Hakiki mutasavvıflar ve Hakiki vahdet-i vücudçular Allah-u Teâlâ’nın has ve hususi kullarıdırlar. Kendisi için yarattığı, sevdiği, seçtiği kullardır.
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar. (Kamer: 55)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre huzuru ilâhiye kabul edilenlerdir.
O zaman o kulu ile arasında hiç bir perde kalmıyor. Cezbe ile o kulunu huzuruna çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lutfu ile dolduruyor. Nuru kalbe akıtması ile bu kullarının sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan marifetullah ilmi husule geliyor.
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. (Nur: 35)
Âyet-i kerime’si mucibince o kul Allah-u Teâlâ’nın nuruna ve lütfuna kavuşmuştur. İşte bunlar o kimselerdir ki, gerçekten Hazret-i Allah’ın sevgilileridirler. Onlara nazar etmiştir, sıddıkiyet makamına kadar çıkarmıştır.
Zira bunlar halkı karanlıklardan çıkarırlar, Nur’a götürürler. Her iş ve icratları Hakk’ın emriyledir. Bunun için de rehber-i sâdıktırlar.
Hülâsa; Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, emanetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa, işte onlar Peygamber vârisidirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir. buyurmuşlardır. (Buharî)
Nübüvvetin üstünde hiç bir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük bir şeref tasavvur edilemez.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu Hadis-i şerif hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Ulema vâris-i nebidir.” denilmek câiz olduğu gibi, “Kim vâris-i nebi ise ancak âlim odur.” diye mânâ vermek de câizdir.
Bu itibarla Hadis-i şerif’e ikinci mânâyı vermek uygun olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı bilmeyen ve tanımayan, Cenâb-ı Hakk’tan korkmayıp mâsiyet işleyen kimseye âlim denilmesi câiz olmaz.
Âlim billâh olan, halkı hiç bir ücret ve menfaat mukabili olmayarak liveçhillâh Hakk’a, şeriat-ı mutahhara’nın emirlerine dâvet eder. Bunlar için büyük bir müjde vardır:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız. buyurulmaktadır. (Âl-i imran: 110)
Hiç bir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yâni hiç bir peygamberin ümmetin “Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker vazifesi verilmemiş, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed’e tevdî ve ihsan buyurulmuştur.
Bu vazifeyi ifâya memur olan ümmetin hayırlısından murad; ulemâ-i zâhir değildir. Zirâ ulemâ-i rüsûm denilen zâhir ulemâsına peygamber vârisi denilemez. Çünkü “İrs” tâbiri bir pederden evlâda bilâ-kesb intikal eden şeye denir. Ulemâ-i zâhirin ilmi ise irsî değil, kesbîdir. Medreselerde tahsil edilir, vehbî değildir. Vehbî olmayan ve kesbî bir ilme irs tâbiri sahih olamaz. Ulemâ-i zâhire, vâris-i enbiyâdır demek asla doğru olamaz.
Âyet-i kerime’de:
“Kulları içinde Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir. buyuruluyor. (Fâtır: 28)
Zira Allah-u Teâlâ’yı en çok bilen en çok korkar.
Amma sun’i mutasavvıflara gelince, onlar gerçekten şeytanın kucağındadırlar.