Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Allah-u Teâlâ’nın varlığı karşısında ifnâ olmuş gerçek bir mürşid-i kâmil idiler.
Bir beyanları şöyledir:
“Varlığımdan utanırım, Var ile övünürüm.”
Allah-u Teâlâ’nın varlığı karşısında hiçlik mertebesinde oldukları için daima kendi acizliklerini, her şeyin O’nun kudreti ile kaim olduğunu dile getirmişler ve bu mahviyet halini talebelerine telkin ve talim eylemişlerdir. Bu meyanda yaptıkları bir benzetme eserlerinde şöyle beyan edilmiştir:
“Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, mürşid-i kâmil ise bir paçavradan ibarettir. Amma bunlar Hakk’ın paçavrasıdır.”
Kadir Mısıroğlu ise bu sözlerini diline doluyor ve “Mürşidi kâmillere paçavra sıfatı takıyor.” diyor.
“İlmin var ise söz söyle seni âlim sansınlar, ilmin yoksa sükût eyle seni insan sansınlar.”
Kadir Mısıroğlu gibiler bu ilmi bilmez, anlayamaz. Nefis putu “Ben” diye ortaya çıktığı için, istese de anlayamaz. Çünkü içinde “Ben putu” olan kimse bu hiçliğe inmek istemez.
Bu ilmi anlamak için; tarikat ilmini tahsil etmek, hakikat ve marifetullah’a vasıl olmak lâzımdır. Nefis derecelerini geçmek lâzımdır. Yani bu ilimler nefsi tezkiye, ruhu talim ve terbiye ile olur.
Oysa bu adamda öyle bir kibir, öyle bir nefis var ki bu mahviyet tahsilini anlayamıyor. Böylece ne kadar “Câhil” olduğu ortaya çıkıyor.
Bu gibi adamların cahilliği şuradan gelir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimi idrâkten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf: 146)
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)
Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler.” (Furkan: 43-44)
Kadir Mısıroğlu’nun anlayamadığı bu mevzu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır” isimli eserinde şöyle izah edilmektedir:
“Her mürşid efdaldir, fakat Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in vekili hepsinden efdaldir. Niçin? “Kalbül-mümin arşur-rahman” olduğu için, emânât-ı ilâhi’ye mazhar olduğu için, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin vekili olduğu için...
İşte bunlar kendilerinin bir maskeden ibaret olduğunu bilirler. Bir düşün, eğer bu şifreyi çözebilirsen:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nûr: 35)
Âyet-i kerime’sinin de sırrına mazhar olmuş olursun.
Bu sırrı kavramaya imkân yok. Kavramak için oraya çıkmak lâzımdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buhârî)
Yine de öyledir.
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, mürşid-i kâmil bir paçavradır. Allah-u Teâlâ bir kimsenin gönlünü silmeyi murad ederse, o paçavrayı kullanır, onunla kişinin gönlünü siler. Asıl budur, bu işin hakikati budur. Ben bunu gözümle görüyorum.
Yani Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, mürşid-i kâmil ise bir paçavradan ibarettir. Amma bunlar Hakk’ın paçavrasıdır.
Hakk’ın destek verdiği kullar Fenâfillah’a vardırılmış olan mürşid-i kâmillerdir.
Buradaki mahviyeti size anlatabilmek için Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz’in bir beyitini arzedeceğim:
“Ne ilm-ü mârifet verdin, ne de câh-ı menkabet yâ Rabb! / Bihamdillah ki bir zerre medâr-ı iftiharım yok. / Benî nev-i beşer resminde ancak bir heyulâ var.”
Paçavra olan gerçek mürşid-i kâmiller işte bunlardır. İşte râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir.
“Âlem Hazret-i Allah’ı bilir, âlim nefsini bilir, yazar da cebini bilir.” Bütün bunlar bu sırların içindedir.
Burada tarif edilen mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Bu mevzuların hepsi O’nu tarif ediyor. Hepsi O’nu demek istiyor. Gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Fakirliğimle övünürüm.” (Keşfül-Hafâ)
Fakat buradaki fakirlik, sizin anladığınız mânâda; parası olmayan, elbisesi olmayan fakir demek değildir. “Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim sahibimindir. Hiç bir şeye de sahip değilim. Fakirliğimle de iftihar ederim.” demektir.
Biz Allah-u Teâlâ’nın nimetlerini benimsediğimiz için bu ihsân-ı ilâhiyi bilmiyoruz. Farz-ı muhal ki, ruhu çektiği zaman neyin kalır? Hiç. Mühim olan aldığı zaman bunları bilmek değil, almadan bilmek, vereni tanımak. İşte en üstünü budur. “Fakirliğimle övünürüm.”
Bu mahviyet hususunda bir şey daha arzedeceğiz.
Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi vardı; Allah rahmet eylesin, komşumuzdu, mütevazi, halim selim bir hocaefendi idi. Bir gün evden çıkarken karşılaştık. “Ben de sizi bekliyordum.” dedi. “Buyurun hocaefendi!”. “Kitap okurken gözüme bir Hadis-i şerif ilişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ‘Cebrâil Aleyhisselâm’ı gördüm. Kâbe-i Muazzama’nın örtüsüne yapışmış paçavra şeklinde idi.’ buyuruyorlar. Dimağım durdu, bir türlü içinden çıkamadım. Bunun mânâsını bilse bilse siz bilirsiniz diye düşündüm.”
O anda böyle muhterem bir zâtın, itimad edip bu hususu sormasından, Allah-u Teâlâ şu bilgiyi ihsan buyurdu:
“Hocaefendi bu çok kolay dedik. Cebrâil Aleyhisselâm o anda münâcatta idi. Azâmet-i ilâhî karşısında o derece ifnâ olmuştu ki, kendisini bir paçavra haline koymuştu ve o şekilde niyaz ediyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi.”
Hocaefendi bu cevaba pek memnun kaldı. “Allah razı olsun!” dedi ve gitti. Halbuki Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm’a öyle bir azamet vermişti ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine peygamberlik verildiği sırada ufku kaplayan altıyüz kanadını açmış olduğu halde aslî suretinde gördü. Bu ilk görüşünde çok korktu ve titreye titreye hane-i saâdetine geldi.
Allah-u Teâlâ ona bu azameti lütfettiği halde, o ise Azamet-i ilâhî karşısında kendisini bir paçavra yerine koyarak münâcatını öylece yapıyordu.
Hal böyleyken secde yapmayı kibirlerine yediremeyenlerin durumu ne olacak?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onlar hakkında:
“Direk olmuş keresteler.” buyuruyor. (Münâfikun: 4)
Biçilmemiş kereste...
Daha doğrusu onlar cehennem kütükleridir.” (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır, s. 296-299)
Bu mevzuyu çarpıtan Kadir Mısıroğlu’nun durumu ne olacak?
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikun: 4)
Bu adamın konuşmalarını dinleyenler gerçekten haktan bahsettiğini zannediyorlar. Kalıp var ancak içi kibir ve küfür dolu.