Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - İsrail, Ortadoğu’da Huzur Bırakmadı! - Ömer Öngüt
İsrail, Ortadoğu’da Huzur Bırakmadı!
GÜNDEM
Misafir Yazar
1 Ocak 2002

 

İsrail, Ortadoğu’da Huzur Bırakmadı!

 

Gürcan Dinler


MÜTECAVİZ BİR DEVLETİN GAYRİMEŞRU DOĞUMU:

İsrail Devleti’nin nihai gayesi yahudilerin “Vaad edilmiş Topraklar” inancına konu olan Nil’den Fırat’a uzanan bütün ülkeleri ele geçirmektir.

“O günde Rab Abraham (İbrahim AS.) ile ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Muharref Tevrat, Tekvin, 15/18-21)

Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud (vaadolunmuş topraklar)” safsatasının sözde meşru ve yasal mesnedi olarak gösterilen Eski Ahid’in bu söylemine dayanarak yahudi general Moşe Dayan şöyle diyordu:“Bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak Tevrat’ta vaadedilen bütün topraklara sahip olmalıyız.” (Kaynak: Jerusalem Post, 10 Ağustos 1967)

İsrail’in, tirajı en yüksek gazetelerinden Yediot Aharonoth’un 14 Temmuz 1972 tarihli nüshasında Yoram Ben Porath imzalı bir makaleden çok kısa bir alıntı: “Araplar bertaraf edilmeden ve onların topraklarına el konulmadan siyonizmden de Yahudi devletinden de bahsedilemez.”

Irkçı ve sömürgeci siyasî bir doktrin olan siyonizmin kurucusu olarak kabul edilen Theodore Herzl Ağustos 1897’de Basel (İsviçre)’de yapılan Yahudi Kongresinde siyonizmi herkese kabul ettirdikten sonra rahat ve kendinden emin, zafer kazanmış bir kumandan edası ile “Yahudi devletini kurdum” diyebiliyordu. Filhakika ikinci dünya savaşının bitimini müteakip Herzl’in yöntem ve referanslarına bağlı kalınarak İsrail Devleti kurulur. 14 Mayıs 1948’de Ben Gurion Tel-Aviv’de “Filistin’deki Yahudi devleti’nin adı İsrail olacaktır.” diyerek kuruluşu ilân eder.

Gerek İsrail devleti’nin kuruluş öncesi ve esnasında gerekse “Büyük İsrail devleti hayali”nin gerçekleştirilmesi yolunda siyonizmin kan dökücü, saldırgan, sahtekâr ve makyavelist (amaç uğruna her yol ve yönteme başvurmayı mübah gören zihniyet) politikası icra edilirken, sözde eski ilâhi metinlerin yorumlanması yoluna gidilmektedir. Neticede siyonistler son bir asırdır yürüttüğü -ve ne yazık ki bir zaman daha yürütecek görünen- bu siyaseti uluslararası hukukun fevkinde görmekte ve bunu kendi zan ve vehmi doğrultusunda sözde birtakım efsanelerle takdis etmektedirler.

Yahudilerin siyasî hedefleri gibi yaptıkları katliamlar da tahrif edilmiş Tevrat’a dayanmaktadır: “Yeşu ve onunla birlikte bütün İsrail Lakiş’ten Eglon’a geçti. Yahove Lakis’i İsrail’in ellerine teslim etti. O’nu ele geçirdiler. içinde hiçbir canlı bırakmamacasına orasını kılıçtan geçirdiler...” (Muharref Tevrat, Yeşu, 10/34)

Bu söylemin fiilî pragmatik bir örneği 9 Nisan 1948’te Menahem Beghi tarafından kendisine bağlı İrgun askerleriyle birlikte Arap Deyr Yasin köyünün erkek, kadın ve çocuk 254 sakinini katletmek suretiyle tatbik edilmiştir. Mesaj, Arapları kovup bütün Filistin’i işgal etmeye yöneliktir.

 

TAHRİK, TERÖR, İŞGAL VE İLHAK:

14 Mayıs 1948’te İsrail devletinin kuruluşunu ilân eden Ben Gurion uluslararası her türlü normu hiçe sayan İsrail’in müstakbel stratejisinin sinyallerini şöyle veriyordu: “Statükoyu devam ettirmek sözkonusu değildir. Dinamik, genişlemeye yönelik bir devlet meydana getirmek zorundayız.”

Theodore Herzl’in yöntem ve referanslarına sıkı sıkıya bağlı Ben Gurion’un liderliğindeki İsrail, Filistin topraklarında Yahudi ekseriyeti oluşturmak için sistematik bir şekilde yürütülen birçok yönteme başvurdu. Filistinli Arapları kovdu ve topraklarına el koydu. Dünyanın dört bir yanına yayılmış yahudileri kimi zaman teşvik kimi zaman da baskı ile İsrail’e göçe zorlayarak yeni yerleşim birimleri açtı ve bu suretle bölgedeki yahudi nüfusu çoğalttı. Bunu yaparken kullandığı en mühim yöntem ise, terör, katliam ve işgaldi...

İsrail fütursuzca bütün dünyanın gözleri önünde bunu yaparken bunun kendisinin en doğal ve en meşru bir hakkı olduğunu iddia ediyordu. Golda Meir’in 15 Haziran 1969 tarihli Sunday Times’a demeci: “Bir Filistin halkı yoktur... Bizler gelip de onları kapı önüne koyduğumuz ve ülkelerini ellerinden aldığımız için değil. Onlar mevcut değildir.”

Fransız basınının en saygın günlük gazetelerinden biri olan Le Monde Yahudi diasporasının da baskı ve telkinleri ile Golda Meir’i tasdikler: “Bu ülke (İsrail) bizzat Allah tarafından yapılmış bir vaadin gerçekleşmesi olarak mevcuttur. O yüzden bu ülkenin yasallığı konusunda hesap sormaya kalkışmak gülünç olur. Madam Golda Meir tarafından ifade olunan temel inanç budur.” (Le Monde, 15 Ekim 1971)

Yukarıda zikrettiğimiz yöntemleri somut örnek olaylarla açmakta fayda var.

Moşe Dayan tarafından kurulan ve uzun süre insan kasabı Ariel Şaron -ki halihazırdaki İsrail Başbakanı- tarafından sevk ve idare edilen “101 Birliğinin” yaptığı katliamlardan kurtulmak isteyen Arapların kitlesel göçüyle boşalan topraklara muhacir Yahudiler yerleştirilerek buralar “Yahudileştiriliyordu.”

Bu politikanın temelleri çok önceden atılmıştı. 1901’de kurdukları “Milli Yahudi Fon”u sayesinde feodalist Arap toprak ağalarından satın alınan toprakların Yahudi olmayan birine temlik edilmesi, satılması hatta kiraya verilmesi yasaklandı. Zira Yahudi telâkkiyatına göre Yahudi Milli Fonu tarafından “kurtarılmış toprak” “Yahudileştirilmiş” bir topraktır.

“İsrail’den önce Filistin’in bir çöl olduğuna inandırmak için yüzlerce köy evleri, çitleri, mezarlıkları ve kabirleriyle birlikte buldozerlerle silinip süpürüldü.”

“İsrail devletinin Irkçılığı” adlı eserinin 152. sayfasından kısa bir alıntı yaptığımız Musevî Arkeolog Prof. İsrael Şahek yaptığı kazılar neticesinde 1948’de varolan 475 Arap köyünden buldozerlerle yıkılıp ortadan kaldırılmış 385 Arap köyünün listesini hazırlayıp sunmuştu. Bu bağlamda Kudüs İbranî Üniversitesi’ndeki Yahudi öğrencileri şu soruyu sorarlar: “Kudüs’teki Argon sokağı ve Tel-Aviv’deki Hilton Oteli’nin müslümanların yıkılmış mezarları üzerine inşa edildiklerini öğrendiğinizde niçin protesto etmediniz?” (İsrail Sosyalist Örgüt Öğrencileri, Matzpen, P.O.B 2234, Kudüs)

1967-1969 arası Batı Şeria’da yirmibinden fazla Arap evi İsrail tarafından bombalandı. Konuya ilişkin olarak Le Monde’un 18 Nisan 1993 tarihli nüshasından alıntı bir örnek daha: “Doğu Kudüs’te ve belediyeye bağlı Arap banliyölerindeki oniki kadar mahalleye yaklaşık 120 bin Yahudi yerleştirilmiştir. İbrani devletinin zaten yoğun nüfuslu toprakların yüzde otuzunu müsadere etmiş olduğu Gazze şeridinde 3 bin İsrailli 15 kadar yerleşim biriminde kalmaktadır. Golen tepelerinde ise otuz kadar mıntıkaya dağılmış 120 bin kişi bulunuyor.”

12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre sözleşmesine ve sair uluslararası hukuk normlarına aykırı olduğu halde işgal ettiği Filistin topraklarında koloniler kurması İsrail’in uluslararası kamuoyunu hiçe saydığının amiyane tabiriyle “hiçkimseyi takmadığının” somut delillerinden biridir. 49. Madde açıktır: “İşgalci devlet kendi sivil halkının bir kısmını işgal ettiği topraklara nakletme teşebbüsünde bulunamayacaktır.”

Bütün bunları yaparken İsrail’in kamuflaj olarak kullandığı bahaneler komiktir: “Güvenlik” ve “terörizm”. Halbuki 9 Aralık 1987’de başlayan intifadanın ilk beş yıllık döneminde asker, polis veya kolonilerde oturanların açtıkları ateş yüzünden 1116 Filistinli ölmüşken aynı dönemde yalnızca otuzüç İsrail askeri öldü.

Yahudi entegristlerin adeta bir idolü haline gelen Baruch Goldstein bütün Filistin halkını (topraklarını gasbetmek için) kesip biçen, katleden yahudi geleneğinin “abidevi” bir siması idi. İzak Rabin de işgal altındaki topraklarda başkomutan iken intifadanın taş atan gençlerinin “kemiklerini kırın” emrini vermemiş miydi?

İsrail’in sistematik bir politika halinde yürüttüğü “etnik temizlik” yahudi kanının diğer insanların “pis kanı” ile karışmasını önlemeyi amaç edinmiş “etnik saflık” ilkesinden doğmaktadır:

“Dünya insanları İsrail ve diğer milletler olarak ikiye ayrılabilir. İsrail seçkin millettir. Bu temel dogmadır.” (Haham Cohen, Talmud, Ed. Payot, Paris, 1986, sh: 104)

“Kızını onların oğluna vermeyeceksin ve onların kızını oğluna almayacaksın.” (Tisneye, 7/3)

10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler, siyonizmin bir ırkçılık ve ırk ayrımcılığı şekli olduğunu bütün üye devletleri, hazır bulunduğu oturumda kabul etti. Ancak A.B.D.’nin ağır baskısı sonucu 16 Aralık 1991’de bu karar kaldırıldı.

 

YAHUDİ LOBİSİNİN ABD ve AVRUPADAKİ ETKİSİ:

“Capitole” kelimesi ile özetlenen Amerikan Temsilciler Meclisi ve Kongresi’nde resmi olarak kabul edilen en güçlü lobi, A.I.P.A.C (American-Israel Public Affairs Commitee) yani kısaca Yahudi lobisidir. İsrail Birleşmiş Milletler’e bu lobinin utanmazca baskıları sonucu alınmıştır. “Üzgünüm beyler! Ancak siyonizmin zaferini bekleyen yüzbinlerce yahudiyi tatmin etmek zorundayım. Benim seçmenlerim arasında binlerce Arap yok.” Başkan Truman 1946’da bunları söylerken, 1961 baharında New York’da Ben Gurion ile ilk görüşmesinde Başkan John F. Kennedy de şöyle diyordu:“Amerikan yahudilerinin oyları ile seçildiğimi biliyorum. Yahudi halkı için ne yapabileceğimi bana söyleyin.” Jimmy Carter 1976’da yahudi oylarının yüzde 68’ini almıştı.Ancak daha sonra Mısır’a F-15 ve Suudi Arabistan’a “Awacs” uçakları sattığı için 1980’de ancak yüzde 45’ini alabildi ve neticede başkanlığı Reagan’a kaptırdı. Ancak Reagan bile Menahem Beghin’in 14 Aralık 1981’de BM’nin 242 sayılı kararının açıkça bir ihlali olan Golan’ı ilhakını protesto etmekten kendini alamaz. Bunun üzerine Beghin “Biz bir muz cumhuriyeti miyiz? Yoksa size bağlı bir devlet mi?” deme cüretini gösterir. Ertesi yıl İsrail Lübnan’ı işgal eder.

ABD’deki yahudi nüfusu yalnız altı milyon civarında olduğu halde böylesine az bir nüfus nasıl oluyor da ABD’deki başkanlık seçimlerinde belirleyici bir rol oynayabiliyor?

Birincisi ABD’deki seçimlerde oy kullanma oranı umumiyetle düşük seviyelerde kalıyor. İkincisi seçimlere katılan iki partinin program, proje ve vaadleri arasında çok bariz farkların olmayışı, bu durumda seçim galibinin az bir oy farkı ile belli oluşu... Bu durumda altı küsur milyonluk yahudi nüfusu oy kullanma oranı düşük bu ülkede her iki parti için hedef oy potansiyeli haline dönüşüyor. Diğer bir etken ise yahudi medyanın başkan adaylarını etkileyici, ikna edici daha doğrusu göz boyayıcı bir şekilde prezante edebilmesi.

ABD’de dönemin Senato Dışişleri Komisyon Başkanı Senatör Fullbright 7 Ekim 1973’te CBS televizyonunun “Milletin karşısında” isimli programında şunları söyleyebilme cesaretini gösterir:“İsrailliler Kongre ve Senato’nun politikasını kontrol ediyorlar. Senato’daki meslektaşlarımızın yüzde 70’i kararlarını hürriyet ve hukuk ilkeleri olarak tasavvur ettikleri kendi görüşlerine dayanmaktan ziyade “bir lobinin” baskısı altında veriyorlar.” Ertesi seçimde Fullbright koltuğundan oldu. Amerikan Kongresi’nde yirmiiki yıl milletvekilliği yapmış olan Paul Findley “They dare to spak out (onlar konuşmaya cesaret ettiler)” kitabında ABD’deki yahudi lobisinin İsrail Hükümetinin şubesi olarak niteler ve ilave eder:“Kongre ve Senato’yu, Devlet Başkanlığı’nı, Dışişleri Bakanlığını, Pentagon’u tıptı medyayı kontrol ettiği gibi kontrolu altında bulundurmakta ve üniversitelerde olduğu kadar kiliselerde de nüfuzunu yürütmektedir.”

Yahudi lobisi etki ve gücünü Avrupa’da da hissettiriyor.

Fransa eski cumhurbaşkanlarından Charles DeGaulle ilk kez “Fransa’da nüfuzunu özellikle basın yayın çevresinden gösteren, İsrail yanlısı güçlü bir lobi mevcuttur.” deme cesaretini gösterdi. Yine Fransa’da eski cumhurbaşkanlığına aday olan bir kimse -hangi partiye müntesip olursa olsun- Yahudi güdümlü Fransız medyasını arkasına alabilmek için İsrail’e ziyarette bulunması artık ritüelleşmiş vakıalardandır. Siyonizmin ABD’de olduğu gibi Fransa’da da medyanın neredeyse tamamına hakim olduğu söylenebilir.

Almanya’da ise, önde gelen gazetelerden ikisi “Berliner Tageblatt” ile “Vosiche Zeitung” sahipleri yahudi olan gazetelerdir. Hâkeza sosyal demokratların başgazetesi olan “Vorwatz”ın genel müdürü de bir yahudi idi. Almanların basınlarını “Judenpress” (yahudi basın) sıfatı ile nitelemeleri bu gerçeği dile getiriyor olsa gerek.

 

İSRAİL’İN FİNANSAL KAYNAKLARI:

İsrail’in finans kaynakların en önemlileri; “Büyük İsrail Devleti” hedefini gerçekleştirme yolundaki çabalarını dünyanın dört bir yanına yayılmış yahudi diasporasının ödeme ve hibeleri, ABD’nin kayıtsız-koşulsuz bağış ve yardımları ile Almanya ve Avusturya’nın (İkinci dünya savaşı sonrasında insanlık tarihinin görmüş olduğu “en adil”(!) mahkemesi olan Nürnberg Mahkemesi sonucu) ödemekle yükümlü kılındıkları devasa “tazminat”lar vardır.

Nitekim dünya Siyonist Taşkilatının 23. Kongresinde Ben Gurion şu konuşmayı yapar:“Bütün siyonist örgütlerinin ortak görevi, Yahudi Devletine her halükârda kayıtsız-şartsız yardım etmektir.” (Jarusalem Post, 17 Ağustos 1952) Amerikan Yahudi örgütlerinin her yıl İsrail’e gönderdikleri yardım ortalama bir milyar dolar civarındadır. Ancak gerçek yardım ABD’nin yıllık üç milyar dolardan fazla karşılıksız yaptığı hibelerdir.

1948-1954 arasında ikiyüzmilyon nüfuslu Batı Avrupa’ya tahsis edilen meşhur Marshall yardımı onüç milyar dolar civarında iken henüz ikimilyon nüfusu bulmayan İsrail’e bunun yarısı kadar yardımda bulunuldu. Yani İsrail Marshall pastasından kişi başına Avrupalılardan yüz kat daha fazla pay aldı.

Öte yandan ikimilyon İsrailli iki milyarlık üçüncü dünya ülkelerinden kişi başına yüz kat daha fazla yardım almıştı. 1948-1967 yılları arasında bir Arap’a 36 dolar veren ABD aynı dönemde her İsrailli’ye 435 dolar ödenek ayırıyordu. 1956 yılında Mısır’a saldırdığında İsrail’e ABD’den devasa miktarda silah akışı olmuştu.

İsrail’in bir diğer mühim mali kaynağı da yabancı ülkelerde dolar ile sattığı ancak geri ödemeleri ve faizleri İsrail Şekel’i ile yaptığı devlet bonoları ki İsrail buradan beş milyar dolar gelir elde etmişti. (Kaynak:State of İsrael Bonds, Jarusalem, Jewish Yearbook, 1980, sh: 153)

Fransız ekonomist Jacques Bendélac tarafından hazırlanan ve Paris II. Üniversitesine sunulan “İsrail’in dış fonları” isimli doktora tezinde -ki neşredilmeyi başarabildi- İsrail’in çeşitli finansman kaynakları hakkında kati ve sağlam bilgi ve net rakamlar edinebilmek mümkün olduğu gibi “İktidarlar ile Yahudi finans dünyası” arasındaki gizli anlaşmalara da müttali olmak olası.

“Gelişmekte olan ülkeler”in tercihli tarifesinden yararlandırılan İsrail bu sayede her türlü vergiden muaf tutularak ihracatının yüzde 96’sını ABD’ye yapabilmektedir.

Kudüs İbrani Üniversitesi Profesörü Yeşayahu Leiboevitz meseleyi ne de güzel tahlil etmiş:“Yahudi yumruğunun gücü, üzerini kaplayan Amerikan çelik eldiveninden ve bu eldivenin içinde astar vazifesi gören dolardan gelir.” (İsrael et Judaisme sh: 253)

 

İSRAİL’İN KISA VE UZUN VADEDEKİ PLAN VE PROGRAMI:

“Büyük İsrail Devleti” hedefi yolundaki stratejik planlarını Dünya Siyonist Örgütü’nün Kudüs’te neşretmekte olduğu “Kivunim (Yönelişler)” dergisindeki bir makalede yer alan ifşaatlardan açıkça öğrenebiliriz:“Merkezde yer alan gövde olması bakımından Mısır, özellikle Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki giderek sertleşen çatışmalar gözönüne alınırsa, şimdilik bir kadavradır. Bu ülkenin ayrı coğrafi eyaletlere bölünmesi, bizim Batı cephesi üzerinde, 1990’lı yıllar için siyasi hedefimiz olmalıdır.

Böylece Mısır bir kere parçalandıktan ve merkezi iktidardan yoksun bırakıldıktan sonra, Libya, Sudan ve diğer uzak ülkeler aynı çözülmenin içine gireceklerdir. Yukarı Mısır’da bir Kıpti devletinin kurulması ve daha az öneme sahip bölgesel kimliklerin oluşturulması, barış anlaşması yüzünden şimdilik geciktirilmiş, fakat uzun vadede kaçınılmaz olan bir gelişmenin anahtarıdır.

Dış görünüşe rağmen, Batı cephesi Doğu cephesinden daha az problem çıkarıyor. Lübnan’ın beş eyalete bölünmesi... Arap dünyasında bütününde meydana geleceklerin müjdesini veriyor. Suriye ve Irak’ın etnik veya dini kıstaslar bazında belli bölgelere ayrılması, uzun vadede, İsrail için öncelikli gaye olmalıdır. Bunun birinci safhası ise, söz konusu devletlerin askeri güçlerinin imha edilmesidir. Suriye’nin etnik yapısı, kendisini parçalanmaya hazır hale getiriyor. Suriye’nin deniz sahili boyunca bir Şii devleti, Halep’te ve Şam’da birer Sünni devleti kurulabilir. Her halükârda Huran’la birlikte Ürdün’ün kuzeyinde kendi devletini kurmayı ümid eden bir Dürzî kimliği de ortaya çıkabilecektir... Böyle bir devlete, uzun vadede, bölge için bir barış ve emniyet garantisi olacaktır. Bu bizim rahatça gerçekleştirebileceğimiz bir hedeftir.

Petrolca zengin ve iç mücadelelerin pençesindeki Irak, İsrail’in nişan çizgisindedir. Onun dağılması bizim için Suriye’ninkinden daha önemlidir, zira Irak, yakın vadede İsrail için en ciddi tehlikeyi temsil etmektedir.”(Kaynak:Kivunim, Kudüs, Şubat 1982, sh: 49-52)

Herhangi bir yoruma gerek bırakmayacak açıklıkta ve netlikte, İsrail tarafından safha safha sinsi yöntemlerle tatbik edilen bir strateji... Kivunim planı bağlamında, Körfez savaşında Irak’ı ABD’ye vurduran iki güçlü baskı grubundan biri “İş çevreleri lobisi” iken diğeri ve daha mühimi “yahudi lobisi” idi. Zira çatışma riskli daha doğrusu İsrail’in direkt olarak Irak’a saldırması için uygun bir zemin hazırlayamadığından İsrail, bunu ABD’ye yaptırmayı başarabiliyordu. Yine “Kivunim Planı” doğrultusunda İsrail, 1980’li yılların başında İran ile Irak’ı birbirine düşürmeyi başarabilmiş ancak “Irak’ın parçalanması ve bölünmesi” nihai hedefine ulaşamamıştı. Bu kez oldukça kararlı görünen İsrail, 11 Eylül 2001’deki o malum saldırı olayları akabinde başlayan süreçte Irak’ı bir kez daha ABD’ye vurduracak gibi görünüyor. Zira henüz Afganistan harekâtının yeni başladığı günlerde bile yahudi lobisinin Irak’ın da bombalanması yönünde ABD’ye yoğun baskı yaptığını görüyorduk. Ki bu baskılar halen de sürüyor. Bush, bu baskılara daha fazla dayanamayacaktır. Son aylarda Hamas’ın “intihar saldırılarına” ve “suikastlarına” misilleme bahanesi ile Filistin topraklarındaki stratejik ve lojistik hedeflere nokta saldırılarında bulunan ve yine terör havası estiren İsrail “intifada”nın mimarı ve her zaman barış yanlısı olmuş Yaser Arafat ile El-Fetih’i bitirmek ve Ortadoğu sahnesinden silmek için yine o klasik ve sinsi yöntemlerinden birini sahneliyor. Bu bağlamda bir taraftan Hamas ile Arafat’ı birbirine düşürerek Filistin halkının Arafat’a olan itimad ve desteğini ortadan kaldırmayı, Filistin’i başsız bırakmayı, diğer yandan da dünya kamuoyu önünde Arafat’ı Hamas’a destek veren ve himaye eden “terör” yanlısı, meşruiyetini yitirmiş bir kişi durumuna düşürerek yapmakta olduğu ve de yapmaya devam edeceği terörist eylemleri, işgal ve ilhakleri “meşru ve yasal” gösterme amacı güdüyor. Hatırlatma yapmakta fayda var ki, Filistin meselesinin dünya kamuoyunda insaflı bir şekilde biraz anlayış kazandığı hatta sempati topladığı dolayısıyle “barış” umutlarının yeşerdiği her devre ve dönemde İsrail’in provokatif terörist eylemlere sistemli bir şekilde başvurduğunu daha önceleri defalarca görmüştük. 1956’da Mısır’a saldırması, 1982’de Lübnan’ın işgali ve akabinde Beyrut’u kan gölüne çevirmesi... vs. Hep aynı yöntem, aynı senaryo.

Bütün bunlar İsrail’in “iyiniyetli” ve “barışsever” olmadığını açıkça gösterdiği gibi, yazımızın başından beri sağlam ve muteber kaynaklardan yaptığımız alıntılar, somut tarihi örnek olaylar ile sair argümanlardan da anlaşılacağı üzere İsrail var olduğu sürece Ortadoğu’ya asla “barış ve huzur” gelemeyecek ne yazık ki. “Haberciler”in tebşir ettiği “Mukadder muayyen miad”a değin...


  Önceki Sonraki