Allah-u Teâlâ bir insandan idrak ve kavrayışı kaldırdığı zaman ne zâhirî mânâyı, ne de asıl mânâyı anlayamaz. Ancak Allah-u Teâlâ’nın kavrayış verdiği kimseler öz mânâyı anlarlar. Bu ise zâhirin altındaki iç mânâdır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar.” buyuruyor. (Nisâ: 78)
Halbuki Kur’an-ı kerim nazil olduğu zamandaki Arap topluluğu Kur’an-ı kerim’in dış mânâsını anlıyorlardı, fakat o hitap ile kastedilen asıl mânâyı anlayamıyorlardı. İşte Allah-u Teâlâ onları bu iç mânâyı anlamamakla zemmediyor.
Neden? Bunlar faydalı olan marifetullah ilminden mahrum olduğu için... Onlar da bunlar da, bu ilimden mahrum oldukları için gerçeği bilmiyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İlimde derinleşenler ise ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafından!’ derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i imran: 7)
İşte Allah-u Teâlâ ancak ilimde derinleşen, aklı “Ulül-elbab”a varan, ehlinin hakikatı kavrayacağını beyan buyuruyor.
Bu Âyet-i kerime’de çok derunî mânâlar var. Onun içindir ki, izahı bu an için mümkün değil.
Ancak şu kadarını arzedelim: Allah-u Teâlâ kalbinin kilidini açmış, “Yakınlık” ve “Sıddîkıyet”e nail etmiş, dilediğini bildirmiş, hakikatı duyurmuş ve göstermiş. Gösterdikleri ancak gösterdiği kadarını bilir ve söyler. Bunlara “Allah ehli” denir. Allah-u Teâlâ’nın bu hakikatları bildirmediği kimseler yalan yanlış konuşur dururlar.
•
Vahdet-i vücud mevzusu dıştan bakanların bilebileceği mevzu değildir, bu ancak içten görenlerin bilebileceği ve görebileceği bir hakikattır.
Ki bu da ancak:
“Ben değilim ben,
Bir benliğim var benden içeri.” diyebilenlerin işidir, başkasına şamil değildir.
Fakir der ki:
“Allah’ım! Sensiz kuvvet olmaz, sensiz vücud olmaz, sensiz mevcud olmaz, lâ mevcude illâllah.
Sen Sübhan’sın, sen Sultan’sın, sen Hâlik’sın, sen Râzık’sın, sen çok Gani’sin Allah’ım!”
Bu söylediklerimizi, bu Vahdet-i vücud’dan bahsedenler anlıyorlar mı? Tabii ki anlamıyorlar. Zira bu, ancak Allah-u Teâlâ’nın fazilet kapısından içeriye aldıklarının bilebileceği bir hususiyettir. Zira kalbin kilidi de içeriden açılır.
Dıştan bakanlar perdeyi görür, orada kalır.
Onlar:
“O zâhirdir.” (Hadid: 3)
Âyet-i kerime’sini bilip okuyamaz.
Bu ancak “Ulül-elbâb”ın işidir. Bir insan mânevî terakkilerle “Akl-ı meaş”tan “Akl-ı mead”a, “Akl-ı mead”dan “Akl-ı nurânî”ye, “Akl-ı nurânî”den “Akl-ı kül”e çıktığı zaman:
“Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacak, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin vechi baki kalacak” (Rahman: 26-27)
Âyet-i kerime’si tecelli eder.
Sahte Vahdet-i vücud’çu! Hadi bu Âyet-i kerime’nin gerçek tecelliyâtını izah et!
Bu tecelliyâta mazhar olan kimsenin aklı da kendisi de kül haline gelir, varlığa ait hiç bir şeyi kalmaz. Allah-u Teâlâ’nın bir kimseyi “Ulül-elbab”a çıkarması, O’nun bildirmesi ve göstermesi ile kaimdir. Bu, ilimle ibadetle olacak bir şey değildir. Burada artık mahlukun hükmü yoktur. Var olan Hazret-i Allah husule gelir. Vücud O, mevcud O... Bu mevzu “Bütün mevcudâtın O’nun vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu” bilenin ve görenin bilebileceği bir esrar-ı ilâhîdir, başkası bunu bilemez.
Diğerleri ismini duymuştur, olduğunu sanmıştır.