Prof. Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mucizelerini, evliyaullah Hazeratının kerametlerini “telekinezi” (Düşünce gücü ile cisimlere hükmetmek.) kavramı ile açıklamış, “Kur’an daki İslâm” isimli kitabında ise birçok konuda İslâm’ın emir ve hükümlerine aykırı beyanlarda bulunmuştur.
Mucize; Peygamber Aleyhimüsselâm Hazeratının ellerinde husule gelen harikulade hallerdir. Hakikatte Hazret-i Allah’ın ezeli ve ebedi kudretinin o andaki tazehüründen ibarettir.
Mucize onlardan başka hiç kimsede zuhur etmez. Hazret-i Allah peygamber olarak vazifelendirdiği seçilmiş kullarının nübüvvetlerini halka ispat için onları mucizelerle desteklemiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti. Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.” (Saffat: 171-172)
Allah-u Teâlâ peygamberlerine yardım edeceğini beyan buyuruyor. O ise Allah-u Teâlâ’nın beyanını görmüyor ve düşünme gücü ile onların mucize gösterdiklerini söylüyor. Bu sözü bu Âyet-i kerime’yi inkârdır.
Çünkü bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
Kendi iradesini Allah-u Teâlâ’nın iradesine vermiş, eritmiş seçkin kullar olan peygamberân-ı izam hazeratından, Allah-u Teâlâ’nın gücü ve iradesini göstermek, iman etmeyenleri korkutmak için Allah-u Teâlâ’nın dilemesi veya o peygamberin Allah-u Teâlâ’dan talep etmesi ile mucize husule gelir. O kul naz makamında olduğu için geri dönmez. Nitekim dönmemiştir de.
Bu seçkin insanlar mucize için en ufak bir meşakkat ve yorgunluk çekmedikleri gibi, uğraşıp didinmeye de gerek duymamışlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ayın ikiye bölünmesi için parmağı ile işaret etmesi, yağmur yağması için Rabbine duâ etmesi, mübarek parmaklarından suların fışkırması, Musa Aleyhisselâm’ın denizin yarılması için asası ile dokunması, Süleyman Aleyhisselâm’ın kuşdilinden anlaması, hayvanâta hükmetmesi, İsâ Aleyhisselâm’ın Hazret-i Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi bilinen büyük mucizelerdendir.
Peygamberân-ı izâm Aleyhimüsselâm bu mucizeleri düşünce gücü ile mi yapmışlar, yoksa Allah-u Teâlâ’nın yardımı, inayeti ve lütfuyla mı bu mucizeleri göstermişlerdir? Elbette ki bütün bu hârikulâde haller Hazret-i Allah’ın kudretinin eseridir.
Mucize iki kısımdır:
Birisi Allah-u Teâlâ’nın peygamberlerine nübüvvetlerini ispat için verdiği mucizeler. Diğeri ise, insanların iman edebilmeleri için kendi arzuları üzerine peygamberlerden istedikleri mucizeler.
Birinci kısım mucizeye iman etmemenin cezası hemen verilmemiş, kendi arzuları ile mucize istedikleri halde göz göre göre inanmayanlar ise kısa zamanda helâk olmuşlardır.
Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi ikinci kısım mucizelerdendir. Semud kavminin, mucize olarak istedikleri dişi deveyi Allah-u Teâlâ gönderdi, fakat ona inanmadılar. İnanmadıkları gibi, devenin korunmasına dair emrini de dinlemediler. Bu yüzden, o apaçık mucize kendilerinin helâk olmasına sebep oldu. Çünkü istedikleri halde mucizeleri inkâr edenleri helâk edeceğine dair Allah-u Teâlâ’nın hükmü vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu hususta Semud kavmini misal veriyor:
“Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır.
Nitekim Semud kavmine gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik. Onlar ise ona zulmetmişlerdi.
Oysa biz o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.” (İsrâ: 59)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde mucizeyi “Biz göndeririz.” buyuruyor. O ise düşünce gücü ile mucizeler olur diyor. Bu sözü ile Âyet-i kerimeyi inkâr ediyor, küfre kayıyor.
•
Peygamberan-ı izam Aleyhimüsselâm Hazeratından zuhur eden mucizeleri Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde haber veriyor:
“Doğrusu Rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, elem verici azabı görünceye kadar, kendilerine (istedikleri) bütün mucizeler gelmiş olsa bile inanmazlar.” (Yunus: 96-97)
O ise mucizelerin Allah’tan geldiğine inanmıyor. “Düşünerek cisimlere hükmetmektir.” diyor. Bunca Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor.
Salih Aleyhisselâm’ın kavminin basireti bozulmuş, kalbleri katılaşmıştı. Salih Aleyhisselâm’a;
“Dediler ki;
Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin, sen de ancak bizim gibi beşersin. Eğer doğru sözlü isen bize bir mucize getir.” (Şuarâ: 153-154)
Salih Aleyhisselâm onlara söyle buyurmuştu:
“Size Rabbinizden açık bir mucize gelmiştir. İşte şu Allah’ın devesi, size bir mucizedir.” (A’raf: 73)
Deve bu arada kendisi gibi büyükçe bir erkek yavru doğurdu.
Onlar bu harikayı gözleriyle gördüler ve hayretler içinde kaldılar. Salih Aleyhisselâm’ı aciz bırakacaklardı, aciz kaldılar. Salih Aleyhisselâm peygamberliğini onlara onunla ispat ettiği halde, istedikleri mucizenin tecellisine rağmen yine bir kısmı iman etti, çoğunluk yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler. Aslında onlar bu mucizeyi inanmak için değil inkâr etmek için istemişlerdi. İnananların ruhlarında derin izler bırakan bu mucizenin Hazret-i Allah’tan olduğunu bir türlü kabul etmiyorlar, Salih Aleyhisselâm’ın sihir yaptığını iddia edecek kadar küçülüyorlardı.
İnatçı bir kavme mucize ne yapsın! Kararmış ruhlara, taşlaşmış kalplere iman aşılamak ne mümkün!
Salih Aleyhisselâm’ın kavminde nasıl mucizeleri inkâr edenler çıkmışsa, bugün de bu mucizeleri peygamberlerin düşünce gücü ile olabileceğini söyleyen profesör lakaplı kimseler türemiştir.
•
İbrahim Aleyhisselâm’ı Nemrut ateşe doğru fırlattığında, Cebrâil Aleyhisselâm gelerek “Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Hayır!..” diye cevap verdi. “Allah’tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!..” dediğinde “O’nun benim halimi bilmesi bana yeter!” buyurdu. Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabbine iman ve güvenle dolu idi.
Her zamanki mütevekkil haliyle:
“Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil’dir.”
Virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ’nın şu ilâhi emri gelmişti:
“Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ: 69)
Ateş hakkında ilâhî irade tecelli etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hale geldi. Ateşe “Yakıcı ol!” emrini veren Zât-ı Kibriyâ, şimdi de ona “Serin ve selâmet ol!” emrini vermişti.
Böylece:
“Allah onu ateşten kurtardı.” (Ankebut: 24)
Bin bir müşkülatla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm’ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nûr eyledi.
Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına bir kişi olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.
Bu hadise düşünce gücü ile mi oldu? Böyle bir söz nasıl söylenir? Bu söz ancak Âyet-i kerime’leri, peygamberlerin mucizelerini inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Allah-u Teâlâ Musa Âleyhisselâm’ın mucizelerinden bahisle Kur’an-ı kerim’de şöyle haber veriyor:
“Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca halkın gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar.” (A’raf: 116)
“Değnekleri ve ipleri sihirleri yüzünden sanki yürüyorlarmış gibi geldi. Bunun için Musa, içinde bir korku hissetti.” (Tâhâ: 66-67)
Sihirbazlar kalabalık bir topluluk olduğu gibi her birinin elinde bir çok ip ve değnek vardı. Bunlar ellerindekileri yere attıkları zaman, meydan birbiri üzerine binmiş yılanlarla doluşmuş gibi göründü. Seyircilerin gözleri kamaştırıldı. Firavun’un ve taraftarlarının keyiflerine diyecek yoktu.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Bu sizin yaptığınız sihirdir. Fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Günahkârlar istemese de Allah, sözleriyle Hakk’ı ortaya çıkaracaktır.” dedi. (Yunus: 81-82)
Halk heyecan içinde onları seyrederken Cenâb-ı Hakk, Resul’ü Musa Aleyhisselâm’a buyurdu ki:
“Korkma! Muhakkak sen daha üstünsün. Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir. Nerede olursa olsun, sihirbaz aslâ iflah olmaz.” (Tâhâ: 68-69) (Bakınız: A’raf: 117)
Allah-u Teâlâ peygamberine “Elindekini at!” buyuruyor. Musa Aleyhisselâm bunu düşünce gücü ile mi yaptı? Emir ile mi yaptı? Bu adam bunca Âyet-i kerime’leri görmüyor mu?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bunun üzerine Musa da asasını attı. Onların uydurduklarını yutmaya başlayıverdi.” (Şuarâ: 45)
Onlardan hiç bir şey bırakmayıp hepsini yuttu. Meydanda hiç bir şey kalmadı.
Musa Aleyhisselâm asayı eline alınca tekrar eski haline döndü.
“Böylece hak yerini buldu ve onların yaptıkları bir hiç olup gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler.” (A’raf: 118-119)
Dikkat edin, bu haberleri Allah-u Teâlâ kelâm-ı kadiminde haber veriyor. Bütün bu mucizeler onun emri ve izniyle oluyor. O ise gerek mucizeleri, gerek Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor, küfre düşüyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Andolsun ki, Musa’ya dokuz tane apaçık mucize verdik.” (İsrâ: 101)
Allah-u Teâlâ“ Mucize verdik.” buyuruyor. O ise bu mucizeleri her insanda olabileceğini, düşünme gücü ile ulaşılabileceğini söylüyor. Apaçık Âyet-i kerime’leri inkâr ediyor.
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:
“Asânı denize vur!..” (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası kupkuru oldu.
Şimdi Musa Aleyhisselâm bunu düşünce gücü ile mi başardı, yoksa Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği desteği, mucizesi ile mi başardı? Bu söz bütün bu Âyet-i kerime’leri inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Allah-u Teâlâ Süleyman Aleyhisselâm’ın emrine de bir mucize olarak rüzgâr vermişti.
“Süleyman’a da şiddetli esen rüzgârı müsahhar kıldık.” (Enbiya: 81)
Bir mucize olarak kuşların dillerini ve maksatlarını anlıyordu.
“Bize kuş dili öğretildi.” (Neml: 16)
Süleyman Aleyhisselâm’a bunları öğreten ne idi? Elbette Allah-u Teâlâ’nın kudreti, lütfu idi. Buna telekinezi “Düşünce gücü ile cisimlere hükmetmek” demek çok büyük yanlıştır. Risalete gölge düşürmeye çalışmaktır.
•
İsâ Aleyhisselâm hakkında ise, daha memede iken konuşması peygamberliğinin mucizelerinden bir misal olarak gösterilebilir.
“Bunun üzerine çocuğu gösterdi. ‘Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?’ dediler.” (Meryem: 29)
“Çocuk şöyle dedi:
Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitap verdi ve beni peygamber yaptı.
Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namaz kılmamı, zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkâr kıldı, baş kaldıran bir bedbaht yapmadı.
Doğduğum gün de, öleceğim gün de, diri olarak kabirden kaldırılacağım gün de bana selâm olsun!” (Meryem: 30-33)
İsâ Aleyhisselâm’ın mucizeleri hakkında Kur’an-ı kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp da ‘Size ne cevap verildi?’ dediği gün onlar ‘Bizim hiç bir bilgimiz yok, şüphesiz ki gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin!’ diyecekler.
Allah o zaman şöyle diyecek:
Ey Meryem oğlu İsâ! Sana ve annene olan nimetimi hatırla! Seni kudsî ruh ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de, insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim.
Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor ve ona üflüyordun, benim iznimle hemen kuş oluyordu.
Anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun.
Ölüleri benim iznimle hayata çıkarıyordun.
İsrailoğullarına apaçık delillerle geldiğin zaman, onlardan inkâr edenler ‘Bu apaçık bir büyüdür.’ demişlerdi de ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.” (Mâide: 109-110)
Daha beşikte iken konuşması, düşüncesiyle mi olmuş, yoksa Allah-u Teâlâ’nın kudsi ruhla desteklemesi ile mi? Ölüleri diriltmesi, körü iyileştirmesi, bunlar ancak Allah’ın kendisine verdiği mucizelerle olmuştur. Bütün bunları düşünce gücü (telekinezi) ile açıklamak, bunca Âyet-i kerime’leri inkârdır. Hazret-i Kur’an’ı inkârdır. İnkâr ise küfürdür.
•
Resulullah Aleyhisselâm’a gelince; Allah-u Teâlâ onun mucizelerinden de Kelâm-ı kadim’inde bahsetmektedir.
Peygamber oluşunu ispat eden mucizeler o kadar çoktur ki, kesinlikle hiç bir şüphe bırakmamıştır. Bu mucizeleri sayıp sıraya koymak mümkün değildir.
Bu sebeple Allah-u Teâlâ onu, seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
“Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa’dan da, Meryem oğlu İsâ’dan da...” (Ahzab: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen peygamberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibârı ile mucizedir. Semâvî kitapların hülâsasıdır.
Kur’an-ı kerim en büyük mucizedir. Kıyamete kadar Allah’ın izniyle korunacaktır.
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)
Resulullah Âleyhisselâm’ın bu mucizesini de inkâr etmiş olduğundan otomatikman küfre kaymıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Peygamberlerden hiç biri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mucizelerin bir misli verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise ancak Allah’ın bana vahyettiği (Kur’an-ı kerim)dir.
Binaenaleyh kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tâbi bulunanı olmayı ümit ederim.” (Müslim: 152)
Hadis-i şerif’leri de inkâr eden bu adam, bunca Âyet-i kerime’leri görmüyor. Göremez, çünkü Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler için:
“Kör oldular, sağır kesildiler.” buyuruyor. (Mâide: 71)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhâki)
İşte bu icraatları ile bu duruma düştüklerini göstermiş oluyorlar.
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında mücadele (münakaşa) eder ve her bir inatçı şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
•
Yaşar Nuri Öztürk Evliyaullah Hazeratından hasıl olan Kerametleri de telekinezi ile yorumlamıştır.
Keramet: Hârikulâde hallerin Cenâb-ı Hakk’ın izni ve iradesi ile veli kullarından sâdır olmasıdır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah’ın nûru ile bakar.” (Münâvî)
Keramet o velinin tâbî olduğu peygamber için de bir mucize sayılır. Zira o keramet, peygambere uymasının bir mükâfatı olarak kendisine bahşedilmiştir.
Keramet, velî olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize izhar etmek vacip olduğu gibi, evliyâullah hazerâtına da kerametlerini gizlemek vaciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Nitekim İmâm-ı Gazali Hazretleri İhyâ-i Ulûm’id-din adlı eserinde buyurur ki:
“Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma. Aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden, cehalet çok daha iyidir. Kaynak bir olduğu için, velileri ve kerâmetlerini inkâr, peygamberleri ve mucizeleri inkâr demektir, peygamberleri inkâr ise tamamen dinden çıkmaktır.”
Keramet, o velinin tâbi olduğu peygamber için bir mucizedir. Allah-u Teâlâ’nın kudretinin, iradesinin tezahürüdür. Peygamberlere gelen vahiy, velilere gelen ise ilhamdır.
Telekinezi ise Allah-u Teâlâ’nın insana sadece kendisini bulması için verdiği düşünce gücünü kişinin kendi enaniyetini göstermek üzere kullanmasıdır. Bu şekilde dünyalık, nefsi bir doyum sağlar.
Evliyaullah Hazeratından sadır olan keramet Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ihsan ve ikramıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Dikkat ederseniz Hazret-i Allah ruh ile bizi ayakta tutuyor, ruhu çektiği zaman bir şey olmuyor. Ruhu halkeden Hazret-i Allah, ruhâniyeti de halketmiştir. Bu bilinmeyen bir ilimdir, Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır. Bir kişi olur, on kişi olur, kırk kişi olur.
Bu kudsî ruh, onlardan başka kimsede bulunmaz.
Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmışlardır. Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan, Ashab-ı Kiram’ın, selef-i salihinin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bu güne kadar da bu âli himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler feyz almışlardır.
Bu kullar Allah-u Teâlâ’ya nasıl yaklaştılar?
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buharî - Müslim)
Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır. Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiç bir arzuları yaşamaz.
“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)
İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiş.
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve ne büyük saadetine eriştirmiş.
“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o sevdiği seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in nûru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile, Nûr-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber aleyhimüsselâm Efendilerimizdeki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrunu taşıdıklarından ötürüdür. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nûr onların üzerlerinde döndü durdu. Nihayet Nûr’un sahibine kadar geldi. Zaten onun Nûru idi. Nûr nûra kavuştu.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nûr, vârislerine sirayet etmeye başladı. Binaenaleyh kıyamete kadar gelecek olan vârisleri de o nûru taşıyorlar.
O nûru taşıdıklarından ötürüdür ki, her bir peygambere ayrı bir hâlât verildiği gibi, vekil olan her bir velî, bir peygamberin hem emanetini hem tecelliyatını hem de ibtilasını taşır. Niçin? Onun vekili olduğu için. Diğer peygamberler de onun nûrunu taşıyorlardı. Bu nûru taşıyan veliler de bu lütfa mazhardırlar. Onlara verilen her nimet ve keramet, hep Resulullah Aleyhisselâm’ın emaneti üzerlerinde olduğu için, vâris-i enbiyâ oldukları için verilmiştir.
Zira Hadis-i şerif’te:
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” buyuruluyor. (Buhâri)
Cenâb-ı Hakk bu nûr sahibi vekillere öyle lütuflarda bulunmuş ki; onları seçmiş, zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.
Bunlar Resulullah Aleyhisselam’ın hem sehm-i nübüvvetine, hem de sehm-i velayetine varis olanlardır. Bu zâtlar cemiyetlere manen yön verirler, mânevi kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi müslümanların umumi meselelerinde yardımcı ve tasarruf sahibidirler.
Bu da Cenâb-ı Hakk’ın izni ve emri ile olur.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
Allah-u Teâlâ bu seçtiği kullarından Peygamber Aleyhimüsselam Efendilerimize mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da keramet bahşetmiştir.
Hülasâ-i kelâm, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ellerinde husule gelen hârikulade hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlâ’nın izniyle, iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin âmellerine denktir.” (K. Hafâ)
Bir insanın bin sene ömrü olsa, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak istese, Allah-u Teâlâ kendisine çekmek istediği kulunu bir anda çeker. Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeyi, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Neden? O çekti, O’nun kuvveti O’nun kudreti çekti.
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara: 156)
İşte bunlar Allah için olan ve Hazret-i Allah’a dönenlerdir.
Bu iltifat-ı ilâhî’ye mazhar olanlar bunlardır.
Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır, bunlar Allah-u Teâlâ’ya teslim olmuşlardır, iradelerini Hakk’ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu yaşamaz. Onlar için mühim olan “Hükm-ü ilâhî” dir. Çıkacak hükm-ü ilâhî’ye bakarlar. Onlar Hakk’ın kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat-vefat değişmez. Dünyada olmakla kabirde olmak arasında hiç fark yoktur. Gerçek kahraman işte onlardır, burası “Kulluk Makamı” dır.
•
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman cinlerden bir ifrit “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm.” demişti. Kitaptan ilmi olan Hızır Aleyhisselâm ise “Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim.” dedi.
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:
“Bu Rabbimin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor.
Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.” (Neml: 40)
“Filan kişi getirdi.” demedi. “Rabbim beni deniyor.” dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı. Çünkü O’nun izni ve iradesi olmadan hiç bir şey olmaz. Kime ne verdiyse o olur. Her şeyin fevkinde O’nun rızasıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi O’nun rızasının yanında hükümsüzdür.
Tarikat-ı aliye’de bir çok haller, ahvaller zuhur eder. İhlaslı kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin hususiyetlerindendir. Bu gibi hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır. Yusuf Hemedâni -kuddise sırruh- Hazretlerimiz “Bunlarla, tarikat çocuklarını yetiştirirler.” buyurmuşlardır.
Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o yola tevessül etmez. Görmemiş, bilmemiş, yapmamış gibi görünür.
Allah-u Teâlâ ne indirirse o olur. O’nun indirmediğini hiç kimse kendisine çekemez. O’nun indirdiğine, lütuf buyurduğuna hiç kimse mâni olamaz.
Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu kimseler kerametten kaçınmışlardır, gaye Allah demişlerdir.
Bir insan değersiz bir mahluk olduğunu, her şeyin Hakk’ın olduğunu bilirse Hakk’a dayanır.
Hazret-i Allah’ın tutmadığı kimseler; kendisinde bir şey olduğu zehabına kapılır, Hazret-i Allah’ın emanet olarak ihsan buyurduğu lütufları kendisine mâleder. Kendi varlığını kendisininmiş gibi ortaya koyduğunda, Hazret-i Allah dilerse onu o anda helâk eder.
Her şey O’nun ve O’ndandır.
Oldu, oldum diye bir şey yoktur. Aslında yaratan Hazret-i Allah’tır; nasıl yarattıysa, ne lütfettiyse o vardır ve O görülür.
İnsan yaratanı, ihsan edeni görmüyor ve bilmiyor. Bilmediği için kendi nefsine mâlediyor, veyahut kişide arıyor, ona mâlediyor.
Halbuki ise yaratan O, yaşatan O, öldüren O, dirilten O. Amma sen O’nu görmedin de nefsin putuna dayandın, veyahut karşıdakini putlaştırdın.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dirilten de O’dur, öldüren de O’dur.” (Mü’minun: 80)
Hazret-i Allah hükmünü koyuyor, oluyorsun sen, ben.
Hükmünü çekince ölüyorsun, oluyorsun bir hiç.
Şu kabirde yatanlar, hepsi “Ben biliyorum, ben yapıyorum.” derdi.
Amma Yaratan hükmünü çekince hepsini yerlere serdi.
“Demek ki hep ihsan-ı ilâhî imiş.
Düşünmekle hükmedildiğini söylemek safsata imiş.”
Hazret-i Allah’ın bâtınî ilim verdiği kimselerle, bir de O’nun ilim vermediği kimseler arasındaki farklar:
Bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında şöyle buyurur:
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kâlblerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzerine kimin kalbini açarsa, hakikatı ancak o duyar, ona duyurmuş olur.
Hakikatı duyurmadığı kimseler konuşurlar ve fakat hakikatı gerçekten bilmezler, lâf edip dururlar. Ehlullah’ın hallerine telekinezi demekten hazar etmezler.
Ve bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kâlbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nûr üzerindedir.” (Zümer: 22)
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla ubudiyet yapmakla, farz ve nafilelere devam etmekle içini nûrlandırabilirse; Allah-u Teâlâ dilerse onda hikmet husule getirir ve hikmetle konuşur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Ve fakat sun’î mutasavvıflar bu hakikatlerin hepsinden mahrumdurlar, Hazret-i Allah ile ilgileri olmaz, bütün icraatları gösterişten ibarettir.
Şu kadar var ki, hakikatı bilenler “Biz tasavvufu yaşamıyoruz, hakikatını bilmiyoruz.” derler. Onlar ancak tasavvufun var olduğunu bilirler ve ehlinin yaşadığını tarife çalışırlar. Zira bu ilâhi bir lütuftur, kime dilerse ona verir. Bunu söyleyenler gerçekten doğru söylemiş olur.
Hakikat ehli Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu kimselerdir. Dilediği kadar esrarını onlara duyurur ve bildirir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah kime dilerse ona kat kat verir.” (Bakara: 261)
Amma sun’î mutasavvıflar bu hakikatlardan mahrumdurlar, bilmezler.
Nitekim kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah’a yakın olanların sadırlarında, kâlblerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim mârifet ilmidir.
Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Cenâb-ı Hakk her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir.” (Keşf-ül Hafâ)
Buradan da anlaşılıyor ki, bir insan Allah-u Teâlâ’nın tüm emirlerine sarılır, ubudiyetine ihlâsla devam ederse, Allah-u Teâlâ ona bilmediğini bildirir. Fakat bu hiç bir zaman ibâdetsiz, tâatsız, takvâsız ve ihlâssız husule gelmez.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’dan korkması, emrettiği şekilde hareket etmesi gerekir.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruyor. (Hûd: 112)
Bir taraftan tüm emirlerine riâyet etmedikçe, her nehyettiği şeyden kaçınmadıkça, insan hiç bir zaman hakikat ehli olamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)
Hakikatı ikrar ve itiraf etmeyen, veya yapılmasına engel olan, yahut da değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyen, kim olursa olsun bu lânete müstehak olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet, bir nûr verir.” (Enfâl: 29)
Dikkat ederseniz mârifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor, yani takvâsız mârifetullah ehli olmak imkânsızdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resul’den gelir.
•
Gerçekten bir insanın bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile Hazret-i Allah’a yöneldiği zaman, Allah-u Teâlâ dilerse bir çok esrarı ona duyurur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi.” (Alâk: 5)
Bunlardan da anlaşılıyor ki, ancak Hazret-i Allah’ın öğretmesi ve göstermesi ile bu hakikatlar ve bu esrar bilinecek. Bütün bunlar O’nun bildirip duyurması ile kaimdir.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle vasıflandırmıştır:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Fakat kitap okumakla, “Filân kişi şöyle söyledi.” demekle bunun aslı, asliyeti bilinmez ve Hakikat’a da vâkıf olunmaz. Bu gibi kimselerin işi zandan ibarettir, gerçeğine hakikatına vâkıf değildirler.
Bunun için dir ki her şeyden evvel insan kendi nefsini ıslah etmesi lâzımdır. Emmâre’den Levvâme’ye, Levvâme’den Mülhime’ye, Mülhime’den Mutmainne’ye, Mutmainne’den Râziye’ye, Râziye’den Mardiyye’ye, Mardiyye’den de Sâfiye’ye çıkacak ki:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.” (Şems: 9)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyâtına mazhar olsun.
Bu lâf işi değildir. Ancak Hazret-i Allah’ın duyurması ile bildirmesi ile kaimdir ve bu arzedilen “Nefis dereceleri” ni bir bir geçmekle mümkün olur.
•
Bir kul rızâ-i ilâhî’yi kazanmak için Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve yasaklarının icraatına gayret ederse, kendisini Hazret-i Allah’a sevdirirse, Hazret-i Allah da onu severse:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)
Amma gayrı yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak, hem de tasavvuftan bahsedecek... Bu mümkün değil!..
Bunlar ancak sunî mutasavvıflardır, gerçek hakikatten mahrumdur. Bütün işleri zandan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Ehl-i hakikatın muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır, bunların muallimi ise şeytandır.
İşte bu Âyet-i kerime’lerle ispat ediyoruz.
Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullarını kendine çektiği için, içlerini nûrlandırmış, her türlü ahlâk-ı zemime’den temizlemiş, ahlâk-ı hamideye de nail etmiştir.
“Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur.” (Nûr: 35)
Âyet-i kerime’si mucibince o kul Allah-u Teâlâ’nın nûruna ve lütfuna kavuşmuştur.