Bu ay içerisinde Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 703. yıldönümünü idrak edeceğiz. Günümüzde siyasi istikrarsızlık, ekonomik sıkıntılar, ahlâki çöküntüler ve sosyal çatışmalarıyla göze batan ülkemiz merkezli bir coğrafyayı, bugünün tam tersi bir barış ve huzur bölgesi olarak adaletle idare edebilen Osmanlı Devleti’nin önemini daha iyi kavrıyoruz. Osmanlı Devleti, stratejik önemi büyük topraklar üzerinde ve üç kıtada yayılmış, altı asırdan fazla varlığını devam ettirebilmiş tek devlettir. Bugün onun mirası üzerinde otuza yakın devlet yaşamaktadır.
Ondördüncü asrın başında kurulan Osmanlı Devleti dünya tarihinde eşi ve emsali görülmemiş bir yapıya sahipti. Asr-ı saâdet ve Hulefa-i raşidin devirlerinden sonra hak ve adalette çok dikkatli, İslâm ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riayetli idi.
Dünya tarih sahnesinde yüzyıllar boyunca hüküm sürüp, müstesna yeri olan Osmanlı Devleti; Avrupa, Asya ve Afrika’da İslâm dininin yayılması için büyük bir aşk ve şevkle mücadele ve mücahede etmiş, kuruluşundan yıkılışına kadar İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Zaten Osmanlı Devleti’nin bu kadar muazzam ve muhteşem oluşu, hizmet ettiği gayenin ilâhî oluşundan kaynaklanmaktadır. Allah-u Teâlâ, Osmanlılar’dan İslâm’ı âli kılma niyetlerini muhafaza ettikleri sürece maddi ve mânevî desteğini eksik etmemiştir.
Osmanlı Beyliği daha kuruluşundan itibaren adli, askeri, mali kısaca bir bütün olarak devlet teşkilatına büyük önem vermiştir. Devlet çarkının muntazam işlemesi Osmanlılar’ın muvaffakiyetinin sebeplerini hazırlamıştır. Fakat bu zahiri sebepler cihan devleti olan Osmanlılar’ın muhteşem yükselişinin ana sebebi değildir. Osmanlılar kendilerine rehber olarak yalnız Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’yi almışlardır. Kur’an ve Sünnet düsturlarını ve emirlerini yerine getirmeyi toplum ve devlet olarak niyet ve hedef edinen bu âli insanların başarısının gerçek sebebi işte budur.
Bu uğurda yaşadıklarından dolayı onlar için yaşam da, ölüm de birdi. Onlar İslâm’dan uzak ve şerefsizce yaşamaktansa ölümü tercih ediyorlardı. Madde, makam, mevki ve nam uğruna yaşamadıkları, Allah rızâsını amaç edindikleri için Allah-u Teâlâ’nın desteğini de devamlı beraberlerinde buluyorlardı.
Bunu Fatih Sultan Mehmed Hazretleri şöyle ifade buyurmuşlardır:
İmtisâl-i ‘Câhidû Fillâh’ olubdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretüdür gayretüm
Fazl-ı Hakk u Himmet-i Cünd-i Ricâlullâh ile
Ehl-i Küfrü ser te ser kahr eylemekdür niyyetüm
“Benim niyetim, dileğim, hedefim Allah’ın ‘Allah yolunda cihad edin’ emrine uymaktır.
Bütün çabam, sadece İslâm Dini içindir.
Allah’ın yardımı ve Evliyâ ordusunun himmeti ile
İnançsızları baştanbaşa kahretmeye azimli ve kararlıyım.”
Nitekim Sultan II. Bayezid, sefer-i hümâyunlara çıktığında elbiselerinin üstünde toplanan tozları atmamış ve öldüğünde bu tozlardan bir taş yapılarak mezarında başının altına konmasını vasiyet etmiştir. Onun bu isteği Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in şu Hadis-i şerif’inden kaynaklanmıştır:
“Allah yolunda ayağı tozlananları, Allah cehenneme haram kılmıştır.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 493)
Osmanlı padişahlarının her birinde iman vardı. Allah ve Resul’ünün sevgisi vardı. İslâmiyet’i yaşıyorlardı. Onlarda Allah aşkı mevcuttu. İçlerinde veli olan padişahlar bile vardı. Osmanlı cihan devleti, İslâm’a bağlı kaldığı ve İslâm’ı yaşadığı müddetçe hep muzaffer ve muvaffak oldu.
Bunun yanında Osmanlılar her zaman evliyâullah hazerâtının ve hakiki ilim adamlarının duâ ve himmetlerini almaya özen göstermişlerdir. Bunu Ertuğrul Gazi’nin, oğlu Osman Bey’e söylediği şu sözlerinden de görebiliriz:
“Bak Oğul!
Beni kır, Şeyh Edebâli’yi kırma. O bizim boyumuzun ışığıdır. Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, ona karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür incinirim. Ona karşı gelirsen, gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur. Sözümüz Edebâli için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say.”
Şeyh Edebali Hazretleri’nden başlayan bu silsile Akşemseddin Hazretleri ile doruğa çıkmış, Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri, Yahya Efendi Hazretleri ile devam etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın sevgili, veli kulları olan bu zâtlar hürmetine, birçok belâ Osmanlı İmparatorluğu üzerinden kaldırılmış ve pek çok zafer ihsan edilmiştir. Bunlar Osmanlı Devleti’nin bir nevi mânevî padişahlarıdır.
Müesseselerini cemiyetin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde kuran Osmanlılar, ilim, sanat, imar ve ictimai yardım faaliyetlerine önem vermişlerdir. Vakıflar, cami, medrese, kütüphane, han, hamam, kervansaray, çeşme, sebil, köprü, yol, sağlık, şifahane, aşhane yapmışlar, ırk ve din gözetmeksizin her muhtaca yardımda bulunmak sureti ile medeniyetin en üstün seviyesine çıkmışlardır.
Osmanlılar’ın İslâm dininden feyz alıp kemâlleşen şahsi ve devlet ahlâkı fethettikleri yerlerde yaşayan gayr-i müslim halkın şaşkınlık ve hayranlığını celbetmiştir. Kendi dindaşlarının yönetiminde bulamadıkları huzur ve sükunu Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında yakalamışlardır. İslâm’ın bahşettiği adalet, eşitlik, cesaret, hayırseverlik, merhamet, doğruluk ve dürüstlük prensipleriyle yüzyıllarca cihana İslâm nurunu yaymışlardır.
Burada aktaracaklarımız, elbette ki Osmanlı’yı anlatabilmek için eksik ve yetersiz kalacaktır. Ancak deryadan damla misali bir yer tutacak olan bu güzellikler demedini -ki bunlar bir zamanlar bu topraklar üzerinde gerçekten uygulanmış ve yaşanmıştır- ümid ediyoruz ki hemen her alanda yeniden uygulamaya aktarabiliriz.
Adalet güneşi Osmanlı Devleti’nde adalet mekanizmasının üzerine gölge düşmemesi için yargı görevinin yerine getirilmesinde çok titiz davranılmıştır. Bu yüzden mahkemeler halka açık yapılmıştır. Ayrıca kadılık, adalet mekanizmasını temsil ettiğinden ötürü yüksek tahsil yapmadan en küçük bir kazanın dahi kadısı olunamazdı.
Adaletin önünde herkes eşit sayılırdı. Buna padişahlar da dahildi.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, cami yapmak amacıyla arsası elinden alınan bir kişinin kadıya müracaat etmesi sonucu, kadı Fatih Sultan Mehmet’i suçlu bulmuş, adama arsası iade edilmiştir.
Yine Fatih Sultan Mehmet Han, bir hıristiyan mimarla, muhakeme esnasında gayri ihtiyari bir adım önde bulunmuştu. Bunu gören kadı Hızır Efendi;
“Beyim geç şuraya hasmının yanında dur.” diyerek kendilerini ikaz etmiştir.
Halkın yaşadığı yerin örf ve adetlerine duyulan saygıdan ötürü tek tip kanunlar olmayıp, örneğin Hakkari’de yaşayan birisi, İstanbul’daki şartlara göre yargılanmazdı.
Yalancı şahitlik eden şahıs bir eşeğin üzerine bindirilmekte, suçunu bağıran bir tellalın eşliğinde, bulunduğu şehrin caddelerinde dolaştırılıp teşhir edildikten sonra serbest bırakılmakta ve hayatının sonuna kadar şahitlik etme hakkını kaybetmekteydi. Ayrıca şehadeti devlet güvenliğini ilgilendiren bir mevzuda ise hapsedilmekte, padişahı ilgilendiren bir mevzuda ise idam edilmekteydi.
Mali alanda da adaleti temin etmeye çalışılmış, kişilerin gelirlerine göre vergi alınmıştır. Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınmıştır.
İlim erbâbına, devlet kademesinde görev alanlara, adalet mekanizmasında olanlara ödenen maaşlar yüksekti. Bu sayede örneğin Fatih zamanında Ali Kuşçu gibi vasıflı şahsiyetler Osmanlı bünyesine dahil oluyordu. Bugün ülkemizde bir profesörün yıllık kazancı, 10-12 bin dolar düzeyinde kalırken, örneğin ABD’de bir profesör 67 bin dolar, Güney Afrika’da 33 bin dolar civarında kazanıyor. Bazı ülkelerin öğretmen gelirleri bile, ülkemizdeki üst düzey bilim adamlarının maaşlarından kat kat fazla olduğundan, uzmanlar beyin göçünü engellemenin güçlüğüne dikkat çekmektedirler. Nitekim ABD, Osmanlı’nın yaptığı gibi beyin göçü ile dünyanın pek çok ülkesinden vasıflı insanı ülkesine çekmiştir. Bu insanlar ülkenin gelişmesinde büyük rol oynamışlardır.
Vakıflar, Osmanlı Devleti’nde önemli bir misyon üstlenmişlerdi. Bu sayede sosyal, kültürel ve dinî hayatla ilgili birçok hizmet yerine getirilmiştir. Kışın aç kalan kuşların beslenmesinden bekârların evlendirilmesine, Cami ve türbe duvarlarındaki ot ve yosunların temizlenmesinden yazın sıcaktan bunalanlar için gölgelikler yapılmasına, köy ihtiyarlarına elbise temin edilmesinden Hac yolunda parasız kalanlara para dağıtılmasına kadar ve daha birçok amaçla vakıflar kurulmuştur.
Her vatandaşın padişaha şikâyetlerini ve isteklerini içeren dilekçe vermek hakkı vardı. Vatandaş, padişahın yersiz buldukları iradesine de karşı çıkabilirlerdi. Meselâ, II. Mahmud Han, bir Ramazan gecesi sesini çok beğendiği bir imamın Beylerbeyi Camii’nde teravih namazı kıldırması istemiş, bu durum silahtar ağa tarafından caminin imamına iletilmiş, imam:“Ben buranın imamlığı görevinde bulunduğum sürece benden başka kimse namaz kıldıramaz.” demiştir.
Devlet kademelerinde yükselebilmenin en büyük şartı kabiliyet ve hüner idi. İşin ehli olanlar başa geçirilirdi.
Padişahlar, tanınmayacak şekilde kılık ve kıyafetini değiştirir, sade bir vatandaş gibi halkın içine girer, vatandaşın sıkıntısını, devlet memurlarının icraatlarını öğrenirlerdi. Ayrıca cuma namazlarından sonra, halkın dilek ve şikâyetleriyle şifâhî veya yazılı olarak bizzat ilgilenirlerdi.
Sefer esnasında padişahlar ordunun başında bulunurlardı. Onunla birlikte bütün Divan-ı Humayûn üyeleri de sefere katılmak zorundaydı.
Padişahlar, sanata ve sanatkâra büyük önem vermekte idiler. İçlerinde Fatih, Kanuni, IV. Murad gibi şiir yazanlar, III. Ahmed gibi hat ustaları, III. Selim gibi bestekârlar vardı.
Gerek müslüman, gerekse hıristiyan olsun elçilerin padişah huzuruna kabulü merasimle olurdu. Bu hususta teşrifata çok önem verilerek, devletin güçlü olduğu mesajı verilmeye çalışılırdı. Nitekim Topkapı Sarayı’nın bu kadar ihtişamlı yapılışının sebebi bu idi. Elçiler uzun bekleyişler sonrasında huzura kabul edilirlerdi. Osmanlı sultanları, elçi içeri girdiğinde haberi yokmuş gibi pencereden dışarı bakarlar ve baştan biraz ilgilenmezlerdi. Bu davranışlarıyla da, gelen misafire devletin şanlı ve büyük olduğu mesajını vermeye çalışırlardı. Bu noktada bir örnek olarak şunu gösterebiliriz:
Timur neslinden Şâh-ı Cihan’ın elçisi Zarif Bey’in Hindistan padişahından “kurşun ve kılıç kâr eylemez” diye hediye getirdiği gergedan derisi kaplı kalkanı Sultan IV. Murad, elçinin gözü önünde, önce mızrak ve sonra da ok atarak, iki yerinden delmiş, kalkan hatıra olarak müzelik eşya arasına konmuştur.
Toplumda adâb-ı muaşeret kurallarına riayet edilirdi. Her yerde kibarlık ön plandaydı. Kenar mahalle evlerinde dahi insanlar birbirlerine ‘sen’ diye hitapta bulunmazlar, hâl ve hareketleri kaba olanlara itibar gösterilmezdi. Komşuluk haklarına son derece dikkat edilir, komşu adeta ev halkından biri sayılırdı. Büyükler, çocuklarla karşılaştıklarında onları sevindirmek için ceplerinde şeker ve bozuk para bulundururlardı.
Ve daha özünü İslâmiyet’ten almış nice kurallar, nice örf ve adetler, nice davranışlar...
Devlet ve milletlerin de fertler gibi takdir edilmiş belli ömürleri vardır. Fertler doğduğu, büyüdüğü, ihtiyarladığı, sonunda da öldüğü gibi; devletler de kurulur, gelişir ve nihayet Allah-u Teâlâ’nın takdir ettiği gün gelince yıkılıp tarihe karışır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz hiçbir memleketi yok etmedik ki, onun mutlaka bilinen bir yazısı olmasın. Hiçbir millet ne süresini geçebilir, ne de ondan geri kalır.” (Hicr: 4-5)
Bütün küffar, Osmanlılar’ın akınını durdurmak için çalıştılarsa da durduramamışlardır. Fakat bu akınları yine kendileri durdurtmuşlardır. Çünkü onlar önceleri ilâhî lütufla yürüyorlardı. Fakat Kanunî zamanında kanunlar çıktı, kanunlara değer verilmeye başlandı. Ahkâma verilen değersizlik nisbetinde değersizliğe düştüler. Bu düşüş devam ede ede, Osmanlı’yı son duruma kadar getirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sebeplerinin başında, baştaki idarecilerin münafıkları teşhis edememeleri ve bu tip şahısların devletin en yüksek makamlarına kadar yükselmeleri ve darbeyi içten vurmaları olmuştur.
Kanuni’den sonra padişahlar yeteneksizleşmişler, saraya kapanmışlardır. İslâm’ın emri olan cihad adeta bırakılmış, devletin gelirleri bir hayli azalmıştır. Gelirler azalınca halk üzerine yeni vergiler uygulanmaya başlanmış, bu da yeni sosyal krizlere sebep olmuştur.
Askerler savaşlara çıkmamaya başlamış, iş ehline verilmeyerek saraya yakın çevrelere dağılmış, rüşvet, dalkavukluk, saray entrikaları had safhaya ulaşmış, yapılan taht kavgaları devletin içte ve dışta itibar ve zaman kaybetmesine sebep olmuş, tahta yeni geçen padişahların sık sık değişmesi ve her geçen padişahın askere cülüs dağıtması ekonomiyi tamamen bitirmiş, savaşa çıkmayan asker ocağı bozulmuş, yeniçeriler esnaf ve çiftçi olmaya başlamış, gelirler bir hayli azalmış, sarayda ve halkta süs, lüks ve israf had safhaya çıkmıştır.
XVII. yüzyılın en büyük Osmanlı âlimlerinden Kâtip Çelebi, o dönemin bozukluğunu şöyle ifade etmiştir:
“Kişinin ihtiyarlığına alâmet, saç ve sakal ağarmasıdır. Devletin kocadığına alâmet de, baştakilerin saltanata ve ziynete düşkünlüğüdür, ki inhitata delildir. Duraklama dönemiyle bu devre gelir. Ziynet, refah ve lükse rağbet fevkalâde artar. Eski hayat tarzı terk edilir. Herkes şan ve şerefini artırmak hevesindedir. Ünvanlar herkese verilmeye, herkes her makama geçmeye başlar.
Zevk ve rahat, keyif vazgeçilmez örf ve adet haline gelir, tabii görülür. Askerler savaş meşakkatine rağbet etmeyip sulh ve sükun isterler.
Türlü mihnetler icab eden memleket işlerine kimse el atmaz. Savaştan el çeken asker halk içinde gittikçe itibar kaybeder.”
Devleti bulunduğu durumdan kurtarmak için bazı ıslahatlar yapılmışsa da, beyinden başlanması gerekirken kuyruktan, yani Batı’nın teknolojisi ve ilmi yerine kültür normları ve değerleri alınmış, bu mantık hatası yüzünden Osmanlı’nın çöküşü hızlanmıştır.
XIV. yüzyıldan XX. yüzyılın başına kadar 600 küsür yıl yaşamış, aynı zamanda Asya, Avrupa ve Afrika’nın önemli bir kısmına yayılmış olan Osmanlı Devleti’nin en az 500 yıllık tarihinin ana kaynakları Osmanlı Devleti arşivlerinde bulunmaktadır.
Ancak Osmanlı arşivlerinin Amerikalı, Kanadalı, Japon, Alman, Hollandalı ve daha birçok yabancı araştırmacılarca didik didik araştırılıyor olmasının anlamı üzerinde de ciddi anlamda düşünmek gerekiyor.
M. Ali Birant, Osmanlı İmparatorluğu Askerlik Sanatı Örf ve Adetleri isimli çevirisinin önsözüne “Bizi bizden daha iyi tanıyan yabancılar” diyerek başlıyor ve şunu aktarıyor:
“Bir gün müessesemize bir şahıs geldi. Kitapları tetkik ediyor, çok güzel de Türkçe konuşuyor, ama fizyonomisine bakıyorum Türk değil, ama Türkçe’yi çok iyi konuşuyor. Merak ettim kendisine sordum siz nerelisiniz? Ben Amerikalıyım dedi. Ne iş yapıyorsunuz diye sorduğumda “Ben Osmanlı tarihi profesörüyüm.” diye yanıt verince ben güldüm. Neden güldünüz dedi. Kendisine yanıt olarak şunu söyledim. Biz Osmanlı’yı unuttuk siz profesörü oldunuz da onun için güldüm dedim. Dedi ki hiç Osmanlı unutulur mu? Bugün Amerika’nın sevk ve idaresi Osmanlı’dan alınmıştır. Yalnız araç ve gereçler değişmiştir diye yanıt verdi.”
Görüyoruz ki gayr-i müslim’ler İslâmiyet’te olan bazı hususları araştırmış ve kendi yaşantılarına aktarmışlar, bu sayede büyük mesafeler katetmişlerdir. Bu hususta muhterem Ömer ÖNGÜT Efendi şöyle buyuruyorlar:
“Aslında, müslümanlar İslâmiyet’in nezafetini, ulviyetini, adaletini, doğruluğunu dünyaya yaydılar. Bunu gören kâfir, bazı güzel hasletleri benimsedi ve kendine maletti. Fakat müslümanım diyenler onların kötü hasletlerini aldılar ve benimsediler. Onlarda iyi hasletler kaldı, bunlarda kötü hasletler kaldı. Müslümanlar böyle bozuldu ve bu duruma düştü.” (Sözler ve Notlar 6, sh: 529)
“Bütün ulviyet İslâm’dadır. Ulviyet sende olduğu müddetçe Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın desteğine mazhar olursun. Dünya saâdetine, ahiret selâmetine erersin.
Süfliyat ise küffardadır, kâfirlerdedir. Sen ulviyatı süfliyat ile tahvil edersen, kâfirin süfliyatını almış olursun. Kâfir de İslâm’ın ulviyatını almış olur. Sen onun yerini almış, o senin yerini almış olur.
Ne acı şey! Kâfire yakışan müslümanda var, müslümana yakışan kâfirde var.
“Müslüman” deyince, müslüman ismini taşıyanları kastediyorum. Hakiki müslüman bunu yapmaz, böyle şeylere tenezzül etmez. Onun içindir ki “Müslümanım diyenler” diye kayıt veriyorum.” (Sözler ve Notlar 6 sh: 533)
Küçük bir beylik iken kısa bir zamanda cihan devletine dönüşen Osmanlılar askeri, idari ve adalet mekanizmalarından ekonomiye, eğitimden gündelik hayata ve daha pek çok alanda büyük bir düzen ve disiplin tesis etmiş, bunu da her şeyi Kur’an-ı kerim ve sünnet-i seniye rayına oturtarak başarmışlardır. Bu noktanın üzerinde önemle durmamız lâzımdır. Müslümanlar, Allah ve Resul’üne bağlandıkları müddetçe ilerlemiş ve yükselmişlerdir. Bugünkü kötü durumun sebebi ise bunun aksinin yapılmasıdır.
Ancak Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in şu Hadis-i şerif’ini unutmamak lâzım:
“İslâmiyet daima âlî ve gâliptir, mağlup olmaz.” (Buhari)
Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm’ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Ve bu uyanış, Allah ve Resul’üne yönelmekle gerçekleşecektir.