O’nun emrini inkâr eden de zaten dinden çıkmıştır.
Ona yapılan her türlü itiraz, bu Âyet-i kerime mucibince inkâr ve küfürdür.
Size bunca ilâhî hükümler arzedilecek de, siz bunlarla alay edeceksiniz de, ben de size: “Bunlar kâfirdir!” demeyeyim mi? Sizin içyüzünüzü beşeriyete ilân etmeyeyim mi? Çünkü İslâm gibi görünüyorsunuz, saf ve temiz müslümanlar size aldanıyor, küfür batağına batıyor. Ağızlarına bir bal çalmışsınız, onu yalayıp duruyorlar.
Bunun içindir ki sizin bütün içyüzünüzü dışarıya vermek mecburiyetindeyim. Ki gerçek mânâda ihlâslı bir mümin o batağa düşmesin.
•
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, rahmeti beraberinde getiren hususlardandır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Peygamber’e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.” (Nûr: 56)
Allah-u Teâlâ ona her defasında itaat edilmesini bizzat emir buyuruyor. Ancak ve ancak bu suretle rahmete eriştireceğine vaad-i sübhanisi var. Buna aykırı hareket edenler bu rahmet-i ilâhî’den mahrumdurlar.
İlâhî emre bir bakın, bir de imansız vicdansız bakışlarınıza bir bakın. Onu nasıl küçültmeye çalışıyorsunuz, bu ilâhî emirleri nasıl arkaya atıyorsunuz, çiğnemek istiyorsunuz? Oysa Allah-u Teâlâ rahmetiyle, şefkatiyle size hakikati duyuruyor, iman etmeniz için yol gösteriyor. İmanın da ancak Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmekle kâim olacağını ve ancak bu şekilde rahmete erileceğini ilân ediyor. Bu olmayınca aslâ!
Dikkat edin! Hep Âyet-i kerime ile konuşuyorum ve Âyet-i kerime ile cevap bekliyorum.
Kulaklarınıza kurşun mu döküldü, gözlerinize perde mi çekildi ki; hiçbir hakikati işitmiyorsunuz, hiçbir hakikati görmüyorsunuz?
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her emr-i şerif’i, insanlara maddî ve mânevî hayat veren bir dâvet hükmündedir. Bu dâvet Allah-u Teâlâ’nın dâvetinden başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler! Allah ve Peygamber’i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icabet edin.” (Enfâl: 24)
Size bu Âyet-i kerime’leri hatırlatıyoruz. Bu hayat; hayat-ı ebediyedir, ruhun dirilmesi ve gıdalanması demektir. Biz sizin bu hayata nâil olmanızı istiyoruz. Siz ise bu icabetin şirk olduğunu söylüyorsunuz.
Eğer siz bu ilâhî emirleri de çiğnerseniz; hayat şöyle dursun, size vefat var. Bu öyle bir vefat ki, ebedî hayatın vefatıdır. Her ne kadar kendinizi yaşıyor zannediyorsanız da canlı cenaze olduğunuzu bilin. Zira ruhunuz ölmüş, vaktinizi bekliyorsunuz ve müşrik olarak yaşıyorsunuz.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman ve mekânda Azîz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir.” (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona “Azîz” buyurdu. Kendi ism-i şerifi ile müşerref eyledi. İzzetiyle izzetlendirdi, şerefi ile şereflendirdi, nuru ile nurlandırdı.
O öyle bir “Azîz”dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir.
O öyle bir “Rahîm”dir ki, onu da ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin bu merhameti idrak etmesi mümkün değildir.
“Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir.” (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona “Azîz” buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan “Raûf” ve “Rahîm” isimlerini de ona atfetti. Onun yüce ve âlî olduğunu belirtmek için kendi isminden pay ayırdı.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
Senin ismin nedir, cismin nedir, sana kim isim verdi? Allah-u Teâlâ onu bizzat meth-ü senâ etti, geriye dön de annene bir sor, seni kim methetti?
Ey Vehhâbîler! Siz Resulullah Aleyhisselâm’a karşı ne kadar kötü zan beslerseniz besleyin; onu yaratan onun müdafisidir, onu yaratan onun koruyucusudur, onu yaratan onun destekçisidir. Sizin destekçiniz ise sizin ilâhınız değil midir? Oysa Allah katında din İslâm dinidir. Bir ilâhî hükümlere bakın, bir de taptığınız ilâhlara bakın!
•
Allah-u Teâlâ bütün beşeriyete hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Rabb’inizden size hak bir Peygamber gelmiştir.” (Nisâ: 170)
O size İslâm’ı getirmiştir. Âlemlerin Rabb’i olan Allah-u Teâlâ’ya teslim olmak isteyen için takip edilecek tek yol, getirdiği dindir.
“O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin.” (Nisâ: 170)
Eğer Allah-u Teâlâ’ya iman ettiğinizi iddiâ ediyorsanız, bu Âyet-i kerime’ye dikkat etseniz sizin için kâfidir.
Amma bunu da inkâr ederseniz, bu ilâhî emre muhalefet ederseniz, artık kâfir olduğunuzu apaçık bilin.
“Eğer kâfir olursanız, göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz ki hepsi Allah’ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine iman etmeyenin kâfir olduğunu açık olarak beyan buyuruyor. Sakın bu ilâhî emirleri bize atfetmeyin. “Bize kâfir diyor!” demeyin. Âyet-i kerime’ye bakın ve hükmünüzü verin.
Ya İslâm olacaksınız, ya da küfrünüzü kabul edeceksiniz!
Sen ki Allah-u Teâlâ’nın emrini hükmünü beğenmiyorsun, Resulullah Aleyhisselâm’ın emrini ve hükmünü beğenmiyorsun, ben seni niçin beğeneyim? Senin beğenecek neyin var? Senin küfrünü mü beğeneyim?
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’i ile Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
“Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor.
Eğer Âyet-i kerime’ye imanınız varsa size Âyet-i kerime ile belirtiyorum. Size delil olarak hep Âyet-i kerime gösteriyorum. Amma ben sizin küfrünüze iştirak edecek değilim.
Bunu da mı inkâr ediyorsunuz? Eğer Allah-u Teâlâ’ya imanınız varsa bu böyledir. Bunu inkâr ettiğiniz zaman apâşikâr küfre düştüğünüzü biz görüyoruz, siz de görüyor musunuz?
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Âyet-i kerime’de görülüyor ki Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmeyenler kâfir olarak vasıflandırılıyor. Bu kelimeyi her zaman kullanıyoruz. Sakın bize atfetmeyin. Ya küfrünüzü kabul edin, veyahut tevbe edip İslâm’a dönün. Başka türlü kurtuluş imkânınız yoktur. Ve sakın: “Bize kâfir diyor!” diye de söylemeyin.
Size çok kesin bir ihtar! Ya müslüman olacaksınız, yahut kâfir olacaksınız. Sizin durumunuz budur.
Sizin nasıl bir iftiracı olduğunuzu size göstermek ve size duyurmak için bu Âyet-i kerime’leri önünüze seriyoruz. Dikkat ederseniz bu önünüze serilenler hep Allah kelâmıdır. Bunları size zorla yedirmeye çalışıyoruz, tepki yaparsanız kâfir olduğunuzu bilesiniz diye.
Ey münkirler! Bütün hakikatler böylece önünüzdeyken, bunları vicdanınız kabule mi yanaşmıyor, yoksa Allah-u Teâlâ’nın bu kelâmını vicdanınız sizi inkâra mı zorluyor? Mümin misiniz, kâfir misiniz? Bu aynada kendinize bir bakın da kendinize cevap verin. “Bize kâfir diyor.” demeyin!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde sâdık müminlerin dinlerine ne kadar bağlı olduklarını, Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine ne kadar itaatkâr bulunduklarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resul’üne iman etmişlerdir.” (Nûr: 62)
Allah-u Teâlâ böyle buyururken, Vehhâbîler’in Resulullah Aleyhisselâm’ı hiçe saymaları, onların müslüman olmadıklarını göstermektedir. Bu Âyet-i kerime ile biz bunu görmüş oluyoruz. “Bunlar müslüman değil!” diyoruz. Bu kadar delillere rağmen hâlâ şüpheye düşüyorsunuz! Bu ise sizin imanınızın suretâ oluşundandır.
•
Cehennem halkı, cehennemin çılgın alevleri arasında yanıp dururken, dünyada iken, ona itaat etmiş olmalarını candan arzu ederler:
“Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik derler.” (Ahzâb: 66)
Bu bölücülerin ancak cehenneme düştükleri zaman aklı başlarına gelir. İmamlarına lânet eder, kitap ve tüzüklerine pişman olurlar. Fakat kurtuluş ne mümkün! Çünkü hidayet dünyada idi.
“Ne olurdu, ben de o Peygamber’in maiyetinde bir yol edineydim.” (Furkân: 27)
O yüce Peygamber’e tâbi olup hidayet yolunu takip etseydim, böyle müthiş bir felâketle karşılaşmamış olurdum.
Amma ilâhlarınız size hiçbir fayda vermeyecek. Ağzınıza bal sürenler sizden kaçıp uzaklaşacaklar. Cehennemde onlarla itişip kakışacaksınız, fakat hiçbir netice alamayacaksınız.
Siz gerçekten Kur’an-ı kerim’i okuyorsunuz, ilâhî hükümleri görüyorsunuz. Okuduğunuz ve gördüğünüz halde inkâr ediyorsunuz, sapıyorsunuz, başkalarını da saptırmaya çalışıyorsunuz. Bu sizin yaptığınız nedir? İlâhınız mı bunu size böyle emrediyor?
•
Bu Âyet-i kerime’lere bakın, bunlar İslâm’dan çıkalı çok olmuştu, bunlar İslâm değildi.
Bunların dinden çıktığı bu Âyet-i kerime’lerden belli. Binaenaleyh bunlara müslüman denmez. Amma halk bunları bilmiyor, bunları müslümanların ön safında zannediyor, bunların aslı budur. Bunlar dinden sapmış, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini hükümsüz hâle getirmeye çalışmış, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i seniye’sini öldürmüşler, onu hükümsüz saymışlar. Şu ilâhî emirlere bakın, bir de bu Vehhâbîler’in yaptığı işe bakın. Bunlar dinden çıkalı çok oldu. Fakat halk bunun farkında değil. Biz ilân ediyoruz. Eğer doğru değil derseniz, cevap bekliyorum. Çünkü önünüze Âyet-i kerime sunuyorum.
Siz istemeseniz dahi kabul etmek zorundasınız. Şayet itiraz ediyorsanız Âyet-i kerime ile cevap vereceksiniz.
Gerçek budur. Bunlar gerçekten de dinden çıkmışlardır. İspatları delilleri budur. Şayet siz bunlara müslüman diyorsanız, bu hususta bana Âyet-i kerime getirin.
İlâhî hüküm budur, bunların tutumu budur, bunlar İslâm’dan çıkalı çok oldu. Fakat bu gerçek bilinmiyordu, şimdi meydana koyuyoruz.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın hazır dinini kendilerine mâl ettiler, krallık saltanatına oturdular yaşıyorlar.
•
Allah-u Teâlâ yiyip içmeyi, bütün nimetleri, ihsanları ikramları insanlar için halketmiş, fakat israfı da yasaklamıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf: 31)
Bu ilâhî bir emirdir, ilâhî bir hükümdür. Yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ’ya mahsustur.
Bu emir dâiresinin içinde olanlar müslümandır. Emri dinlemeyip arkasına atan ise dinden çıkmıştır.
Size ölçü ve tartı veriyoruz.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Fakirliğimle övünürüm.” buyurmuşlardır. (Münâvî)
Ben fakirim. Bedenim, ruhum, malım, ilmim ve bütün her şeyim Sahib’imindir. Hiç bir şeye de sahip değilim. Fakirliğimle de iftihar ederim.
Onlar kendi dinlerine göre hareket ediyorlar. Bir bunların yaşayışına bakın, bir de bu ilâhî hükme bakın.
Size bu noktada iki kıyas veriyoruz ve ispat ediyoruz.
Hicretin dokuzuncu yılında İslâmiyet artık maddi ve mânevî kuvvet bulmuş, müslümanların eline birçok maddi imkânlar geçmiş, durumları oldukça düzelmişti.
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Resulullah Aleyhisselâm hiç iltifat etmiyor, sade ve mütevâzi yaşayışına devam ediyordu.
Meşrebe diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kalmıştı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.
Bu durumu öğrenen Ashâb-ı kiram telâşa kapıldılar. İçlerinden bazıları Mescid’de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm: “Niye ağlıyorsun yâ Ömer!” diye sorduğunda: “Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?”
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: “Râzıyım!” diye cevap verdi. (Ahmed bin Hanbel)
Bir Resulullah Aleyhisselâm’ın yaşayışına bakın, bir de onların yaşayışına bakın!
Öyle lüks içinde yaşıyorlar ki, kralları ecnebî devletlere sefâ için gidiyor, maiyyeti ile beraber... Küçük bir devletin bütçesi kadar bir parayı yazlık için harcıyorlar. Bu parayı da ecnebî devletlere yediriyorlar. İsrafın haddi hesabı yok!
Sarayların sayısı ve masrafı belli bile değil. Cidde’de, Tâif’te, Medine-i münevvere’de ve Mekke-i mükerreme’de saraylar var. Dağların tepesine, Kâbe-i muazzama’nın yanına saraylar kuruyorlar, o saraya çıkabilmek için dağa yollar yapıyorlar. Kral senede belki beş-on gün kalıyor, Medine-i münevvere’deki saraya belki hiç uğramıyor. Senede bir defa ya geliyor ya gelmiyor.
Artık Arabistan’da kurdukları köşklere sığamadılar, orası dar geldi, ecnebi devletlerine parayı nasıl akıtıyorlar? Bunca israf bunca masraf İslâm’a uyar mı?
Oysa Allah-u Teâlâ ahirette kullarına zerreden sual sormayacak mı?
Nitekim Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezâsını görür.” (Zilzâl: 7-8)
İlâhî adalet tecelli edecek, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya mücâzat görecek.
Bunların bu hareketi İslâm’a uyuyor mu? Müslüman olmadığını hâlâ bilmiyor musunuz?
İslâm bu mudur, İslâm’da bu var mıdır? Bu azgınlık, bu taşkınlık İslâm’a yakışır mı? Resulullah Aleyhisselâm böyle mi yaşadı? Resulullah Aleyhisselâm’ın yaşayışına bakın, bir de bunların durumuna bir bakın! Size kıyas veriyoruz. Bunların neresine kandınız, neresine inandınız? Onları tasdik ettiğiniz zaman siz de küfre girmiş oluyorsunuz!
İmanınız varsa işte ölçü, işte tartı!
Ve fakat Allah-u Teâlâ zerreden hesap soracak ve onları öyle yerin dibine batıracak!
Münâfıkların en belirgin hususiyetlerinden birisi de, bir mevkiye geçtikleri zaman yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp ortalığı karıştırmaktır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Demek ki sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz öyle mi?” (Muhammed: 22)
Bunların İslâm’la ne ilgisi var?
Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğuna göre dünyada isyana, aşırı derecede zevk ve safâya dalanlara kıyamet gününde şöyle denilecektir:
“Bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarmanızdan, aşırı derecede sevinip böbürlenmenizden ötürüdür.” (Mümin: 75)
Sizler çok ileri giderek sadece hakkı ve hakikati inkâr etmekle kalmadınız, küfür üzerinde gururla ısrar ettiniz, halkı Allah yolundan çevirmek için çalıştınız.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kendini beğenip böbürlenenleri elbette sevmez.” (Nisâ: 36)
Bu sebepledir ki kendini beğenip böbürlenen kimseleri Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde sık sık uyarmış ve âkıbetlerinin cehennem ateşi olduğunu haber vermiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (Müslim: 91)
Kibirlilik aslında haram olmakla beraber, kibirli kimselere kibirli davranmak gerekir.
Sizin bu şımarıklığınız, bu böbürlenmeniz geçicidir, zaten aslında dünya da geçicidir. Bu saltanatın sizde kalacağını sanmayın, Allahu âlem ömrünüz çok kısa olsa gerek. Bu size verilen lütuflar bir denemedir, imtihandır. Hükümranlık sadece O’na mahsustur. İmtihandan geçtikten sonra O’na döndürüleceğiz ve yaptıklarımızdan sorulacağız.
İşte size en büyük delillerden bir tanesi de budur. Bunu ahkâmla ölçün, İslâm’la ilgileri var mı? Onun yaşayışı bu idi, onların yaşayışı da budur. İslâm’a uyan tarafları var mı?
Binaenaleyh bunlara kâfir dediğimiz zaman hayret etmeyin. Bu beyanlarımıza dikkat edin. Size güzel güzel, Âyet-i kerime’lerle izah ve ispat ediyoruz.
Âyet-i kerime’lere bakıyoruz, sizin küfre kaydığınızı görüyoruz, müşrik olduğunuzu da görüyoruz ve delil olarak önünüze sürüyoruz. Bu Âyet-i kerime’lerde sizin küfre kaydığınızı ve müşrik olduğunuzu alenen görüyoruz. Binaenaleyh şayet kâfir değilseniz Âyet-i kerime’lere Âyet-i kerime ile cevap verin. Bana değil. Ya Kur’an-ı kerim’le bize cevap vereceksiniz, veyahut küfürde olduğunuzu bileceksiniz. Biz biliyoruz, siz de bilin, beşeriyet de bilmiş olsun. Bunun başka çıkar yolu yoktur. Bu iş lâf işi değildir.
19.07.1999 Tarihli Posta Gazetesi
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için beş şeye yemin etmiştir. Nitekim Mürselât sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir, başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor. Allah-u Teâlâ’nın izniyle bu cihadı bu gönderilenler yapıyor.
•
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 2. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi; bu mücahidler de bu kararmış olan âlemde sert çıkışları ve sert esmeleri ile zararları ve zararlıları savurup attılar. Bunların payına da bu düştü. Ümmet-i Muhammed’in başına belâ kesilen, dini dünyaya âlet eden bu kurtları uzaklaştırdılar ve halkı yolunmaktan, soyulmaktan kurtardılar. Bu büyük âfât bertaraf oldu.
•
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)
Hakikat erleri hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikatı tebliğ eder, duyurmaya çalışırlar, halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler.
Bu vazifedarlar hakikatı duyurmak için dünyanın birçok yerlerine seferler düzenlerler. Bu cihatçılar nûr-i ilâhî’yi ulaştırmaya çalışırlar, insanları irşad için uğraşırlar. Hakikatı yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
•
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 4. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
“De ki: Hak geldi bâtıl gitti.” (İsrâ: 81)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına yalnız bunlar mazhardır. Bu vazifeyi yapanlar, hakkı söyleyenler, hakkı tebliğ edenler de bunlardır.
Hakkı hak olarak gösterirler, Hakk’a dâvet ederler. Bâtılı ve bâtıl yolların içyüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya çalışırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları bu vazife için; her türlü kötülüğü, bilhassa bölücülüğü, tefrikayı, ezcümle şerleri def etmek için, din-i İslâm’ın bütünlüğünü sağlamak için ve:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Müminûn: 52)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, müslümanları o bir fırkaya çekmek için, ciddi bir berzah koymak için, hak ile bâtılı tamamen ayırmak için göndermiştir.
Nitekim Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurur:
“Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırt eder.” (60. Meclis)
İşte bu büyük fitne ve şerlerden kurtarmak için, nûr-i ilâhî’yi yaymak ve tokmağı vurmak için, hak ile bâtılın arasını ayırt etmek için, işte bu cihatçılar bu vazife ile gönderilmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i şerif’lerinde hiç kimsenin yapamadığı cihadı yaptıklarını haber verdiği cihadı; bu mücahidlerin nasıl yaptıklarını, dünyaya bu nuru nasıl yaydıklarını, Hatem-i veli’nin cihad durumunu Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin “60. Meclis”inde şöyle beyan buyuruyorlar:
“Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz.” (60. Meclis)
Hem kâfirin küfrünü bildirmek, hem de kapıyı zorla açmak.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mürselât sûre-i şerif’inin 5. ve 6. Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için övüp telkin ederler.
Her fırsatta, her fesatçının, imansız imamların, Allahlık dâvâsı güdenlerin, yalancı Dabbe’tül-arz’ların, yalancı İsa’ların, yalancı Mehdi’lerin ve bunlara benzer ifsatçıların amansız düşmanıdırlar.
Bütün bu yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyle imanlarını kurtarmak için hakikatı bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bu kararmış âlemin zulümât bulutları, hiçbir kavmin yapamadığı cihadı yapan bu bayraklılarla dağılıyor, hakikat güneşi ile açılıyor.
Bütün gaye ve maksatları nur-i Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Ceddimiz olan Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz kıyamete kadar hakkı koruyarak hakikatı ayakta tutacak olan zümrenin, sayıları pek az olan sâlih kimselerden ibaret olacağını beyan ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Yeryüzü kıyamete kadar Allah-u Teâlâ’nın hüccetini ayakta tutacak, Âyet’lerini iptalden koruyacak kimselerden hâli kalmaz. Onlar insanlar içinde sayıları çok az, fakat Allah katında kıymetleri çok yüksek kimselerdir.” (Kût’ul-Kulûb:c.1, sh. 134)
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
“Garipler kimdir?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
“Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.” (Tirmizî)
Bu kardeşlerin esası bunlardır. Bu kardeşler o gariplerdir. O kardeşlikle bu kardeşlik birleştiği gibi, mücadele hususunda da aynı noktada birleşiyorlar. Bu Hadis-i şerif bilhassa onlara işaret ediyor, ikinci bin seneden sonra bu mücahidlere bu ad veriliyor. Yeni doğar gibi doğuyorlar.
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ’nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm’ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Bu mücahidler halk tarafından bozulmuş olan Sünnet-i seniye’yi ihyâ ettiler. Hiç çekinmeden hakikati haykırdılar, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadılar. Bütün bu sapıtıcı imamların, bu dalâlet fırkalarının üzerine cesaretle gittiler.
Allah-u Teâlâ bu bayraklıları bu lütufla nasipdar etti, bu çığırı bunlar açtılar, bu hakikati bunlar yaydılar, bu berzahı bunlar kurdular. Bunun için de bihakkın bu lütuf faziletine erdiler.
Bu suretle de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerinde müjdelediği şerefle müşerref oldular.
Bu şerefle müşerref eyleyen Sahibime sonsuz şükürler olsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:
“Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.” (Ahmed bin Hanbel)
Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır. Her an imandan kayma tehlikesi olduğu için onlara bu derece verilmektedir.
Görülüyor ki milyonlarca müslüman kitleler halinde küfre kaydılar. Bunlar daha önce müslümandı, amma küfre kaydılar, ebedî hayatları mahvoldu. Hele yabancı bir kimse müslüman olmak isterken, bir bölücü yakalıyor, doğmadan evvel onu öldürüyor.
Dünya kurulalıdan beri İslâm için böyle bir tehlike gelmemişti. Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
Rivayete göre Ashâb-ı kiram’dan Sâlebe’tül-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bu Âyet-i kerime’nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
“Yâ Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak.
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır.”
Ashâb-ı kiram: “Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani sizden kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)” diye sorduklarında buyurdu ki:
“Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar.” (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şifâu’l-Alîl” isimli kitabında, Allah yoluna dâvet edenleri üç kısma ayırarak; bunların ilk ikisinin peygamberler ve veliler olduğunu belirtmiş; üçüncü sınıfın ise peygamberlerle veliler arasındaki tabakayı oluşturan, ferdâniyyet mertebesine çıkartılan ve mahşerde kendisine velîlerin saflarının öncülüğü verilecek olan “Bayraklılar ashâbı” olduğunu ifâde etmiştir.
O, bu sınıfı temsil eden velî ile Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın vasıflarını birleştirerek, bu ifşaatı ile Resulullah Aleyhisselâm’ın Mehdi’den önce çıkacağını haber verdiği, Hadis-i şerif’te işâret edilen ve “Bayraklılar”ın öncüsü olacağı bildirilen “Ayağı sakat zât”ın aynı şahıs olduğunu açıkça ortaya koymuştur:
“Peygamberlerin yolu velîlerin yolundan başkadır. Peygamberler O’nun dilemesiyle himâye edilmeye ehildir; velîler ise O’na yönelmeleriyle O’nun hidâyetine ermeye ehildir.
Nitekim O, indirdiği Âyet-i kerime’de bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
‘Allah dilediği kulunu kendine seçer, kendisine yönelen kimseye de hidâyet eder.’ (Şûrâ: 13)
O seçtiği kimsenin kalbini kendine doğru çeker, sonra da onun kalbini, kendisine çekeceği bir yol üzere kendisine doğru seyrettirir. O’na yönelen ise, kendisine O’na yönelme yolunu açarak hidâyetine erdirdiği bir kimsedir. Peygamberlerin yolu tahsis edilme yolu, velîlerin yolu ise; tâ ki O’na vâsıl oluncaya kadar, kalpleri tathir ve ahlâkı tasfiye ile, sıdk ve bağlılık üzere kullarına şeriat kıldığı lütuf yoludur. Peygamberlere onları nefisleri yoluyla değil, çekilmeleri yoluyla sirâyet ettirir. İşte peygamberlerle velîler arasındaki fark budur.
Sonra bir de O’nun, velîlerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ’ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir ‘Bayraklılar ashâbı’ vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği ‘Hassü’l-Has’; yâni ‘Seçkinlerin de seçkini’dir. O kalplerini onların yolu üzere kendisine çekip de seyrettirdiği için, cezbe ile onları kendisine seyrettirir, sonra da onları nefsen bu yol üzerinde yürütür.
Onlar peygamberler ve veliler arasında, kendilerinden başkalarını ikâme ederler. Onlar, neredeyse peygamberlerin yakınına kadar ulaşmışlık üzeredir; diğer veliler de onun idrak ve anlayışı üzerindedir. Onların uykusu da, uyanıklığı da çok büyüktür. Onlar bu lütuf yoluyla seyrettikleri için peygamberlerin yolunu da görürler. İşte onlar, kalplerini kendi vahdâniyyet’inin içinde boğduğu ve kendilerini eşyâya karşı ferdleştirdiği ‘münferidler’ in arasındadır.
Ayrıca onlar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in rivâyet ettiği muhaddes’lerdendir....
İşte bu, O’nun kendi dilemesinin bir karşılığı olarak kendilerini seçtiği; kendileri için bu kerâmeti bâriz kıldığı, peygamberlerle veliler arasındaki tabakadır. Onlar O’nun kabzasında (himâyesi içinde)dir; O’nunla işitir, O’nunla görür, O’nunla düşünürler, hâllerinde de O’nunla tasarruf ederler. O da onları kendi hâllerini görmekten, nefislerini hatıra getirecek şeylerden ve hevânın gölgesinden alıkoyarak hareket ettirir. İşte Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in tâbileri de onlardır.
Nitekim şöyle buyurulmuştur:
‘De ki: İşte benim yolum budur, basîret üzere Allah’a dâvet ediyorum.’ (Yusuf: 108)
Yâni bana gösterilerek O’na dâvet ediyorum.
Devamla şöyle buyuruldu:
‘Ben de, bana tâbi olanlar da!’ (Yusuf: 108)
O’na tâbi olandan başkası Allah’a dâvet etmiş sayılmaz.
Ve buyuruldu ki:
‘Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.’ (Yusuf: 108)
Rabb’i şirkten tenzih, O’nu yüce tutmak ve zikrettiğimiz şeye göre; hâllerini görmekten, nefsi hatıra getirmekten ve hevânın gölgesinden uzaklaşmaktır. İşte onlar Âyet’ten konuşmaları, O’nun tedbirini keşifleri, O’nun ferdâniyyet’ini zikretmeleri ve nefislerinin şımarıklıklarına ve âfetlerine, dünyâ hayâtının ayıbına, aldatmacasına ve gurûruna karşı; kendileri hakkında gerek amellerinde, gerek yükselişlerinde, gerekse derecelerinde kalplerinin sıdkını talep edip, Allah-u Teâlâ’nın verdiği nimetleri zikredip, kendisine gelen ilâhî vergiler karşısında nefsi tasfiye husûsunda devamlılık göstermelerine nisbetle, hikmet ve güzel öğütle basîrete ve Allah’a dâvete de ehildirler, başkalarını da O’nun yoluna dâvet ederler. Onlar O’nun tahsisine ehildirler.
İlk sınıf O’nun dininin kumandanları ve emînleridir. Zayıf imâna mübtelâ olanları O’nun ilmine dâvet ederler ve aynı zamanda yarattıkları üzerine Allah’ın bir hüccetidirler. İkinci sınıf da O’nun dâvetçileri, hakîmleri ve idârecileridir, O’nun nimetini telkin ederler. Üçüncü sınıf ise târife sığmaz.” (“Kitâbu Şifâu’l-Alîl”; Veliyyüddin, no: 770, 5a-6a yaprağı)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bunların iç durumlarını bir değil, birçok Âyet-i kerime’de gözler önüne serdiği halde, siz Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a iman etmediniz, imansız imamlara iman ettiğiniz için bu ilâhi beyanlara gözü yumuk baktınız, kulak vermediniz, arkaya attınız. Bu imansız imamlara kulak verdiğiniz için ve onlara iman ettiğiniz için imansız kaldınız. Bu hakikatları görmediniz, onlara yolundunuz, soyuldunuz.
Siz bunları müslüman zannediyordunuz. Bu Âyet-i kerime’lere inansaydınız münâfık ve kâfir olduklarını bilecektiniz. Fakat siz Hazret-i Allah’a ve Resul’üne değil de, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere değil de, imansız imamlara inandığınız için bu hale düştünüz.
Amma biz Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere baktık, bunların kâfir olduklarını gördük. Kararımızı verdik ve yürüdük. Böylece sizleri bu kâfirlerin şerlerinden kurtarmaya çalıştık.
Bu gibilerin fesatlarını, sahte, yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Âyet-i kerime’si mucibince; Allah-u Teâlâ’nın izni ve desteğiyle bunların üzerine öyle bir yüründü ki; sahte ve sapmış olduklarını, küfre kaydıklarını, dalâlet batağına düştüklerini bildiren Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler yüzlerine karşı okundu, bâtıl oldukları anlatıldı. Ne küfürden dönebildiler, ne de dinlerini yürütebildiler. Maskeleri inince hepsi de ortada kaldı. Öyle olmadı mı?
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle cevap veremedikleri için, onlara isnad edilen küfrü ister istemez kabullenmek zorunda kaldılar.
Bu yalancı, bu münafık, deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla ve diğer fâsık zümrelerle öylesine mücadele edildi ki, küfür ve nifakları ortada kaldı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Hak gelmiştir, Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.” (Sebe: 49)
Güneş çıkınca karların eridiği gibi eridiler, ne din kurucuları kaldı, ne türemeleri kaldı, hepsi de sükût-u hayâle uğradılar. Bu nur ile müminler maddi-mânevî şifâ buldular, ilâhi rahmete kavuştular. İmanlarını muhafaza ederek küfre düşmekten kurtuldular. Fakat onları ilâh edinenler ise zâlim oldular, hüsrana uğradılar.
Bu imansızlıkları onları hem dünyada hem de ahirette helâk etti.
•
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde buyurur ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Eğer Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i şerif’ine iman edip riâyet etseydiniz, bu din eşkiyaları ile iman hırsızlarına soyulmazdınız.
Allah-u Teâlâ emr-i şerifi varken, siz bu emri dinlemediniz, onlara uydunuz. Bunun vebâlini siz düşünün.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurur:
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Gerçekten Resulullah Aleyhisselâm’a iman etseydiniz ve bu emr-i şerifini dinleseydiniz, bu fâsıklar din-i İslâm’ı yıkarken onlara yardımcı olmazdınız. Hem imanınızı, hem de dünyalığınızı bu iman hırsızlarından, bu din-i İslâm’daki eşkiyalardan kurtarabilirdiniz. Sizin paralarınızla, sizin desteğinizle İslâm dinini parça parça ettiler, dinlerini kurdular ve ilân ettiler. Bunun müsebbibi de sizsiniz, mesuliyet size âittir, ahirette onlarla beraber olacağınızı da unutmayın. Suçta onlara ortak olduğunuzu bilin.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” buyuruyor. (İsra: 71)
Zira bunlar sizin hem imanlarınızı, hem de paralarınızı aldılar, din-i İslâm’ı böldüler. Bundan daha büyük zarar olabilir mi? Bir taraftan din-i İslâm’ı parçaladılar, diğer taraftan da vatanı paramparça ettiler.
Bunlar papazdan da, hahamdan da, mecusiden de tehlikelidirler. Zira onların cephesi var, fakat bu kâfirlerin, bu münafıkların cephesi yok.
Dikkat edin! İslâm dininin yıkıcılarını, bu sapıtıcı imamları Deccal’den daha beter olduğunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz beyan etti ve ilân etti.
Nitekim bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal’in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem ahiretlerini yok ettiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ’yı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Müslüman gibi göründüklerinden ötürü bu fesadı, bu ifsadı yapabiliyorlar.
Çünkü bu sapıtıcılar sûret-i haktan göründükleri için, hakikatı bilmeyenler bu gibi fesatçı ifsatçıların lâfına bakıyor, nefislerine de cazip geliyor, baklavanın içindeki zehiri de görmüyor, kendisini öldürecek olan bu zehirden habersiz. Oysa ki onu yuttuğu zaman ebedi hayatını öldürüyor. O bir zehir hapıdır, imanı öldürüyor. İşte bunlar bu hapı halka gayet rahat yutturuyorlar.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların ahirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)
Firavun, ahirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir. Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’âm: 153)
Buyurduğu halde, bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, kendi uydurdukları sapmış yollara saptılar ve din-i İslâm’dan çıktılar.
Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak allahlık dâvâsında bulundular.
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir.
İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Burada bunların bir daha dine dönemeyecekleri haber veriliyor ve iman edenlere duyuruluyor. O dinde kalan küfürde kaldı, o artık o küfür batağından çıkamıyor.
Hem dinden çıktılar, hem de hayvandan aşağı oldukları görüldü.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
İnkârda ısrar ettikleri için artık onların iman etmeleri beklenemez.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)
Dünyadaki durum budur. Biz biliyoruz, siz de bilin, bu kâfirleri tanıyın artık.
Dikkat edin, aslında hepsine daha dünyada iken lânet halkasını onlara takmış, kalplerini mühürlemiş, gözlerine perde çekmiş ve perişan etmiş.
Ahiretteki durumlarına gelince:
Allah-u Teâlâ mahşer gününde insanların ve hayvanların birbirlerinden haklarını alıp ödeştirdikten sonra hayvanlara: “Toprak olunuz!” buyuracak, o anda hepsi toprak olacaklar.
Kâfirler bu durumu görünce, onlar da hayvanlar gibi olmayı çok arzu edecekler, fakat elli derece daha aşağı düştükleri için olamayacaklar.
Allah-u Teâlâ bu durumlarını Âyet-i kerime’sinde şöyle haber veriyor:
“O gün kâfir: ‘Ah ne olurdu, ben de toprak olaydım!’ der.” (Nebe: 40)
Hayvandan da aşağı. Çünkü hayvan Yaratan’ını biliyor, tesbihini de yapıyor.
Gerek Âyet-i kerime’ler, gerekse Hadis-i şerif’ler onları bu şekilde belirtiyor. Biz de bu ilâhî hükümlere bakarak bunların içyüzlerini çok rahat bilmiş ve görmüş oluyoruz ve sizi uyandırıyoruz.
Bu bölücülerin hepsi din hırsızı, türemelerdir.
İslâm gibi görünüyorlar. İslâm dinine en büyük tahribatı yapıyorlar.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlara “Türeme” buyurmuşlar ve onların içyüzünü Hadis-i şerif’lerinde beyan etmişlerdir:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır. Amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ bu gibiler için şöyle buyuruyor:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar? Yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Bu Hadis-i şerif’leri size bir çok defa arzederdik. Siz bunların yumuşaklığına aldandınız, amma gönüllerinin kurt gönlü olduğunu bilemediniz, bu kurtları desteklediniz ve beslediniz.
Şu âkıbete bir bakın, mesuliyeti bir düşünün! Onlar nerede, siz nerede? Onlarla beraber haşrolunacağınızı da unutmayın!
Bu iman hırsızlarının ve din eşkiyalarının bir kısmını size açacağız, diğerlerini siz arayın, bulun, zira her para isteyen doğru yolda değildir.
Hani o “Dinleri Süleymancılık, İmanları Para, Has Huyları Gasp ve Meslekleri de Dilencilik Olan” Süleymancılar? Hani halkı soyup yolanlar?
Hani o altlarında Mercedes arabalarla sanayi çarşılarını, fabrika fabrika dolaşıp, dükkân dükkân gezip, halkı kaz yerine koyup yolan, soyan, yardım bahanesi ile dilenen, koyun postuna bürünen, dini dünyaya âlet edip küfrünü ilân eden Süleymancılar?
Hani o ev ev, tarla tarla dolaşıp, köyleri bir bir tarayıp, harmanlarına gidip fındık, mısır, buğday ve buna benzer ürünleri arabalarla toplayanlar. Bu bir soygun değil midir?
Bütün bunların hepsini İslâm dinini âlet ederek, İslâm dini namına yapıyorlardı. Halkı nasıl soyuyorlardı ve yoluyorlardı? Gayeleri, dinlerini kuvvetlendirmek ve ceplerini doldurmaktı.
“Süleymancı yetiştiriyoruz.” demiyorlardı da “İnançlı talebe yetiştiriyoruz.” diyerek kandırıyorlardı. Halk da onları müslüman talebe yetiştiriyor zannediyordu.
Üstelik talebelerini seferber edip ev ev, dükkân dükkân dilendirirlerdi ve bu topladıklarını da kendi aralarında taksim ederlerdi. Bu soydukları, yoldukları kazlardan elde ettikleri madde ile de altlarına Mercedes arabalar çekerlerdi. Dünyalığınızı aldıkları gibi, dininizi de imanınızı da alıyorlardı.
“Siz zahmet etmeyin, kurbanlarınızı biz keseriz.” derlerdi, halkın kurbanlarını alıp aralarında yutarlardı.
Çünkü bunların dinleri Süleymancılık olduğu gibi, imanları para, has huyları da gasp idi.
Hani o halkın yardımı ile yapılan câmiler, Kur’an kursları ve hayır müesseseleri?
Hile ile derneklerin idare heyetlerine sinsi sinsi girip, çoğunluğu elde ederek câmileri olsun, Kur’an kurslarını olsun, hayır müesseselerini olsun gasbederlerdi. Heyetin başkanlığını elde ettikleri zaman, gerek camileri gerekse kursları kendilerine mâlederlerdi. Halkın yaptığı binaları kendi üzerlerine tapularlardı. Bu onların has huyu idi, bunlara gaspçı denilmez mi? Bunlar İslâm dininde yoktur, ancak süleymancılık dininde vardır. Bu eşkiyalıktır.
Bu paraları aralarında taksim ederlerdi, altlarında mercedes arabalarla bey gibi yaşarlardı. Diğer kısmıyla keşane yaparlardı. Burada çocuk okutuyoruz bahanesiyle memleketi istilâ için hazırlık yaparlardı. Bu istilâda evvela hakimleri, sonra hükümet erkânını öldürmekle memleketi ele geçirmeye çalışırlardı. Bu raporları ben bizzat gördüm.
Ve fakat elhamdülillâhi rabbil-âlemîn, hak geldi bâtıl yok oldu, yok olmaya da mahkumdur.
Bu nur çıkınca bu zulümat dağıldı, ne istilâ etmeye güçleri kaldı, ne de kendilerinin tutunacakları yer kaldı. Zira artık yolamıyorlar, soyamıyorlar, bey gibi yaşayamıyorlar.
Bunun için Hazret-i Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz? Bir taraftan imanınızı, diğer taraftan maddenizi muhafaza ediyorsunuz.
•
Bu gasplarından bir tanesini gözler önüne sereyim, siz bin tanesini düşünün.
1970’li yıllarda Bornova’lı müslümanlar bir dernek kurarak tam teşekküllü yatılı bir Kur’an kursu inşa ettiler.
Bilâhare hayırsever bir müslüman Bornova’nın merkezinde iki dönüme yakın arsasını “Kur’an kursu talebelerinin barınması için üstüne bina yapmak” üzere bağışta bulundu. Yine hayırsever vatandaşların yardımıyla bu arsanın üzerine üçer katlı iki büyük bina yapıldı. Talebeler bu binalara yerleştirilerek rahatça öğrenim görmeleri sağlandı.
Diğer taraftan süleymancılar bu binaları ele geçirmek için plânlar yaptılar. Kendilerinden olan kişileri derneğe üye kaydettirdiler. Bir de kendilerinden olan bir öğretmeni de resmi kanaldan Kur’an kursuna tayin ettirmeyi başardılar. Sinsice heyete giriyorlar. Heyette çoğunluğu elde ettiklerinde hemen orasını benimsiyorlar ve rahatça gasbediyorlar.
Bir yıl sonra yapılan dernek seçiminde çoğunluğu sağlayarak derneğin yönetimini ele geçirdiler.
Bu arada kendilerine âit Kur’an kursunu Bornova’ya naklettiler. Bir taraftan da binaların tapularını kendi adamlarının üzerine geçirmek için teşebbüse geçtiler. Tapu dairesinde bazı kişileri elde ederek, sahte belgelerle binaların ve arsanın tapularını resmen kendi adamlarının üzerine geçirdiler, binalara sahip oldular.
Bu oyunlardan haberi olmayan diğer dernek üyeleri ise Kur’an kursunun resmî bir hüviyet kazanması için Bornova Müftülüğüne devretmek istediler. Çünkü 1980’den itibaren yatılı Kur’an kurslarının yönetimi ve denetimi müftülüklerce yapılmaya başlanmıştı.
Bu defa, süleymancı olan yeni idareciler binaların kendilerine ait olduğunu, kimsenin buraya karışamayacağını ileri sürerek binaları derhal boşaltmalarını müftülüğe bildirdiler. Bunun üzerine müftülük ve diğer dernek üyeleri mahkemeye başvurarak dâvâ açtılar.
Süleymancılar kendilerini haklı çıkartmak için bazı nüfuzlu kişileri devreye koydular, mahkemede ellerindeki tapuların kendilerine âit olduğunu ispat ederek dâvâyı kazandılar. Mahkeme de binaların onlara âit olduğunu ve tahliyesinin gerektiğini müftülüğe tebliğ etti. Bunu fırsat bilen süleymancılar yağmurlu ve fırtınalı bir günde binalarda ne kadar resmi Kur’an kursu talebesi varsa eşyaları ile birlikte dışarı attılar. Hatta zâtî eşyalarını ve talebelere âit Kur’an-ı kerim’leri pencerelerden dışarı attıklarına bütün mahalle sakinleri şahittir.
Müftülük derhal polis getirip tahliyeyi durdurmak istediyse de ellerinde mahkeme kararı olduğu için, gelen polisler hiçbir icraat yapamadan geri döndüler.
Bu acıklı manzara karşısında o zamanki Bornova müftüsü ve diğer halk gayr-i ihtiyarî ağladılar. Herkesin tüyleri ürperdi. Atılan eşyaları toplayıp zavallı kurs talebelerini geçici olarak başka bir binanın bodrum katına yerleştirdiler.
Süleymancılar ise gasbettikleri o binaları yurt binası yaptılar. Hâlen o binaları kendi arzuları doğrultusunda pansiyon olarak keyfi kullanıyorlar. Bu ise halkın yaptığı Kur’an kursu idi ve burada kendilerinden olmayanları içeriye sokmuyorlar.
Hatta o binaların ön kısmı mahalleye ait cami idi, mahalle sakinleri orada talebelerle birlikte namaz kılarlardı. Minaresi şimdi bile durmaktadır. O cami olan kısmı bile zaptettiler, kimseyi almıyorlar.
Kendilerinin hiçbir katkıları olmadığı halde, halkın yaptırdığı binaları gasp suretiyle üzerlerine geçirdiler.
Şu yaptıkları hareketin ahkâm-ı ilâhî’ye uyan hangi tarafı var? Bir tarafta emanete hıyanet var, bir tarafta gasp var. Asıl mühim olan İslâm kültür mevzuatını iptal ettirip, camiyi ve talebeleri boşaltmak, camiye cemaati almamak, camiden talebeleri atmak.
Bunu bir kâfir yapmaz. Fakat bunlar bunu kendi dinleri olan süleymancılığa göre yaptılar.
Şimdi artık ne soyabiliyorlar, ne yolabiliyorlar, ne gasp yapabiliyorlar, ne de istilâ plânlarını kurabiliyorlar. Hepsi de hükümsüz kaldı. İşte bu zararlıları Cenâb-ı Hakk biiznillah-i Teâlâ bu nur ile bu cihatçılarla sizden böyle uzaklaştırdı, bu zararlılardan sizi kurtardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Hak geldi bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ: 81)
•
Kemal Kacar’ın Süleymancılık dinine mâlettiği hususlar:
1. Kemal Kacar “Fâiz helâldir.” diyerek, kendi dinine göre hüküm vermiştir.
Şu Âyet-i kerime’ler ile onun bu sözünü çürüttük:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.” (Bakara: 278)
Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan fâizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân edip büyük isyanda bulunanlara müslüman denir mi?
Bu Âyet-i kerime’ler Allah-u Teâlâ’nın hükmüdür. İslâm’la küfür Âyet-i kerime ile ayrılmış oldu. O ise Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor, kendi arzusunu hüküm yerine koymak istiyor. Yani “Benim dinimde bu geçerlidir.” diyor.
2. Kemal Kacar Süleymancılık dinini ilân etmiş, İslâm’da bölücülük yapmış, İslâm’ın dışına çıkmıştır.
Şu Âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ’nın dininde ayrılık, senlik-benlik olmadığını beyan ettik:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm: 159)
Yani “Ben onlardan ilgimi kestim, sen de kes!” buyuruyor ve bunu kat’î olarak bildiriyor.
Bu Allah kelâmıdır, Allah-u Teâlâ’nın beyanıdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ayrılık yapan bizden değildir.” buyuruyor. (Münâvî)
Allah-u Teâlâ kulluğundan, Resulullah Aleyhisselâm da ümmetliğinden çıkarmış oldu.
3. Para toplayıp trilyonlarca lirayı fakirin hakkı olduğu halde süse, lükse harcamış, müslümanların yaptırdığı cami ve Kur’an kurslarını gasp etmiştir.
Şu Âyet-i kerime ile dilenmenin, para toplamanın Allah-u Teâlâ’nın dininde yasak olduğunu beyan ettik:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime İslâm’la küfrü ayırmıştır.
Görülüyor ki onlar bu Âyet-i kerime’leri inkâr ediyorlar.
Ve bu Âyet-i kerime’ler onların içyüzlerini ortaya koyunca: “Niçin bizim içyüzümüzü ortaya koyuyor?” diye Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a hasım kesildiler.
Ve intikam için Hâlik-ı Azîmüşan’ı mahlûkuna şikayete kalktılar, Kur’an-ı Azimüşan’ı mahkemeye verip şikâyet ettiler. Suç unsuru olarak Âyet-i kerime’leri göstermeye cüret ettiler. Cumhuriyet Savcılıkları’na verdikleri ihbar ve şikâyet dilekçelerinin metinleri ilgili kitaplarımızda neşredilmiştir.
Müslüman olan Yaratan’ını kullarına şikâyet edebilir mi hiç?
Erbakan nefsini ilâh edinerek dinini ilân ettikten sonra İslâm’ı kendisine mâletmek ve kurduğu dinini İslâm’la süslemek, İslâm’mış gibi görünmek istemişse de kurduğu refah dininin her dalı kurudu ve dini de çürük idi. Zira kendisi çürük idi dini de çürük.
Evvelâ Hazret-i Allah’ın dinini patatese çevirdi. Refah’tan başka din yok dedi. Bir allahlık dâvâsı güttü. Refahtan başka İslâm yoktur dedi, Peygamber’in şeriatını kendine mâletti. O ise Refah’tan başka İslâm yok demesiyle, bir taraftan allahlık dâvâsında bulundu, diğer taraftan peygamberlik vazifesi görmeye çalıştı.
Erbakan: “Refahtan başka dinler patates dinidir.” dedi. Allah-u Teâlâ’nın dinini patatese çevirdi. Bu allahlık dâvâsını gütmek demektir. “Refah’tan başka İslâm yoktur.” dedi. Peygamberliği de kendisine mâletti. Allah-u Teâlâ’dan gelen hükümler şeriattır, onu peygamber tebliğ eder. “Refah’tan başka İslâm yoktur.” demesiyle hem dini hem de peygamberliği üzerine almak istedi. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın indirdiği hükümleri Peygamber tebliğ eder.
Hiç şüphe yok ki bu şeriat dedikleri, Refah dininin şeriatıdır, İslâm dinine göre değildir. Zira İslâm dini bunların hepsini yasak ettiği gibi para toplamayı da katiyetle yasak etmiştir.
On yerde küfre girdiğini Âyet-i kerime’lerle açıklıyoruz.
Erkek kadın seferber olup ev ev dolaşırlardı, Refah dinine yardım diye toplantılar tertip ederlerdi ve korkunç para toplarlardı.
Size bunlardan bir tanesini temsil veriyoruz, siz bin tanesini tasavvur buyurun.
Hatta Almanya’da bir camide cuma günü cemaat dağılırken: “Türkiye’de şeriatın gelmesini isteyen bin mark versin!” dediler. O anda camide yirmiiki kişi vardı, yirmiiki kişiden biner mark topladılar. Bir camiden yirmiiki bin mark almış oldular. Bu para bir camiden toplanıyor, diğer camilerden topladıkları paraları siz tasavvur edin!
Kurdukları dine uyanlar din-i İslâm’dan çıktılar, refah dinine uydular. Çünkü her isim bir dindir.
Allah-u Teâlâ Müminûn sûre-i şerif’inde şöyle buyurur:
“Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminûn: 53)
Hani o “Hakk geldi batıl gitti!” diyenler? Hani o “Refahtan başka İslâm yok!” diyenler? Hani o Allah-u Teâlâ’nın dinini kendisine mâletmek isteyen, allahlık dâvâsında bulunan ve: “Zekâtı bize vermezsen kabul olmaz.” diyenler? Hani o “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyenler? “Refahçı olmayanın Hacc’ı kabul olmaz, nikâhı sahih olmaz.” diyenler? Tesettürün kalkması için imza verenler? Refah dini için erkeği dişisi kapı kapı dolaşıp dilenenler ve halkı soyanlar? Hakkı ceplerine atıp bâtıl olup çıkanlar?
Bunların bütün gayeleri, kendi kurdukları dinlerine dâvet etmekti.
Ve fakat bu hakikat nuru çıkınca, bu cihatçıların meydana çıkması ile; yıldızların karanlığı delip geçtiği gibi, bu nur, zulmâniyeti deldi geçti. Hak gelince bâtıl gitti, bunlar da bâtıl olup gittiler.
“Hak geldi bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ: 81)
Bu ilâhi dâvet karşısında maskeleri düştü. Nûr-i ilâhî hâkim oldu. Ne allahlık dâvâsı kaldı, ne de onları ilâh edinen türemelerinde bir bağlılık kaldı. Hepsi de sükût-u hayâle uğradılar.
Hakikat güneşi meydana çıkınca, ruhu ölenlerin kimisi dirildi, kimisi de ebedî âfâta gömüldü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Allah-u Teâlâ bunlara daha dünyada iken gadap etti, rezil ve rüsvay oldular. Ahiretteki durumları ise Allah’a kalmış.
Mülkün sahibi herkesi imtihan edecek, dilediğini dilediğine verecek.
•
On yerde ayrı ayrı küfre kaymıştır.
Kurduğu dinine neler mâletmek istedi?
1.“Refah’tan başka İslâm yoktur.” dedi. Bu küfürdür.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
2. Kendi dinine girmeyenler hakkında: “Refah partisi’nden olmayanlar patates dinindendir.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)
Ayakta dimdik duran din budur.
3. Allah-u Teâlâ’nın veli kulları hakkında: “Burada bir veli varmış! Refah’a hizmet mi etti de veli oldu?” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
4.“Refahçı olmayanın Hacc’ı kabul olmaz.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Hacc’a gidip gelmeye gücü yeten herkesin Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i imrân: 97)
5.“Zekâtı bize vermezseniz kabul olmaz.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Tevbe: 60)
6.“Refahçı olmayanın nikâhı sahih olmaz.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Nikâhınıza aldığınız kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin. Bununla beraber eğer mehirlerinin bir kısmını kendiliklerinden gönül hoşnutluğu ile size bağışlarlarsa onu da afiyetle yiyin.” (Nisâ: 4)
7. Yaptığı açıklamalarla; küfrünü ilân edip, Hazret-i Allah’a secde etmeyenleri, Hazret-i Kur’an’ı inkâr edenleri, İslâm’ı yaşamayıp, abdestle gusülle ilgisi olmayanları “Kardeş olarak kucaklıyoruz.” dedi.
Erbakan: “Aleviler bizim kardeşimizdir.” dediğine göre, meğer o da alevî imiş.
Şu Âyet-i kerime’ler ile onun bu sözünü çürüttük:
“Müminler kardeştirler.” (Hucûrât: 10)
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, O’nun Peygamber’idir. Bir de, Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
8. Yahudi ve hıristiyanlarla müslümanların eşit olduğunu söyledi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
9. Ayrı bir parti kurarak bölücülük yapmış, Allah-u Teâlâ’nın hizbine karşı partisini ilân etmiştir.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu durumunu çürüttük:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücadele: 22)
10. Setir hakkındaki Âyet-i kerime’leri inkâr edip setrin kalkması için imza vermiştir.
Onun bu hareketinin ne kadar yanlış olduğunu şu Âyet-i kerime’lerle izah ve ispat ettik:
“Mümin kadınlara da söyle! Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet (yerlerini) açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan, (yüz ve eller) müstesnâdır. Baş örtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Onun bu hareketinin şu Âyet-i kerime’ler mucibince de ne büyük bir küfür olduğunu ortaya koyduk:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Önce O’nun indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir. İkinci olarak O’nun hükümlerini çiğnemekle zulüm suçunu işlemiştir. Üçüncü olarak ise sapmakla fâsık olmuştur.
İlk din kuran Erbakan’dır. İlk para toplayan Erbakan’dır. İlk olarak müslümanları İslâm dininden kaydırıp kendi dinine sokan yine odur. İlk çığırı o açmıştır.
Gerçekten Allah-u Teâlâ’nın emirlerini dinleseydiniz, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’lerine baksaydınız, bunlara uymazdınız. Eşkiyalar dağda soyar, bunlar sofrada soyuyorlar. Evvela yemek yedireceğiz diye seni dâvet ediyorlar, sonra soyup yoluyorlar.
Bunu narcılar da çok güzel yapardı.
Hani o, gerek himmet geceleri adı altında, gerekse iftar ziyafetleri ile trilyonlarca para toplayıp Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı gelip sofra eşkiyalığı yapanlar?
Hani o düzenledikleri yemekli toplantılarda halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattıranlar, bu senetleri ödeyemeyenleri icrâ ile takip ve tahsil edip halka zulmedenler?
Hani o himmet geceleri ismi altındaki eşkiyalıklar? Halkı nasıl soyarlardı, kaz gibi yolarlardı.
Halkı yemeğe davet ederlerdi, yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Balığı tutmak için olta attıkları gibi gelenleri oltaya takarlardı. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek oradaki halkı utandırırlar, paralarını alırlardı. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattırırlar, bu senetleri günü gelince ödeyemeyenler icraya verilir, evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alırlardı. Hiçbir şeyi bırakmazlardı. Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Gerçek müslümanlar halkı iftara çağırırlardı, diş kirası verirlerdi. Bunlar da iftara çağırıyorlar, amma dişlerini söküyorlar. Bütün bunların hepsi dini dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar böyle yapıyordu.
Müslümanlar Hakk’a yakın olanı iftara çağırırlar, bunlar ise açık saçıkları oruç tutmayanları iftara çağırıyorlar. Bir nevi İslâm ile alay ediyorlar.
Bu yaptıkları İslâm dininde var mı?
Ve şimdiki duruma bir bakın! Korkunç paralar topladılar. Bu para toplamalar, müslümanları soymalar, yolmalar o kadar büyüdü ki artık paraları zaptedebilmek için banka kurdular. Bunun mesulü müsebbibi siz değil misiniz?
Bir taraftan imanlarınızı aldılar, bir taraftan paralarınızı aldılar. Alenen küfrü hoş gördüler, müslümanları kitleler halinde küfre soktular.
“Bir tek evim var, başka bir şeyim yok.” diyerek gözyaşı dökerlerdi. Ve fakat sizin paranızla bankalar kurdular, Amerika’da yaşıyorlar. Bunlar sizin desteğiniz değil midir?
Hani o Allah-u Teâlâ’nın kesin bir hükmü olan tesettüre “Teferruat” diyenler?
Hani o papazlara “Hazret” diyenler? Hani o hıristiyan papazları ile, yahudi hahamları ile hoşgörü toplantıları yaparak “Keşke her köşeye hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa!” diyenler?
Hani o necip tarikatlara dil uzatanlar?
Sûret-i haktan görünüp vaaz ve nasihatlerinde İslâm’mış gibi hararetli konuşmalar yaptılar ve müslümanları tahrik ederek öylesine paralar topladılar ki, ne para bıraktılar, ne araba bıraktılar, hepsini ellerinden aldılar. Hududullah’tan ayrılmaları önce bu icraatları ile oldu. Bir de bu hareketi İslâm namına yapınca, gadabullahı celbettiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” buyuruyor. (İsra: 71)
Unutmayın ki Allah-u Teâlâ sizi onlarla haşredecek.
Kurbanlarınızı kesmediğinizi, zekâtlarınızı nereye verdiğinizi bir bakın düşünün.
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru yolda olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Her fırsatta sizi ikaz ediyorduk. Fakat siz onları müslüman zannediyordunuz, bütün gücünüzle onları destekliyordunuz ve yardım ediyordunuz. Din-i İslâm’ı yıksınlar diye mi bunu yapıyordunuz?
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini kaç defa önünüze koymuştuk.
Bunlara para verenler her verdiğinden sual sorulacağını ve azap göreceğini de bilsinler. Onun verdiği para İslâm’ın yıkılmasına vesile oluyor.
Bu da yetmiyormuş gibi nihayet dinini ilân etti. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret kabul etti, papalık adına hoşgörü ve diyalog toplantıları tertiplediler ve küfrün hoş görülmesi için iman ve küfür berzahının kaldırılması için çalıştılar. Tevhid inancını, İslâm’ın iman ve İslâm esaslarını bırakıp küfre “Kardeşimiz!” dediler.
Alenen Hazret-i Allah’a karşı gelip, küfrü hoş gördüler, hoşgörüyü ilân ettiler ve bütün müslümanları kötü olmaya dâvet ettiler.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamış ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyurmuştur. (Mâide: 51)
Böylece cami ocağından papa ve papazların kucağına düştü. Papazları ilâh edindiler, küfürle övündüler ve şerefi küfürde aradılar.
Son dört-beş yıldır küfrün hoş görülmesi toplantıları yaptılar, Vatikan’a kadar gidip Papa’ya bağlılıklarını bildirdiler, geçtiğimiz Nisan ayında ise Urfa’ya hıristiyan papa ve papazları ile yahudi hahamlarını dâvet ederek İbrahim Aleyhisselâm’ı dahi emellerine alet ettiler, küfürle kardeş olduklarını resmen ilân ettiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Birbirine hasım iki zümre.” buyuruyor. (Hacc: 19)
Bu iman ve küfür berzahıdır, hakikat ile dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk mücadelesidir.
Zira diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
Bunlar ise iman ile küfrü karıştırmak istediler. Küfrü hoş gösterdiler ve tevhidi bırakıp şirki tercih ettiler. Allah-u Teâlâ’nın hududullah’ını kaldırmaya kalktılar. Allah-u Teâlâ böyle buyuruyorken onlar küfrün hoş görülmesi için çalışıyorlar.
Papanın ilân ettiği “Kurtarıcı misyon” isimli genelgesi “Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.” şeklinde iken bunların kime hizmet ettiklerini anlamayan, gözlerini açıp bu oyunu sezemeyen müslümanlara ne demeli?
Dinini ilân edip, papazı “Hazret” kabul eden, papanın kucağına giden, onun maksad ve gayesinin hedefe ulaşması, müslümanların hıristiyanlaşması için çalışan, din-i İslâm’a ve güzel vatana en büyük ihanette bulunan nankörlere siz hâlâ müslüman mı diyeceksiniz?
•
Narcılık dinine neler mâletmek istedi?
1.“Tesettür teferruattır.” diyerek kendi zannı ile beyanat verdi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Resul’üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını, namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ din-i İslâm’ında setri, örtünmeyi kesin şart koymuş, farz kılmıştır.
2. Hıristiyan papazları, yahudi hahamları ile hoşgörü toplantıları yaparak; “Keşke her köşeye bir hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar, sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’si ile yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamış, onları dost edinenin onlardan olduğunu beyan etmiştir.
3.“Kimse kimseye inancından dolayı ithamda bulunmayacak, kimse kimseye dininden ya da dinsizliğinden dolayı taanda bulunmayacak.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür.” (Tevbe: 73)
4. Hazret-i Allah’ın, resulleri arasında vahiy elçisi olan Cebrâil Aleyhisselâm hakkında; “Gökyüzünden inse, parti kursa, kusura bakma ben senin partine girmem desteklemem derim.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir.” (Mücâdele: 22)
Bu Âyet-i kerime’yi Allah-u Teâlâ’nın emriyle getiren Cebrâil Aleyhisselâm’dır. Bu Âyet-i kerime’sinde “Ülâike hizbullah” buyurdu, “Bu benim ve Resul’ümün partisidir.” diye ilân etti. Onun girmem dediği parti işte budur.
5. Necip tarikatlara dil uzatarak; “Tarikatlar bir dönemdeki misyonunu eda etmişlerdir. Zaman böyle fert zamanı değil, cemiyet zamanıdır.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“İyi bilin ki Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
6.“Kadından idareci olmasının hiçbir sakıncası yoktur.” diyerek Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e ve Hazret-i Allah’a karşı gelmiştir.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” (Haşr: 7)
Binaenaleyh Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Mukadderatını bir kadının eline veren millet felâh bulmaz.” buyuruyor. (Buhari, Tirmizî)
7. Gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ile trilyonlarca lira para toplayıp Hazret-i Allah’ın emrine karşı geliyor.
Şu Âyet-i kerime ile onların bu icraatlarını çürüttük:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime’sinde Cenâb-ı Hakk para toplayanların doğru yolda olmadığını beyan ediyor.
8. Onların ise dini ayrıdır, kitabı ayrıdır, bütün beyanatları, icraatları kurdukları narcılık dinine göredir.
Şu Âyet-i kerime ile onların narcılık dinini çürüttük:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan din veya kitapla sevinmektedir.”(Müminûn: 53)
Cenâb-ı Hakk inananları bir tek ümmet kabul ediyor ve teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor.
Hani küffar elinde halife olanlar, halifeliğini ilân edenler? Hani o hâinler, Türk bayrağına paçavra diyenler? Onlar da böyle halkı soyup yolarlardı. Din-i İslam’dan çıkarlardı, Kaplan dinine bağlarlardı.
Ve fakat Hakk gelince bâtıllar yok olup gitti. Zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.
Küfür diyarında İslâm hilâfeti kurma sevdasına düşen, kendi kendilerine İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın kuklası idiler, dini dünyaya âlet ederek şöhret elde etmek ve para toplamakla şimdi de şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında da kitap yazıldı.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.
Bunlar müslümanlık için çok büyük tehlikedir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
O da sapıtıcı imamlardandı. Kendisi saptığı gibi, kendisine uyanları da saptırdı. Zira o İslâm dininde bir bölücü idi.
Dini kendine uydurmaya çalıştı. Madde ve menfaat, mevki ve şöhret uğruna dinden çıktığı gibi, kendisine tâbi olanları da dinden çıkardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bütün bölücüleri İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm: 159)
Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem’inin de tardetmesi için emir buyuruyor.
“Benim onlarla bir ilgim yok, senin de olmasın.”
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ayrılık yapan bizden değildir.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’iyle de ümmetliğe kabul etmiyor.
Dinde bölücülük yapmak ve fitne çıkartmanın cezası çok ağırdır.
Cemalettin Kaplan ve oğlu bölücülüğü yasaklayan bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere karşı geldi. Bu doğrudan kendi dinini ilândır. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür. Küfür ilinde halifeliği ilân ettiği için fâsığın ta kendisidir.
Bu yüzkarasının ölümünden sonra körükörüne peşlerinden gidenler, yerine oğlu Metin Kaplan’ı seçmişler, böylece halktan din adına yoldukları milyarlar oğluna intikal etmiştir. Bu adam da babasının sapık yolunda icraatına devam etmektedir.
İslâm dininde hicret küfür diyarından İslâm diyarına olur. Resulullah Aleyhisselâm da Mekke’den Medine’ye hicret etmiştir.
•
Cemalettin Kaplan ve oğlunun ilân ettikleri dinlerine mâlettiği hususlar:
1. Cemalettin Kaplan ve oğlu ecnebi memleketinde halifeliğini ilân edip kendi kurdukları dininin icraatları ile tefrika çıkardılar.
Şu Âyet-i kerime ile onların bu icraatlarını çürüttük:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
2. Sözde halife Kaplan ve oğlu İslâm diyarından küfür diyarına sığınmış ve âit oldukları yerde kendi dinlerini yaymaya çalışıyorlar.
Şu Âyet-i kerime ile küfür diyarı olan Mekke’den İslâm diyarı olan Medine’ye hicretin emredildiğini ispat edip icraatını çürüttük:
“Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiç birini dost edinmeyin.” (Nisâ: 89)
Resulullah Aleyhisselâm küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmeyen müslümanlardan uzak olduğunu beyan buyurmuştur.
“Ben müşriklerin arasında ikâmet eden müslümanlardan uzağım.” (Ebu Dâvud)
Kaplan ve oğlu ise İslâm diyarından küfür diyarına sığınmışlar ve orada icraatlarına devam ediyorlar.
3. Cemalettin Kaplan saf ve temiz müslümanlardan çok yüklü paralar toplayıp ölümünden sonra bu paraları oğluna bıraktı.
Şu Âyet-i kerime ile bu icraatı çürüttük.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
4. Cemalettin Kaplan “En büyük benim.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsrâ: 37)
5. Kaplan “Oniki ilmi yalnız ben bilirim.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
•
Kaplan öldü ise de icraatı ölmedi. Allah’ım! Bu fitne ateşini çıkaranları nur’unla söndür. Bu sapıtıcı imamları kahret ve öldür.
Dikkat ederseniz, işgal altındaki müslümanların tek ümidi Türkiye’dir. En çok buraya gönül bağlarlar. Ümitleri ve gönülleri bu vatandadır. Fakat müslüman gibi görünenler, gerek dinimize, gerek vatanımıza, içten saldırdıkları için dış düşmandan çok daha tehlikelidirler.
Bu vatan hâinleri Türk bayrağının paçavra olmasını istiyorlar.
Oysa devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar.
Dinine ve vatanına ihanet eden, Türk bayrağını paçavra olarak görenlerin destekçisi olan sapığın dine ve vatana yaptığı ihanet budur.
Bunların din ve vatan düşmanı olduklarını tanıyın, bilin ve belleyin.
Ey bu kâfirlere kulak veren sapıklar! Şimdi size sesleniyorum! Siz gerçekten Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’ın emirlerine mi kulak vereceksiniz; yoksa dinimizi, vatanımızı paramparça yapmak isteyen bu sahtekâr sapıklara mı kulak vereceksiniz?
Diğer din kurucuları ve para isteyenler de hep böyledir.
Şu kadar var ki samimi bir kalp ile Hazret-i Allah’a dönüp tevbe eden kimsenin umulur ki tevbesini kabul eder. Tevbe kapısı açıktır. Çünkü güneş daha batıdan doğmadı.
Vehhâbîlik dininin fikir olarak ortaya çıkması, Hicrî 661, Milâdî 1263 yılında Harran’da doğan İbn-i Teymiyye ile başlamıştır. Asıl adı Ahmed bin Abdülhalim olup, İbn-i Teymiyye lâkabıyla şöhret bulmuştur.
Tatarların zulmünden dolayı âilesiyle birlikte Şam’a geldi. Babası Abdülhalim kısa zamanda Şam’da parmakla gösterilmeye başladı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Şam’ın en büyük camiinde vaaz ve ders kürsüsü vardı.
İbn-i Teymiyye küçük yaşlarda Kur’an-ı kerim’i ezberledi, daha sonra Hadis tahsiline yöneldi. Kısa zamanda tahsilini tamamladı. Henüz yirmi yaşına varmadan geniş mâlumat ile şöhret bularak ders okutmaya ve fetvâ vermeye başladı. Babası ölünce de onun yerine geçti. Bütün gözler kendisine çevrilmişti. Bir çok hayranı ve taraftarı oldu.
Başlangıçta İslâm şeriatını ihyâ ve İslâm’a karışan hurafeleri temizlemek gayesiyle ortaya çıkmıştı. Şu kadar var ki bazı itikadî ve amelî meselelerde cumhûr-u ulemâya, büyük müçtehidlere muhalefet etti. Salâhiyeti umumiyetle kabul edilmiş bulunan nüfuzlu şahsiyetleri çürütmeye çalıştı. Cami minberinde: “Ömer bin Hattab bir çok hatalar yapmıştır.” dediği gibi, Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- ve İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- gibi büyük zâtlara şiddetli hücumlarda bulunmuştur.
İmam-ı Süyutî onun hakkında:
“İbn-i Teymiyye kibirli bir adamdı. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek ve büyüklerle alay etmek âdeti idi.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın dinini kendisinin düzelttiğini, Kur’an-ı kerim’in mânâsını sadece kendisinin anlamış olduğunu söyleyen İbn-i Teymiyye; ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’an-ı kerim’i ve Hadis-i şerif’leri yanlış anladıklarını iddiâ edecek kadar ileri gitmişti.
Sâlih kullar ve evliyâullah vasıtasıyla Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmanın İslâm’da yeri olmadığını iddiâ etmiş, eserlerinde şiddetle tenkit etmiştir. Yaşayan kullar vasıtasıyla da Allah-u Teâlâ’ya yakın olunamayacağı, onlardan yardım istenemeyeceği gibi, kim olursa olsun, ölenlerin de vasıta olunamayacaklarını ve kendilerinden yardım istenemeyeceğini söylemiştir.
İbn-i Teymiyye sâlih kulların ve peygamberlerin kabirlerini, Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıracaklarını ümit ederek ziyaret etmenin câiz olmadığını iddiâ ettiği gibi; “Resulullah Aleyhisselâm’ın kabrini teberrüken ziyaret etmek caiz değildir.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı âlâ’nın kadim olduğuna kaniydi. Derinleştirdikçe isabetsizliği meydana çıkan bazı içtihatları da vardı.
Sapık fikirleri haddi aşınca Mısır’da iki defa hapse atıldı. Görüşlerinde isabet edemediği, bir çok âlimlerin tenkitleriyle sübut bulmuş, dalâlete düştüğü vesikalarla ispat edilmiştir.
Yaşadığı devirde büyük bir fikir hareketi meydana getirmiş, etrafında büyük bir çevre edinmiş, etkisini kendisinden sonraki nesillerde de devam ettirmiştir.
Hakiki âlimler tarafından “Beynel-ulemâ muallâk adam” diye anılan İbn-i Teymiyye, 1328 yılında ölmüştür.
Muhammed bin Abdülvehhâb 1703 yılında Arabistan’ın Riyad şehrine yetmiş kilometre uzaklıkta bulunan Uyeyne köyünde doğdu. İlk tahsilini kadı olan babasından aldı, daha sonra Mekke ve Medine’de tahsiline devam etti. Bu tahsili esnasında İbn-i Teymiyye’nin akâid ve fıkha dâir eserlerini ciddiyetle incelemiş, onun çarpık görüşlerinin etkisi altında kalmış, katı bir taassupla büyük bir bağlılık göstermiştir. Daha sonra da kendisini müçtehid zannedip çıkmıştır.
Mekke ve Medine’yi merkez edinerek çalışmaya başladığında pek ciddiye alınmadığı için Basra’ya geçti. Babası Abdülvehhâb bin Süleyman iyi bir müslümandı, çevresinde âlim olarak tanınıyordu. Oğlunun bozuk fikirler yaydığını görünce karşı çıktı, peşinden gidilmemesini var kuvvetiyle halka duyurmaya çalıştı.
İbn-i Abdülvehhâb birçok yerler dolaştıktan sonra tekrar doğum yeri olan Uyeyne’ye geldi. Oranın emiri olan Osman bin Hamd ile yakınlık kurdu ve onu kendisine inandırarak görüşlerini kabul ettirdi, altıyüz kişilik gücünden faydalandı. Daha sonra Uyeyne’nin mühim bir ismi haline geldi. Etrafında kendisini dinleyen ve destek veren büyük bir kalabalık çevrelendi.
İbn-i Abdülvehhâb kendi sapık görüşlerini yaymak için “Kitabu’l-Tevhid” adında bir kitap yazmıştır.
Kendine uymayanları kılıçla yola getirmek gerektiği üzerinde duruyordu. Ona göre bu hususta her türlü baskı uygulanabilirdi.
İbn-i Abdülvehhâb sadece sapık fikirlerini yaymakla kalmıyor, bunları zorla kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu durum halkı korku ve endişeye sevketti. Bunun üzerine o civarın kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman bin Üreyir’e başvurarak yardım istediler. O da Uyeyne emiri Osman’dan İbn-i Abdülvehhâb’ı oradan sürmesini istedi.
İbn-i Abdülvehhâb orada barınamayarak Riyad’a yakın bir yer olan Der’iyye’ye yerleşti. Oranın emiri ve en nüfuzlu adamı Muhammed bin Suûd ile anlaştı ve işbirliği yaptı. Böylece görüşlerine siyasi bir güç kazandırmış oldu. Bu işbirliğinden Vehhâbî isyanları doğdu. İsyancılar Osmanlılar’dan bağımsız olarak kendi inanç ve düşüncelerine göre şekillenen bir devlet kurmak istiyorlardı. İbn-i Abdülvehhâb sapık fikirlerini yaymak için sağlam bir maddî desteğe kavuşurken, Muhammed bin Suûd da kendi nüfuzunu genişleterek Arap yarımadasına sahip olmak için fırsat elde etmiş oldu.
Bazı kabile reisleri de İbn-i Suûd gibi yaptılar ve İbn-i Abdülvehhâb’ın bâtıl fikirlerini kabul ettiler. İbn-i Abdülvehhâb da güçlenerek daha rahat çalışma fırsatı yakaladı. İslâm dinini saflaştırmak bahanesiyle bedevîleri etkisi altına almaya başladı. Çünkü onlar İslâmiyet hakkında şümullü bilgiye sahip değillerdi.
Arabistan topraklarının Osmanlı idaresinde olduğu dönemde bu bölgede Vehhâbî dininin temeli 1744’te işte böyle atıldı. Hicaz bölgesini istilâ ederek, oraları abluka altına aldı.
•
İbn-i Abdülvehhâb Der’iyye’de sapık fikirlerini yaymaya başladı, orada dersler düzenledi. Komşu kabilelerin emirlerine mektuplar yazarak fikirlerini aktardı. Kısa zamanda etrafında kalabalıklar toplandı. Erbakan gibi Deccal’den daha beter olan yoldan sapmış imamların etrafına halkın toplandıkları gibi.
Bu sapık adam kendisine uyanlara “Muvahhidler” adını veriyor, kendisine uymayanları “Hak dine girmeyenler” olarak görüyordu. Vehhâbîlik dinini resmen bu şekilde yaydı ve bu noktada ilâhlık dâvâsında bulundu.
Halkın dalâlete düştüklerini, tarikata girme ve benzeri şeyler yüzünden tevhidin bozulduğunu, bu gibi kimselerin müşrik olduğunu ileri sürerek kan ve mallarının kendisine inananlara helâl olduğunu, onları kılıçla yola getirmenin gerektiğini ilân etti.
Bölge halkına ganimet vaad eden bu sapık fikirler Necd bölgesinin halkına cazip gelmişti. Bu bölge asırlardır bir çok sapıklıklara sahne olmuştu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkan Müseyleme’tül-Kezzab, Secah, Tüleyhâ, Esved’ül-Ansî gibi sahtekârlar bu bölgede ortalığı karıştırmışlar, taraftar bulmuşlardı. Bölge daima isyancı grupların merkezi olmaya devam etmişti. Halk yağmacılığa, talana, isyan etmeye, baş kaldırmaya her zaman için meyilli idiler. Çok yaygın bir cehâlet hüküm sürüyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Tevrat’taki âyetleri tebdil ve tahrif eden yahudi âlimlerinin durumunu anlattıktan sonra, onların peşinden giden avam halkın durumunu da haber vermekte ve her iki grubun aynı derecede sapıklık içerisinde olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Onlardan bir kısmı okuma yazması olmayan ümmidirler, kitabı anlamazlar. Bir takım bâtıl şeyleri onlar sadece zanneder dururlar.” (Bakara: 78)
Saptırıcı önderleri izleyen kimseler, hiçbir bilgiye sahip olmaksızın körü körüne ve aptalca peşlerinden gittikleri, hakikata kulak vermedikleri, bir takım zan ve kuruntulara saplandıkları için dalâlete düşmüşlerdir.
Sonra Allah-u Teâlâ mal, menfaat, makam ve şöhret için peşlerinde sürükledikleri halkı sapıklığa düşüren önderleri Âyet-i kerime’sinde şu şekilde açıklamaktadır:
“Kitab’ı elleriyle yazıp da sonra onu az bir para ile satabilmek için: ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlere yazıklar olsun!
Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” (Bakara: 79)
Bu Âyet-i kerime her ne kadar İsrâiloğullarından söz ederken zikredilmişse de hükmü elbette ki umûmidir.
İnsanları Hakk’tan uzaklaştırarak, ebedî azaba sürükleyen bu saptırıcılığın vebali şüphesiz ki çok büyüktür.
•
O bölgede pek çok kanlı baskınlar yapıldı. Vehhâbîliği kabul etmeyenler kılıçtan geçirildi, elde edilen malların beşte biri ganimet olarak hazine adı altında Muhammed bin Suûd ve avânesine ayrıldı, kalanı ise savaşa katılan süvari ve yaya çapulcular arasında ikili-birli bölüştürüldü. Bu durum doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı açılan bir başkaldırmadır. Vehhâbilik dinine girenleri himâye etti, İslâm dininde olanların mahvına çalıştı.
İşte bu Vehhâbî bozmalarının bu yaptıklarından bazılarını örnek olarak gösteriyorum, müslüman olan bunu yapar mı?
Bununla bir kâfirin arasında ne fark görebilirsin? O da kâfir, o da kâfir! Vehhâbîlik dinini savunanların kâfir oldukları buradan da görülebilir.
İbn-i Abdülvehhâb’ın başlattığı bu hareket, Muhammed bin Suûd vasıtasıyla siyasi bir cephe kazandığı için hızla yayıldı. Muhammed bin Suûd pek çok toprak ele geçirdi. Onun 1766’da ölümünden sonra bu toprak kazanma işi ve Vehhâbî isyanlarının askerî ve siyâsî liderliği oğlu Abdülâziz bin Muhammed bin Suûd tarafından devam ettirildi. Bu adam da babasından daha büyük heyecanla İbn-i Abdülvehhâb’a bağlandı.
Abdülaziz bin Muhammed Vehhabîler’in ikinci reisidir. Başa geçtikten sonra, babasının siyasetini takip ederek Vehhâbîlik dinini yaymak için otuz yıl Orta Arabistan’daki muhtelif kabilelerle mücadele etti, çok büyük katliamlar yaptı, pek çok müslümanın canına kıydı. Sözle, kitapla ve mektuplarla başlayan hareket; kılıçla, silâhla sıcak savaşa dönüştü.
1802 yılında Kerbelâ’yı yağmaladılar, Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-in türbesinin damını yıktılar, mücevherlerle süslü olan sandukasını alıp götürdüler ve bölge halkını vahşice katlettiler.
Abdülaziz 1803 Şubat’ında Tâif’i ele geçirerek orayı yağmalattırdı. Kendisi de aynı yıl Kasım ayında Der’iyye’de bir câmide bir Şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü.
•
O tarihlerde Osmanlı Devleti’nin dış düşmanlarla savaş hâlinde olması ve zayıflamaya başlamasıyla İslâm âleminin her köşesinde iç karışıklıklar ve sapık fikirler günden güne artmaya başladı. Bu durum Vehhâbîler’in işini oldukça kolaylaştırdı, hızla taraftar kazandılar. Batılı devletlerin, bilhassa İngilizler’in de yardım ve teşvikleriyle bozguncu düşünceler halk arasında yayıldı. Kimileri bulundukları bölgelerde etkili oldular, İslâm’a ve müslümanlara büyük darbeler vurdular.
Osmanlı Devleti yıkılırken kışkırtıcı ve sapık mezhepler kendilerine bolca taraftar buldu, onlarla mücadele edecek kimse de kalmadı.
Din ve mezhep adına ortaya çıkan Vehhâbîlik, başlangıçta ciddiye alınmadı. Gelişi güzel bir mahkeme ile reddedilerek iş geçiştirildi.
Vehhâbîler kendi inancında olmayanları küfürle itham ettikleri için Hâricîler’e benzemektedirler. Kendi fikirlerine olan zıt fikirleri İslâm’ın dışında olarak kabul ettiler, o fikirde olmayanları tekfir ettiler. Kanlarının mübah olduğunu, mallarının ganimet olarak alınabileceğini, kâfirlere yapılan muameleyi yapmanın onlar için de bahis mevzuu olduğunu söylediler.
Muhammed bin Abdülvehhâb’ın 1792 yılında ölmesine rağmen Vehhâbî hareketi durmadı, hatta daha da hız kazandı. Osmanlılar’ın devlet otoritesinin zayıflığından istifade eden Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular.
Abdülaziz bin Suûd bin Muhammed’in ölümüyle onun yerine geçen Suûd bin Abdülaziz, sınırlarını genişletmek için saldırılarını artırdı.
Vehhhâbîler 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke’yi ele geçirdiler.
İlk olarak Tâif’i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil oldukları için, Kur’an-ı kerim’leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i kerime’lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur’an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur’an-ı kerim’le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.
Bunu bir müslüman yapabilir mi? Kâfir olduklarını hâlâ görmüyor musunuz?
•
Vehhâbîler Tâif’ten sonra Mekke’yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtının doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.
Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.
Tevbe sûre-i şerif’indeki:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık Mescid-i haram’a yaklaşmasınlar.” (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime’sini delil göstererek müslümanları müşrik saydığını ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme’ye sokmadı.
Vehhâbîler kalabalık yerlere tellâllar çıkartarak: “Suûd bin Abdülaziz’in dinine girin!” diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb’ın görüşlerini kabule zorladılar.
Görülüyor ki doğrudan doğruya İslâm dinine cephe aldı, Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu halde Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı geldi, Kitabullah’ı inkâr etti ve kendi dinini ilân etti.
Ey Vehhâbî bozmaları! Buna bir itirazınız var mı? Bunu hangi Âyet-i kerime ve hangi Hadis-i şerif’le izah edebilirsiniz?
•
Bütün bu zulümler olurken, Vehhâbîler’e karşı savaşan Şerif Galip, Osmanlı Devleti’nin yardım göndermemesine, Hicaz bölgesinin Vehhâbîler’in eline geçmesine ve Haremeyn halkının eşkiyanın esaretine düşmesine çok üzülüyordu. Bir yandan da hâlâ yardım geleceği ümidini besliyor, hatta Suûd bin Abdülaziz’i tehdit etmekten geri durmuyordu.
Ancak bütün bu tehditler Suûd’un zulmünü azaltmadı, aksine gurur ve kibrini daha da artırdı.
Bundan sonra Vehhâbî ordusu Medine’ye yöneldi. Suûd bin Abdülaziz, Medine halkına bir mektup yazarak, asırlardır hak din üzere olan müslümanları kendi dinine dâvet etti. Medine halkı bu mektup üzerine hayli korktularsa da müsbet veya menfî bir cevap veremediler. Bunun üzerine Vehhâbîler Medine üzerine yürüdüler ve halkı muhasara ederek aç ve susuz bıraktılar. Kendi görüşlerini kabul ederlerse onları affedeceğini söylediler. Onlar da başka çare kalmadığından ve en azından oyalamak için onun bu ağır tekliflerini kabul ettiler.
Vehhâbîler ilk iş olarak Medine’de ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i hadrâ’yı bıraktılar.
Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:
“Peygamber’in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid’atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır.” dedi.
Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.
Zira Allah-u Teâlâ:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Âyet-i kerime’si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes’inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed’e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ’nın emrini hiçe sayıyor, hakikatin yerine bid’atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.
İslâm dininden çıkıp Vehhâbîlik dinine girdikleri gibi, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini inkâr edip arzularını hüküm yerine koyuyorlar. Bunları İslâm olarak mı kabul edeceksiniz, kâfir olarak mı tanıyacaksınız?
Medine halkı bu zulümlere sabrediyor, Vehhâbîler’i oyalamaya çalışıyordu. “Hilâfet-i İslâmiye merkezinden elbette asker gönderirler.” diye düşünüyorlardı. Tam üç sene sabırla beklediler, asker gelmeyince İstanbul’a bir heyet gönderdiler. Fakat görüştükleri kimseler, durumu padişaha etraflıca bildirmediler. O sıralarda da devletin başında bir hayli gâile vardı, bunun içindir ki bu mühim husus ile ilgilenemediler.
Vehhâbîler 1811 yılında kuzeyde Halep’den Hint okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıldeniz’e kadar yayıldılar.
Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti Vehhâbîler’in bir tehlike olmaya başladığını farketti, bunlara bir “Hâricî” hareketi olarak bakıldı. Bastırmak için çabalar gösterildi, Mısır ve Bağdat valilerine emirler verildi.
Osmanlı padişahı İkinci Mahmud, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı bu tehlikeyi bertaraf etmesi için görevlendirdi. Kavalalı, 1812-1813 yılında oğlu Tosun emrinde Vehhâbîler’in üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Tâif’i Vehhhâbîler’in elinden kurtardı.
Daha sonra Kavalalı bizzat kendisi, Abdullah bin Suûd’un üzerine yürüdü. Vehhâbîler her ne kadar direndilerse de, 1814’te Abdülaziz’in âni olarak ölümü üzerine bozguna uğradılar, kuvvetleri dağıldı.
1818’de Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa Der’iyye’ye giderek isyancıları bastırdı. Muhammed bin Abdülvahhab’ın oğlu Der’iyye kadısı Süleyman’ı da öldürdü. İbn-i Abdülvehhâb’ın diğer oğlu Ali de Hacc’da yakalanarak öldürüldü. Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah’ı ve çocuklarını yakalayarak İstanbul’a gönderdi. Bunlar 17 Aralık 1819’da burada idam edildiler. Böylece Vehhâbîler’in ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak Vehhâbî hareketi durmadı. Savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Suûd hânedânından Türkî bin Abdullah, Vehhâbî kuvvetlerini toplayarak Necd bölgesinde yeniden faaliyete geçti. Riyad’ı başşehir yaparak 1821’de ikinci Vehhâbî devletini kurdu.
Bu yönetim başlangıçta askeri hareketlerle, 1843’ten sonra da Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayı kabul ederek 1891’e kadar ayakta kalmayı başardı.
1891’de dağılan bu yönetimi uzun bir mücadeleden sonra Suûd hânedânından II. Abdülaziz bin Suûd 1902 yılında yeniden toplayarak Riyad merkezli Vehhâbî yönetiminin kuruluşunu ilân etti.
II. Abdülaziz, Arabistan yarımadasında gücünü artırmak için İngilizler’le işbirliği yaptı. Sonraki yıllarda Arabistan’ın diğer bölgelerini de ele geçirerek topraklarını genişletti. Abdülaziz 26 Aralık 1915’te İngiltere ile özel bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı olan bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. İngilizler de muazzam paralarla bunlara destek sağladı. Anlaşmaya göre Abdülaziz’in ele geçirdiği toprakların kesin yönetimi ona âit olacak, ondan sonra da yönetim çocuklarına geçecekti. Ancak bu toprakların yöneticileri hiçbir şekilde İngiltere’nin aleyhinde olmayacaklardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı devletinin aleyhine sonuçlanması üzerine, İngilizlerin de araya girmesiyle Osmanlı devleti 1918 yılı sonlarında Medine’den çekildi. Vehhâbîler bundan sonra, Hâşimîler’in elinde kalan Mekke, Medine, Cidde ve Tâif’i ele geçirdiler. Abdülaziz bin Suûd 1926 yılının Ocak ayında “Necd ve Hicaz kralı” olarak kabul edildi. 17 Mayıs 1927’de İngilizler’le yapılan Cidde anlaşmasından sonra tam olarak bağımsız hâle geldi.
18 Eylül 1932’de Abdülaziz bin Suûd, ünvanını “Suûdî Arabistan Kralı” olarak değiştirdi. 4 Kasım 1953’de ölümüne kadar da Arabistan kralı olarak yaşadı. Krallığı boyunca Vehhâbî zihniyetini canlandırmak için çalıştı.
Onun arkasından oğlu Suûd bin Abdülaziz kral oldu. Onun 2 Kasım 1964’te ölümünden sonra yerine kardeşi Faysal bin Abdülaziz geçti. Onun 13 Haziran 1982’de ölümünden sonra da yerine kardeşi Fahd bin Abdülaziz geçti. Fahd, kardeşleri ile arasındaki saltanat rekabetinde Amerika’dan destek gördü ve krallığa geçmesinden sonra bu memleketi tamamen Amerika’nın güdümüne soktu.
Vehhâbîlik sadece Arap yarımadasında kalmamış, kısa zamanda harice de taşmıştır. Hacc için bu bölgeye gelenler Vehhâbîlik’ten etkilenmişler, memleketlerine dönünce bu sapık fikirleri yaymaya çalışmışlardır.
Bilindiği üzere bugün Suûdî Arabistan yönetiminin elinde olan topraklar İslâm’ın beşiği olan topraklardır. Bu itibarla bu toprakların İslâmî tarihi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamber olarak gönderilmesiyle başlamıştır. Bazı küçük karışıklıklar ve ayaklanmalar müstesnâ tutulursa, bu dönemlerde bu topraklar devamlı olarak hilâfeti temsil eden devletin yönetimi altında olmuştur.
Bugünkü Suûdî Arabistan’da kral çok geniş yetkilere sahiptir. Kanun yapma yetkisi kralın elindedir. Anayasalarına göre memlekette tatbik edilecek kanunların şeriata dayanması gerekir. Fakat bunun tatbikatı hiçbir zaman yapılmamaktadır. Uyguladıkları şeriat değil krallıktır. Eğer krallığın korunmasında şer’î bir hüküm varsa, onu çok sıkı uygularlar. Vehhâbîler krallarını “Sahîh imanın temsilcisi”, “Şeriatın savunucusu” olarak sayarlar.
Anayasayı değiştirme yetkisi kralın elindedir. Kral 1993’te altmış üyeli Danışma meclisi kurdu ve üyelerin tamamını bizzat kendisi belirledi. Ancak bu meclisin yetkileri oldukça sınırlıdır ve kral istediği zaman toplanmaktadır.
Şeriatın normalde bütün herkese karşı işlenmesi gerekirken Suûdî Arabistan’da “Siyade” denilen ve kralla onun çevresindeki kişilerin meydana getirdiği sınıfın dokunulmazlıkları vardır.
Yönetim kadrosunu meydana getirenlerin büyük çoğunluğu Suûd âilesine mensuptur. Kendilerine “Emir” denilen idari bölge yöneticilerinin tamamı Suûd âilesine mensuptur. Bütün üst kademe yöneticileri kral tarafından tayin edilir. Onlar da kendi emirlerinde çalışacak kişileri tayin ederler. Bütün yetkili kişiler tayinle belirlenir, hiçbir yerde seçim yoluna gidilmez.
•
Suûdî Arabistan’daki kraliyet rejimine ve insan hakları ihlâllerine karşı tepkiler son yıllarda iyice su yüzüne çıkmaya başladı. Bu yüzden çeşitli üniversitelerde ve bakanlıklarda görevli olan ve tanımış kişiler 1993 yılının Mayıs ayında bir bildiri yayınlayarak yönetimi ilâhî hükümlere dönmeye ve İslâmî hükümlerin insanlara sağlamış olduğu hakları güvence altına almaya çağırdılar.
Şu kadar var ki bu bildiriye imza atanların hepsi görevlerinden uzaklaştırıldı, birçoğu da tutuklandı. Buna rağmen üniversite çevresindeki rahatsızlık devam etti. Aynı yılın Ağustos ayında altmış öğretim görevlisi kraldan, tutuklananların serbest bırakılmalarını istediler. Çok geçmeden bazı imamlar ve ulema da yönetimin baskıcı ve İslâm’a aykırı uygulamalarından duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Bu gelişmeler üzerine de çok sayıda imam görevden uzaklaştırıldı ve birçoğu tutuklandı.
Şu anda yönetim kendisine yönelik tenkitleri ve tepkileri zorla susturmaya çalışıyor. Gittikçe yaygınlaşan bu rahatsızlığın ileride çok ciddi bir patlamaya yol açacağı şüphesizdir.
Yüzbin kişi civarında bir ordusu olan Suûdîler’in üçyüzbin kişinin çalıştığı istihbarat ajan örgütü bulunmaktadır.
Kraliyet’i tenkit eden kişiler olduğu halde, üç-beş tanesi bir araya gelince bu eleştiriyi yapamazlar, herkesten ajan diye şüphe ediyorlar. Diktatör idarenin ayakta durması esasını da bu ajanlar teşkil ediyor, yani her yan ajan kaynıyor.
•
2000 yılında, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında hazırlanan “Hazret-i Kur’an’da Yahudilerin Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü” adıyla 624 sayfalık büyük boy bir eserimiz neşredilmiştir.
Ey küfre imrenen kâfirler ve câhiller! Bu kitabı bir okuyun da ibret alın! Yahudilerin hıristiyanların ve münafıkların sahtekârlıklarını güzel bir öğrenin, küfre imreneceğinize aslınıza dönün ey gâfiller!
Ulemâ-i kiram’dan Muhammed İbn-i Âbidîn -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Vehhâbîler’in hakkında “Reddül-Muhtar” adlı eserinde buyurur ki:
“Zamanımızda Abdülvehhâb’a tâbi olanlar Necid’den çıkarak Harameyn’e musallat olmuş, Hanbeli mezhebinin yanısıra, edindikleri bazı itikatlarla ancak kendilerinin müslüman olduklarını, muhaliflerinin müşrik olduklarını iddia etmiş, ehl-i sünnet ile savaşı ve ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mübah saymışlardır.” (Cilt: 4, sh: 262)
Bunu bir müslüman yapar mı? Aslâ yapmaz!
Mâlikî ulemâsından Es-Sâvî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri de Celâleyn Tefsiri’ne yaptığı Şerh’in ilgili bölümünde şöyle buyurur:
“İbn-i Abdülvehhâb ve mukallidleri: ‘Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Resulullah’ diyen Ehl-i sünnet’i kendi rey ve te’villeriyle tekfir ettiklerinden dolayı Hâricî zihniyetindedirler.”
Bunların içyüzlerini öğrenin, müslüman olmadıklarını bilin!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashab’ımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Kurtuluş ise tek bir fırkadadır. Onlar da Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine tâbi olanlardır.
Bu müjde; ona inanmış, onun yolunu seçmiş olanlara, onun izinden ayrılmayanlara âittir. Öyle ki ona kendinden fazla inanmış, onun yolunu beğenmiş, hüve hüve o yoldan gidiyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.” (Sebe: 20)
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur. İşte bu bir fırkanın mevcut olması sebebiyle bu dalâlet üzerine gidilebiliyor.
Görünüşte bunlar da müslüman. Fakat bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın yolunda değil. Yetmişüç fırkanın yetmişikisi cehennemlik olduğuna göre, Hadis-i şerif aynen tezahür etmiş oluyor ve bunlar da cehennemlikler arasındadır.
“Bunlar da müslüman!” demeyin. Hadis-i şerif’e bakın, cehennemlik olduğunu öğrenin.
Onlar zaten ümmet olmayı bile kabul etmiyorlar, Ümmet-i Muhammed fırkasından olmaya bile râzı değiller.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Daha önce hem kendileri sapmış, hem de birçoklarını saptırarak doğru yoldan ayrılmış bir topluluğun hevâ ve heveslerine uymayın.” (Mâide: 77)
İşte iman ile küfrün, hak ile bâtılın ayırım noktası budur.
Onun içindir ki bu hususta sizi uyarıyorum. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle gerçeği ispat ediyorum.
•
Bu kadar izah ve ispattan sonra Hakk’tan sapar onlara meylederseniz, ateşin size dokunacağını katiyetle bilin! Şayet imanınız varsa!
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz.” (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisâ: 140)
Onlardan hiçbir farkı kalmaz. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhâl oldukları gibi, cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellâllığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların, dinden diyanetten mahrum bırakanların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Fakat Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği aklı kullanmayıp, dinin ilâhî beyanlarını dinlemeyip, bu gibi saptırıcıların gösterdikleri çıkmaz yollara sapan kimseler de onlar gibi azaba müstehak olmuşlardır. Kendilerini mazur göstermeye asla salâhiyetleri olamaz.
•
Aslında Suûdî Arabistan’da halk da Vehhâbîler’den ve yönetimden memnun değildir. Halk sindirildiği için kimse ses çıkaramamaktadır. Halkın arasında çok sayıda ajan mevcuttur.
Bizim beyanlarımız aslâ Ehl-i sünnet vel-cemaat olan Araplar’a değildir. Onlara saygı ve sevgimiz sonsuzdur. Zira ben de Arab’ım, Resulullah Aleyhisselâm’ın aslındanım ve onun yolundayım.
Sözümüz Araplar’a değil; İslâm dininden çıkmış, dinini kurmuş Vehhâbîler’edir.
Nitekim 1995 yılında da Arabistan’daki katliâma haklı olarak müdahalemiz olmuştur. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hakikati ortaya koymuşuzdur. O zamanki beyanlarımızı da bu kitabımızın sonunda bir bölüm olarak önünüze seriyoruz.
•
Elhamdülillâh ilmim vehbidir, şimdiye kadar yirmibeş cilt büyük boy kitabımız neşredilmiştir. Otuzbeş kadar da kitapçık mevcuttur. Bu eserler onaltı bin sayfayı bulmuş ve Kur’an-ı kerim’in tamamı kitaplarımızda yer almıştır. Bütün mevzular hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle mühürlüdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (A’râf: 54)
Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, kitap O’nun kitabıdır.
Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O’na âittir. Dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. Mahlukun hiç hükmü yoktur. O yaratıyor, hükmü de O veriyor.
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur.
Eğer onlar “Allah-u Teâlâ’ya inandık, iman ettik!” diyorlarsa bu Âyet-i kerime’ye de inanmaları gerekir.
Ya inanacak iman edecekler, veyahut da alenen kâfir olduklarını ilân edecekler.
Biz ilân ediyoruz, onlar da ilân etsinler!